Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -23-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2023 – Ağustos, Sayı: 450

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Kulak tutan kişiler Hak Kelâmʼa,
Noksandan kurtulup erer tamâma…

[Hatâ ve noksanlıklarından kurtularak Cennetʼe lâyık bir sâfiyete ermek isteyen bir kul;

‒Cenâb-ı Hakkʼın kelâmı olan Kurʼân-ı Kerîmʼin mânâ ve tefekkür iklimine girmeli,

‒Onun ahkâmıyla âmil,

‒Ahlâkıyla da kâmil hâle gelmeye gayret göstermelidir.

Zira Kurʼân-ı Kerîm;

‒İlâhî imtihanlarla dolu bu cihan dershanesinin en büyük ders kitabıdır.

‒İki cihan saâdeti için Hak katından insanlığa gönderilen son ilâhî mesajlar ve son çağrıdır.

‒Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına bahşettiği, nîmet, şeref ve izzetlerin en yücesidir.

Nitekim âyet-i kerîmede;

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifâ, müʼminler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57) buyrulmaktadır.

Hakîkaten Kurʼân-ı Kerîm, ona samimiyetle gönlünü açanlar için, şifâ, rahmet ve hidâyet menbaıdır. Tıpkı kazdıkça her tabakasından son derece kıymetli hazineler çıkan zengin bir toprak gibidir. Herkes o mukaddes hazineden, ihlâs, takvâ, istîdat ve nasîbine göre farklı seviyelerde istifade eder.

Avâm-havâs bütün müʼminler aynı rahle önünde Kurʼân okusalar, her biri, kalbî derinliğine göre farklı derecelerde hisseler alır.

Diğer bir tâbirle Kur’ân-ı Kerîm, gönlün mânevî kıvâmı nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz-bucaksız ve engin bir deryâ gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir dalgıç, en derin deryâlara dalar ve kıyıdakilerin göremediği muhteşem manzaralar ve bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kateden müʼminler de, Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok sır ve hikmet tecellîlerine vâkıf olurlar.

Dolayısıyla, takvâ olmadan; yani nefsânî arzuları bertaraf etmeden, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmeden, kâmil mânâda bir “ehl-i Kur’ân” olabil­mek mümkün değildir. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkate işaretle şöyle buyruluyor:

“O Kitap (Kurʼân); onda aslâ şüphe yoktur. O, müttakîler (takvâ sahipleri) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)

Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm’e dokunabilmek için zâhiren abdestli olmak gerekliyse, onun lâhûtî iklîmine girebilmek için de, bâtınen kalp temizliğine dikkat edilmelidir. Aksi hâlde günah kirleriyle kararmış bir kalp ile Kur’ân-ı Kerîmʼin derûnî manzaraları seyredilemez.

Bu sebepledir ki Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Eğer kalplerimiz tertemiz olsaydı, Rabbimizʼin kelâmına doyamazdık.”

Hakîkaten Kur’ân-ı Kerîm, kesâfetten arınmış ve nûrâniyete bürünmüş bir gönle sırlarını cömertçe açar. Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati şöyle ifade buyurur:

“Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler lâyıkıyla anlar…”

“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini ve Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerini okumadan evvel kendini düzelt (hâline çeki düzen ver, kendini toparla)! Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..”

Dolayısıyla, Kurʼân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde edebilmek için, onu okurken kalbin temiz ve âgâh/uyanık olması şarttır. Zira Kur’ân, asıl kalple okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olmaktır.

Nitekim Kurʼân âyetlerini Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da dinledi, Ebû Cehil de. Fakat her ikisi de Kurʼân aynasında kendi kalp âleminin akislerini seyretti. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Allâhʼın Kelâmıʼna hayran kaldı; Ebû Cehil ise kendi kalbinin katranını seyrettiği için, azılı bir İslâm düşmanı kesildi.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifadesi ne kadar mânidardır:

“Senin dünyaya bakan penceren kirli ise, benim çiçeklerim sana çamur görünür!..”

Nitekim âyet-i kerîmede de:

“Onlar Kurʼânʼı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24) buyruluyor.

Dolayısıyla, Kur’ânî hakîkatlerden hisse alabilmek için, evvelâ temiz bir kalp ve hâlis bir niyet ile ona yaklaşmak îcâb eder. Aksi takdirde bereketli nisan yağmurlarının üzerinden akıp gittiği kayalara hiçbir faydası olmadığı gibi, hak ve hakîkate kapalı olan, âdeta taş kesilmiş kalplere de Kur’ân’dan bir fayda hâsıl olmaz.

