Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -24-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2023 – Eylül, Sayı: 451

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Nutfe-i nâçîzi[1] insân eyledin,
Hamd ü minnet Sana ey Rabb-i Kerîm!
Ehl-i İslâm, ehl-i îmân eyledin,
Hamd ü minnet Sana ey Rabb-i Kerîm!

[Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı.” (el-Alak, 1-2)

“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılan, (yok kadar) bir sudan yaratıldı.” (et-Târık, 5-6) buyuruyor.

Böylece, insanın kendi yaratılışı üzerinde tefekkür etmesini istiyor. Yine insanın mâzîsini, yani âdeta yok hükmündeki bir damla sudan yaratıldığını düşünmesini istiyor ki, insan bir “abd-i âciz” olduğunu unutmasın.

Eskiden dergâh duvarlarını süsleyen hüsn-i hat levhalarından birinde هيچ / hîç” yazardı. Bu ifadenin en mühim telkinlerinden biri de; ilâhî sırlardan nasîb almak isteyen kulun, evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azameti karşısında kendi hiçliğini idrâk etmesi gerektiğiydi.

Hakîkaten insan, yoktan var edildiğini, bir “hiç” sermâye ile dünyaya geldiğini unutmayacak ki;

–Gurur ve kibre kapılmasın.

–Hiçbir zaman varlık ve benlik vehmine düşmesin.

–Dâimâ; “Yâ Rabbi, Sen’in lûtfun, Sen’in ihsânın, Sen’in ikramın, Sana şükürler olsun!” deyip kulluk edebiyle yaşasın.

Rabbimiz, âyet-i kerîmede soruyor:

“İnsan (henüz) anılan bir şey değilken (yaratılmamışken) üzerinden uzunca bir zaman geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

Hakîkaten bir zamanlar cismimiz olmadığı gibi, “insan” diye anılan bir varlığın ismi dahî mevcut değildi.

Bir düşünecek olursak;

Bizler, meccânen, yani bir bedel ödemediğimiz hâlde, sırf ilâhî bir lûtuf ile, yokluktan varlığa çıkarıldık.

Kâinattaki sayısız varlık yekûnu içinde, meselâ taş-toprak, ot-yaprak değil de, mahlûkâtın en şereflisi olan ve ahsen-i takvîm üzere / en güzel kıvamda yaratılan bir insan olarak Dünyaʼya gönderildik.

İnsanlar içinde ehl-i îmân, ehl-i îmân içinde de 124 bin küsur peygamberin imâmı, Allâh’ın Habîbi, âhirzaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin ümmetinden olmakla şereflendik.

Hakîkaten bugün yeryüzünde 8 milyar insan var ve bunun aşağı yukarı 2 milyarı müslüman. Bizler de insanlığın ancak belli bir kısmına nasîb olan, yegâne hak dîn İslâm ile müşerref olmuş durumdayız.

Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakkʼın ne muazzam, ne muhteşem, ne müstesnâ lûtuf ve ihsanlarıdır!..

Bize bir bardak su ikram edene bile teşekkürü borç biliriz. Hâl böyleyken; bizleri yoktan var eden, gönderdiği kitap ve peygamberlerle varlığından haberdar eden, gönüllerimize hidâyet nûrunu bahşeden, lâyık olmadığımız hâlde sayısız nîmetleriyle perverde kılan Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretmeliyiz?..

Cenâb-ı Hakkʼa hamd, şükür ve minnet vazifemizi îfâ edebilmek için, bir ömür, başımızı şükür secdesinden kaldırmasak, acaba bu borcumuzun ne kadarını ödeyebilmiş oluruz?..

Bunun için müʼmin, elde edemediği nîmetler sebebiyle üzülüp sızlanmak yerine, dâimâ elindeki nîmetlerin kadr u kıymetini bilip Cenâb-ı Hakkʼa şükredecek.

Düşünmek îcâb eder ki, trilyonları olan bir insan, yolda on lira düşürüp kaybetse bunun için üzülür mü?

Bir müʼmin de, nâil olduğu sayısız nîmete mukâbil, hayatında karşılaştığı ufak tefek mahrûmiyet ve kayıplar sebebiyle mahzun olmayacak. Dâimâ bardağın dolu tarafını görüp Cenâb-ı Hakkʼa hamd, şükür ve rızâ hâlini muhafaza edecek, şikâyeti unutacak.