Hattâ Kur’ân’ın hidâyet, rahmet ve şifâsı ile buluşamayanlar, büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar. Tâbiîn neslinin meşhur müfessirlerinden Katâde -rahmetullâhi aleyh-ʼin dediği gibi;

“Kur’ân-ı Kerîm okuyanlar, ya kâr ya da zarar ile kalkarlar. Zira âyet-i kerîmede buyruluyor:

«Biz Kur’ân’dan, îmân edenler için şifâ ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zâlimlerin de ancak hüsrânını artırır.» (el-İsrâ, 82)”

Hakîkaten, asr-ı saâdette Kur’ân’a hayranlıklarından dolayı onu gizli gizli dinleyen müşrikler, onun beşer kelâmı olmadığını ve Allah katından geldiğini vicdânen kabul ettikleri hâlde; sırf dünyevî ve nefsânî menfaatlerini kaybetme endişesiyle reddettiler, şirk ve küfrün denâetine/alçaklığına saplanıp kaldılar.

Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîm ile kıyâmete kadar gelecek olan bütün inkârcılara meydan okudu:

(Rasûlüm!) De ki: Andolsun bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini meydana getiremezler.” (el-İsrâ, 88) buyurdu.

Müşrikler, o gün de bugün de Kur’ân’ın bir benzerini getirmekten âciz kaldılar. Cenâb-ı Hak müşriklere acziyetlerini daha da yakından idrâk ettirmek üzere, bir sonraki safhada Kur’ân sûrelerine benzer on sûre, sonrasında bir sûre, hattâ en sonunda Kur’ân’a herhangi bir yönden biraz olsun benzeyen bir söz getirmelerini istedi. Fakat inkâr edenler, bu meydan okumalara da herhangi bir şekilde cevap veremediler. Bu hususta mutlak bir acziyet içinde kaldılar.

Üstelik bu hâdise, Mekke devrinde Arapların şiir ve edebiyat fuarları düzenledikleri, fesâhat ve belâgatte yarıştıkları bir dönemde meydana geldi.

Müşrikler, Kurʼân-ı Kerîmʼin bir benzerini meydana getiremeyince, bu defa -hâşâ- Cenâb-ı Hakkʼın takdîrine hatâ izâfe edecek kadar şaşkınlaştılar:

“«Bu Kur’ân, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!» dediler.” (ez-Zuhruf, 31)

Çünkü; “Bizler varlıklı kimseleriz; şânımız-şöhretimiz, kudret ve îtibârımız var. Dolayısıyla bu Kurʼân bize indirilmeliydi.” dediler.

Kurʼân-ı Kerîm gibi mûcizevî bir kitabın kendilerine değil de müslümanlara gelmiş olması sebebiyle gayr-i müslimlerin içten içe duydukları kin, haset ve kıskançlığı, Cenâb-ı Hak şöyle haber veriyor:

(Ey müʼminler!) Ehl-i Kitapʼtan inkâr edenler ve müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Hâlbuki Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lûtuf sahibidir.” (el-Bakara, 105)

“Ehl-i Kitapʼtan çoğu, hakîkat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi îmânınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler…” (el-Bakara, 109)

Şu bir hakîkattir ki tarih; tekrar tekrar sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rol alanlar değişse de ana senaryo değişmez. İbn-i Haldunʼun ifadesiyle;

“Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Zira zamanın, mekânın, hayat şartlarının ve dekorların değişmiş olması, insan tabiatını değiştirmiyor. Bugün haz ve hız odaklı yaşayan modern câhiliye insanı ile, 14 asır önceki bedevî câhiliye insanı arasında bir gardırop farkından başka ne var?

Allah ve Rasûl’ünden uzak yaşanan her devir, bir câhiliye devridir. İlâhî ve nebevî beyanlarla ıslah olmamış her asrın vahşetleri birbirine denktir…

Bugün de tarih tekerrür ediyor. Câhiliye devrinde olduğu gibi, bugünkü modern câhiliyede de Kurʼân-ı Kerîmʼe menfî ve nefsânî bir şartlanmayla bakanlar; onun hidâyet, rahmet ve nûru yerine, kendi iç dünyalarının karanlığını görüyorlar. Gözleri karanlığa alıştığı için de İslâmʼın ve Kurʼânʼın nûrundan rahatsız oluyorlar.

Geçmişte câhiliye müşrikleri, Kurʼânʼın mûcizevî beyanları karşısında fikrî bir mücadele veremeyip çaresizliklerini örtme telâşıyla, alay, hakâret ve kaba güce başvurmuşlardı. Bugünün modern câhiliyesinde de;

‒Kur’ân-ı Kerîm’in, nâzil olduğu günden bu yana bir harfi bile değişmemiş mûcizevî bir kitap olduğuna en ufak bir îtirazda bulunamayanlar,

‒Önceki ilâhî kitaplara yapılmış olan tahrifâtı, Kurʼân-ı Kerîmʼe yapamayanlar,

‒İslâmʼın inkişâfından rahatsızlık duyan bazı karanlık vicdanlar, Kurʼân sayfalarını yakmakla kendilerini avutuyor, kin ve nefretlerini kusuyorlar.

Şüphesiz ki onların bu cinnet hâli, içine düştükleri âcizliğin apaçık bir göstergesi. Bu düştükleri acziyet, tıpkı bir mahkûmiyet kararını yırtıp yakarak verilen hükümden kurtulacağını zanneden bir zavallının hâlini andırıyor.

Onların bütün bu hırçınlık ve saldırganlıkları, Kurʼân-ı Kerîmʼin şan ve şerefine aslâ halel getiremez. Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

“Köpeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez!..”

Yani mânevî değerlerimize ve mukaddesâtımıza saldıran kendini bilmezlerin bu hakâretleri, hakîkatin kıymetinden bir şey eksiltmez. Güneşʼi balçıkla sıvamaya çalışanların ellerindeki çamur, sadece kendi murdarlıklarının şâhidi olur.

Bu zâlimler, niçin Kurʼân-ı Kerîmʼi yakıyorlar? Niçin bâtıl beşerî dinlerin ve tahrife uğramış Yahudilik ve Hristiyanlığın kitaplarını veya sembollerini değil de, Kurʼân-ı Kerîmʼi yakıp İslâmʼa ve müslümanlara hakâret ediyorlar? Çünkü;

“Meyveli ağaç taşlanır.”

“Hırsız, kuyumcu dükkânını soymak ister, eskici dükkânını değil.”

Bugün İslâm dışındaki dinlerin ve beşerî sistemlerin insanlığa verebileceği bir huzur yok. Avrupaʼda kiliseler kapanıyor, insanlar ateizme kayıyor.

Akıl mahsulü felsefelere dayanan birçok beşerî sistem gelip geçti. Fakat bunların hiçbiri insanlığa huzur ve saâdet getiremedi.

Meselâ bugünkü kapitalist ve liberal sistemin getirdiği mâneviyatsızlık ve merhametsizlik, vicdanları kuruttu, bir insanlık enkâzı meydana getirdi. Mazlum coğrafyaları mâtem ülkelerine, Akdenizʼi bir göçmen kabristanına çevirdi.

Onların bütün bu zulümlerine mukâbil İslâm, Yaratanʼdan ötürü yaratılana şefkati, merhameti, vicdanlı ve insaflı olmayı, hak ve adâleti, fazîlet ve merhameti emrediyor. Yani insanlığın yegâne kurtuluş umudu, İslâmʼda…

İslâm; vaz ettiği güzel ahlâk dolayısıyla, menfaatperest insanları, sömürgeci devletleri, emperyalist güçleri rahatsız ediyor. Emrettiği adâlet sebebiyle, zâlimleri ve sahtekârları rahatsız ediyor.

Nitekim Cenâb-ı Hak da Fetih Sûresiʼnin son âyetinde, müslümanların çoğalıp kuvvetlenmesinin, küffârı öfkelendirdiğini beyan buyuruyor.

Bugün de İslâm düşmanları öfkeli. Bunun için insanlığın yegâne huzur reçetesi olan Kurʼânʼa saldırıyorlar.

İnsanlığa en fecî zulümleri yapanların dinlerine değil, barış ve rahmet dîni olan İslâmʼa “fobi” yakıştırmasını revâ görüyorlar.