Cenâb-ı Hak, gerçek şükür ehlinden olabilmenin zorluğuna işaretle;

“…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13) buyuruyor. Müʼmin de bu az ve mümtaz kullardan olmaya gayret edecek.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Şeklin insân eyledi,
Ehl-i îmân eyledi,
Bunca ihsân eyledi,
İhsânı bilmek gerek…

[Şu kıssa ne kadar mânidardır:

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün müridleriyle daracık bir yoldan giderken karşılarına bir köpek çıkmıştı. O Ârifler Sultânı, geri çekildi ve köpeğe yol verdi. Müridlerinden biri, içinden:

“–Allah Teâlâ insanı mükerrem (yani üstün ve hürmete lâyık) kılmışken, Bâyezîd  -rahmetullâhi aleyh- müridlerini geri çekip köpeğe yol verdi, bu ne acâyip bir hâl!” dedi.

Hazret, âdeta mürîdinin kalbinden geçenlere vâkıf olmuşçasına şu îzahta bulundu:

“–Gönlümde öyle bir zuhûrat oldu ki, sanki o köpek hâl lisânıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde köpeklik postunu sırtıma geçirdiler; sen ne yaptın ki sana bu şerefli hil’ati giydirdiler?» dedi. İşte bu düşünce gönlüme yol bulunca, ben de geri çekilip yolu ona verdim.”[2]

Dolayısıyla Allâh’ın herhangi bir mahlûkunu gördüğümüz zaman; “Ben onun yerinde olabilirdim, o da benim yerimde olabilirdi.” diye düşünmeli, “insan” olarak yaratılmamızdan dolayı, hamd ve şükrümüzü artırmalıyız.

Fakat her nîmetin şükrü kendi cinsinden olur. Şükür, sadece dil ile; “Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!” deyip geçivermekten ibaret değildir. Hak dostlarının tarifiyle şükür;

“Bütün nîmetlerin Allah’tan olduğunu bilip, O’nu hamd ile tesbîh etmek, minnet ve şükran duygularıyla zikretmektir.”

Yine şükür;

“Lûtfettiği nîmetleri, günah ve isyâna sermaye etmemek, bilâkis o nîmetleri Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu şekilde kullanmaktır.”

Yani hem dilimiz şükredecek, hem de Rabbimiz’e itaat ederek fiilî şükrümüzü ispat edeceğiz.

Meselâ vücudumuzdaki her bir uzuv için, ayrı bir şükür gerekiyor. Bişr-i Hâfî Hazretleri bu şükrün nasıl îfâ edileceğini, ne güzel îzah buyuruyor:

“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur.

Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman ondan hikmet devşirmek ve tefekkürü artırmaktır. Şer gördüğü zaman da ondan ateşten kaçar gibi kaçmaktır.

Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır.

Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamaktır.

Midenin şükrü, helâl ile gıdalanmaktır.

Ayakların şükrü de, hayır-hasenattan başka bir yöne gitmemektir.

Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.”

Demek ki uzuvlarımızın, kâbiliyetlerimizin ve her türlü imkânımızın şükrünü îfâ etmiş olmak için, onları Cenâb-ı Hakkʼın râzı olacağı şekilde kullanmalıyız. Meselâ:

İslâm ve îman nîmetinin şükrü nasıl olacak?

İslâm ve îmânı aşkla yaşayıp hâlimiz ve kālimizle tebliğ ve temsil ederek…

Nitekim ashâb-ı kirâm bu nîmetin şükür borcunu ödeyebilmek için; yılmadan, usanmadan, dünyanın dört bir yanına sefer etti, kısa zamanda hidâyet nûrunu kıtalara taşıdı.

Allah Teâlâ’nın îmandan sonra insanoğluna belki de en büyük hediyesi, akıl nîmetidir. Peki bu nîmetin şükrü nasıl olacak?

Bütün nîmetler gibi akıl da iki uçlu bıçak gibidir; hayra da kullanılabilir, şerre de…

Aklımızı, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği altında kullanacağız ki hem onun dünyada faydasını görelim, hem o nîmeti bizlere lûtfeden Rabbimizʼe şükrümüzü îfâ edebilelim, hem de âhirette bunun huzur ve saâdetine erelim.

Kalbimizin şükrü nasıl olacak?

Verdiği nîmetleri dâimâ tefekkür etmek sûretiyle, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacağız. Kâinat kitabındaki her şeyi, Hâlıkʼını hatırlatan bir kevnî âyet olarak gönül gözüyle okuyacağız. Cenâb-ı Hak ile kalbî beraberlik ikliminde, yani dâimî zikir hâlinde yaşamaya gayret edeceğiz.

Malımızın şükrü nasıl olacak?

Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu unutmayacağız. Malımızı; Allâhʼın haram kıldığı fâiz, karaborsacılık, gabn-i fâhiş, kul hakkına girmek gibi yanlış bir yolla elde etmekten ve lüks, gösteriş, marka düşkünlüğü, israf, cimrilik gibi yanlış bir şekilde harcamaktan sakınacağız. Dâimâ helâlden kazanıp helâle sarf edeceğiz. Kendimize harcarken de kifâyet miktarıyla yetinip ihtiyaç fazlasını infâk etmeye gayret göstereceğiz.

Beden gücünün, sıhhat ve âfiyetin şükrü nasıl olacak?

Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti, yine Oʼnun râzı olduğu yolda kullanacağız. Gücümüz nisbetinde, Allah için her türlü hizmet ve gayretin içinde olmaya çalışacağız.

Gözümüzün şükrü nasıl olacak?

“Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, kim verir?

İşte böylesine paha biçilmez bir nîmetin fiilî şükrünü îfâ edebilmek için, onu haramlardan, yani nefsânî ekranlardan ve şeytânî vitrinler seyretmekten, velhâsıl mânevî “görüntü kirliliği”nden koruyacağız. Gözlerimizin istikâmetini dâimâ rûhânî vitrinlere çevireceğiz.

Kulağımızın şükrü nasıl olacak?

Gıybet, dedikodu, nemîme, mâlâyânî gibi sözleri dinlemeyeceğiz. Kulağımızı; Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, mânevî sohbetler, güzel sözler, ezanlar, naatler ve ilâhîler gibi rûhânî sadâlara tevcih edeceğiz.

Dilimizin şükrü nasıl olacak?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin buyurduğu gibi; “Ya hayır söyleyecek, yahut susacağız.”[3] Sustuğumuzda da tefekkürümüzü artıracağız. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sükûtu tefekkür idi. Semâya bakar tefekkür eder, yere bakar tefekkür ederdi.

Rabbimiz de:

اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ

“Oku! Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir.” (el-Alak, 3) buyurarak, bu kâinat kitabında bizler için sergilediği sayısız ikram ve ihsan tecellîlerinin tefekküründe derinleşmemizi istiyor.

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyruluyor:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda tefekkür eden bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Düşünmeliyiz ki;

‒Yeryüzünden çıkan çeşit çeşit mâdenler,

‒Yer ile gök arasında sürekli hassas filtrelerden geçirilerek kullanıma hazır hâle getirilen sular,

‒Toprak terkibinden çıkarılan türlü türlü nebâtat kimin için?

‒Büyükbaşıyla, küçükbaşıyla, arısıyla, kuşuyla, kelebeğiyle hayvanat, kime hizmet ediyor?

‒Güneş, Ay ve yıldızlar, kimin için semâda durmadan dönüyor?

‒Nefes aldığımız havanın %21 oksijen, %77 azot oranı, kimin için ayarlanıp hassas bir dengede tutuluyor?..

Biliyoruz ki arı, bal ikram etmek için yaşıyor. Koyun, bütün ömrünü et, süt, yün ve yavru vermek uğrunda tüketiyor. Kedi-köpek yine insana âmâde… Cenâb-ı Hakk’ın celâl sıfatlarının bir tecellîsi olan yılan, çıyan, akrep gibi insana soğuk ve ürkütücü gelen mahlûkat dahî, ilâhî azâbı hatırlatmaları ve tabiattaki pek çok vazifeleri sebebiyle, yine insan için lûtfedilen nîmetler cümlesindendir.

Bu listeyi sonsuza kadar uzatmak mümkün. Taş, toprak, ağaç, bulut, dağ, ova, velhâsıl her şey insan için hazırlanmıştır.

Nitekim âyet-i kerîmede buyruluyor:

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allâhʼın nîmetini sayacak olsanız sayamazsınız…” (İbrahim, 34)]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Hakkʼa kul olmak istersen,
Edep gözle, edep gözle!
Murâdın bulmak istersen,
Edep gözle, edep gözle!..

[Cenâb-ı Hakkʼın -farkında olduğumuz ve olmadığımız- sayısız nîmetine minnettar ve müteşekkir olmak yerine, gaflet ve isyan ile nankörlük etmek, esâsında en büyük edep mahrumluğudur.

Nitekim gâfil insanların bu hâli, âyet-i kerîmede şöyle tasvir ediliyor:

“O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiş.” (en-Nahl, 4)

Kulun, evvelinin necis bir nutfe, sonunun da toprağa gömülecek bir cîfe olduğunu unutarak, gurur ve kibir şaşkınlığına dûçâr olması kadar büyük bir hamâkat düşünülemez.

Fakat dünya hayatı; kimin Rabbine şükredip itaat edeceğinin, kimin de şikâyet, isyan ve nankörlükte bulunacağının test edildiği bir imtihan sahasıdır.

Bunun için de Rabbimiz âyet-i kerîmelerde;

“Şüphesiz Biz ona (insana, doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör!” (el-İnsân, 3)

“…Eğer şükrederseniz elbette size olan nîmetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!..” (İbrahim, 7) buyuruyor.

Dolayısıyla aklı başında hiçbir insan, kendisine bu kadar nîmet bahşeden Rabbine karşı nankör olamaz. Zira bunun, hem o nîmetlerden mahrumiyete hem de elîm bir azâba sebebiyet vereceğini bilir.

Bu hususta Ferîdüddîn Attâr -rahmetullâhi aleyh- çok ibretli bir kıssa nakleder:

Bir padişahın çok sevdiği bir av köpeği varmış. Avcılıkta pek mâhirmiş. Padişah her ava çıkışında mutlaka onu da yanına alır, ona çok değer verirmiş. Öyle ki, tasmasını mücevherlerle süsletmiş. Ayaklarına altın ve gümüşten halkalar taktırmış. Sırtına da sırmalı atlas bir çul giydirmiş.

Bir gün padişah, yine onu yanına almış ve saray erkânı ile ava çıkmış. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerliyormuş. Sultan gayet neşeliymiş.

Derken gördüğü bir manzara, sultânın bütün neşesini kaçırmış. Bakmış ki, o çok sevdiği köpeği, padişahın değerli köpeği olduğunu unutarak değersiz bir kemik parçasıyla oyalanıyor.

Padişah, mahzun olarak elindeki ipi çekmiş. Fakat köpek direnmiş ve o pis kemik parçasını kemirmeye devam etmiş. Bu hâl karşısında padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırmış:

“–Bunca ihsan ve ikramlarıma mazhar olmuşken, huzûrumda beni unutup kokuşmuş bir kemik parçasıyla meşgul olmak ha!.. Nasıl olur bu?!.”

Padişah son derece üzülmüş. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuş. Bir köpek bile olsa, yaptığını mâzur görüp affetmek, içinden gelmemiş. Gazapla;

“–Yol verin şu edepsize!” deyivermiş.

Gâfil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradığında iş işten geçmiş, artık yapacak bir şey kalmamış.

Padişâhın etrafındakiler;

“–Aman sultânım; üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde;

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” demiş. Ardından da ilâve etmiş:

“–Bırakınız öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç ve susuz kaldığında onlara bakarak, kaybettiği ikram ve lûtufların acısını yaşasın!..”

Kıssadan alacağımız en büyük hisse şudur ki, Cenâb-ı Hakk’ın en çok gazabını çeken husus;

‒Yüce Zât’ına kulluk için yarattığı insanın, kulları için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak Rabbinden yüz çevirmesidir.

‒Rızka takılıp Rezzâk’ı unutmasıdır.

‒Sebeplere takılıp Müsebbibü’l-Esbâb’ı görmezden gelmesidir.

Velhâsıl insanın; Yaratıcıʼsını, Mevlâʼsını, gerçek sahibini ve Rezzâkʼını unutup başka kapılardan medet umması, büyük bir vefâsızlık ve edepsizliktir!

Cenâb-ı Hak, sayısız nîmetlerine mukâbil, kulunun böyle bir nâdanlık ve duygusuzluğa dûçâr olmasını istemiyor. Bu hususta sert bir üslûpla îkazda bulunuyor:

“Ey insan! Seni şekilsizlikten en güzel bir şekilde birleştiren, düzgün ve dengeli kılan, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?!” (el-İnfitâr, 6-8)

Böyle bir gaflete dûçâr olmamak için, Hak dostları, kendilerini dâimâ ilâhî müşâhede altında görürler. Bunun için, bilhassa şu âyet-i kerîmelerin tefekküründe derinleşirler:

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım…” (el-Bakara, 186)

“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)

Hakîkaten; insanın içinden geçen duygu ve düşünceler, kendisi dışındaki bütün varlıklar için sırdır, yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın mâlumudur. Dolayısıyla zâhir ve bâtın hiçbir hâl ve davranışımız, Cenâb-ı Hakk’a gizli kalamaz.

Bunun için, kendisine karşı edebe en çok riâyet etmemiz gereken, Cenâb-ı Hak’tır. Nitekim Rabbimiz, zamandan ve mekândan münezzeh olmakla birlikte, sonsuz ilim ve kudretiyle, her zaman ve mekânda kullarıyla beraber olduğunu bildiriyor.

Âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Göklerde ve yerde olanları Allâhʼın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka Oʼdur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka Oʼdur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” (el-Mücâdile, 7)

“Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen, (Oʼnun ilminde) eşittir.” (er-Raʻd, 10)

Dolayısıyla ilâhî kameraların her an kendisini kaydetmekte olduğu şuuruna sahip bir müʼmin, Allâh’a isyan edemez, dâimî bir kulluk edebi içinde yaşar. Gözler önünde yapmayacağı hatâ ve kusurlardan, nefsiyle baş başa kaldığı tenhâ yerlerde de kaçınır. Nitekim böyle sâlih kullar hakkında da âyet-i kerîmede:

(O takvâ sahipleri ki) onlar, görmedikleri hâlde Rabʼlerinden haşyet duyarlar (içten içe korkarlar)…” (el-Enbiyâ, 49) buyruluyor.

Velhâsıl üzerimizdeki en büyük hak; Hâlıkʼımız, Râzık’ımız ve Mevlâʼmız olan, kendisinden gelip yine kendisine döneceğimiz Allah Teâlâʼnın hakkıdır. Dolayısıyla en büyük edep de, Allâhʼa karşı gösterilmelidir.

Allâh’a edepten sonra gelen en büyük edep ise, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e edeptir. Zira bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bazı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde;

“Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın!” buyuruyor.[4]

Demek ki ümmet-i Muhammed olarak yaptığımız ameller, Peygamber Efendimiz’e de arz ediliyor.

Dolayısıyla Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi’nin:

Felekte hâsılı insan isen bir cânı incitme,

Günahkâr olma, Fahr-i Âlem-i Zîşânʼı incitme!

mısrâlarında ifade buyurduğu gibi, bizler de ümmetine son derece müşfik ve merhametli olan Peygamber Efendimiz’in gül yüzünü soldurup Oʼnu mahzun edecek yanlış davranışlardan titizlikle sakınmalıyız.

Her zaman şu duygu ve düşüncede olmalıyız:

“Şimdi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz benim yanımda olsaydı ve ibadet hayatıma, ahlâkıma, evime, işime, evlât yetiştirme tarzıma baksaydı, hâlime tebessüm eder miydi? Yoksa Oʼnun azîz ve latîf kalbini mahzun mu ederdim?..”

İşte bu hâlet-i rûhiye ile, Efendimiz’in bizlerde görmekten hoşlanmayacağı şeylerden uzak durup hoşnud olacağı hâl ve davranışlarda bulunmak, O’na karşı göstereceğimiz en güzel edeptir.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, bu dünya hayatında yanlışlardan sakınarak, yarın mahşer gününde mahcup olmaktan kurtulan bahtiyar kullarından eylesin.

Âmîn!..

 Dipnotlar:

[1] Nutfe-i nâçîz: Yok hükmündeki değersiz bir damla su.

[2] Attar, Tezkiretüʼl-Evliyâ, sf. 54-55, Erkam Yayınları, İstanbul 1984.

[3] Bkz. Müslim, Îmân, 77.

[4] Bkz. Heysemî, III, 271; Hamîdullah, el-Vesâik, s. 367.