Amerika, 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombası attı. Kadın, çocuk, yaşlı, savaşla hiç alâkası olmayan, hiçbir şeye iştirâk etmemiş insanlar, hattâ hayvanlar ve ağaçlar katledildi. Hitler, milyonlarca yahudiyi katletti. Fakat bunlara kimse hristiyan terörü demedi.

Yine Stalin komünistti. Yüz binlerce insanı hunharca katletti. Hattâ kellelerden kuleler yaptı. Fakat buna da komünist terörü denmedi.

Bugün Afrika ve Orta Doğu’nun yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmek için dünyanın dört bir tarafından üşüşerek oraları talan edenler de müslüman değildir. Fakat kimse çıkıp da buna hristiyan terörü demiyor.

Daha birkaç sene önce Arakan’da Myanmar devletinin göz yumduğu teröristler, sayısız müslümanı vahşîce katletti. Lâkin buna da hiç kimse çıkıp budist terörü demedi.

İsrail yıllardır Filistinli kardeşlerimize zulmediyor, onları hunharca katledip topraklarını gasp ediyor. Buna da aslâ yahudi terörü denmiyor.

Peki, bu “terör” ve “fobi” tâbirlerinin, insanlığın ufkunu karartan en büyük zâlimlerin bâtıl dinleri için değil de, sadece hak din olan “İslâm” için kullanılmasının sebebi ne?

Çünkü bâtıl, haktan rahatsız oluyor. Gaflet uykusunda uyuyanlar, kendilerini îkaz edenlerden rahatsız oluyorlar. Nefsânî arzularının peşinde sorumsuzca bir hayat yaşayanlar, âhiret gerçeğinden korkuyorlar.

Geçmişte müşrikler, yalan, iftira, alay ve hakâretlerle, çıkardıkları gürültülerle Kurʼânʼın sesini bastırmak ve susturmak istiyorlardı. Onların bugünkü temsilcileri de İslamofobi mavalını insanlığa yutturarak ve bunu her fırsatta zihinlere işleyerek İslâmʼın nûrunu söndürmek istiyorlar. Muvaffak olamadıklarını gördükçe de, hakkı teslim edip hakîkati kabul edecekleri yerde, daha da hırçınlaşıp nefret suçlarına yöneliyorlar.

Müslümanları potansiyel bir terör şüphelisi olarak lanse eden filmler çevirerek, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi karalamak üzere rezil karikatürler yaparak, câmi katliâmı yaparak, Kur’ân-ı Kerîm yakarak, kendi iç dünyalarındaki katranı kusan bu nefret çetesinin tek derdi, İslâm’a yönelişin önüne geçmektir. Fakat Allâh’ın izniyle bu emellerinde muvaffak olamayacaklardır. Çünkü âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan aslâ vazgeçmez.” (et-Tevbe, 32)

Evet; Cenâb-ı Hakk’ın “nûrunu tamamlayacağı” muhakkaktır. Fakat bâtıl ehlinin bu hayâsızca saldırıları karşısında sessiz ve âtıl kalmamız da, kendimiz için uhrevî bir vebaldir. Bu nevî durumlarda müʼminler olarak, İslâmʼın izzet ve vakârını koruma hususunda ne kadar gayret-i dîniyye sahibi olduğumuzdan imtihan edildiğimizi, aslâ unutmamalıyız. O zâlimlere karşı, Allah için buğzun gereği olan tavrı sergilemeliyiz.

Lâkin, hak dîn İslâmʼın mensupları olarak bizler, bu hayâsızca akınlara nasıl set çekeceğiz? Yapılan bu çirkinliklere misliyle cevap vererek mi? Bâtıl ehlinin yaptığı gibi yakıp yıkarak ve hakâret ederek mi? Tabiî ki hayır!

Zira bizler, -elhamdülillah- Rahman ve Rahîm olan Allâhʼın kullarıyız. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamberʼin ümmetiyiz. Rahmet dîni İslâmʼın mensuplarıyız. Dolayısıyla İslâm düşmanları ne kadar alçakça saldırılarda bulunsalar da, bizler İslâmʼın yüceliğine yakışan şekilde bir mücâdele sergilemekle mükellefiz.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel hulâsa etmektedir:

1992-1995 yılları arasında, dünyanın gözleri önünde katliam ve vahşetlere mâruz bırakılan Bosna’nın büyük mücâhid ve mütefekkir lideri Aliya İzzetbegoviçʼe bir gün askerlerinden biri gelerek:

“–Sırplar bizim namusumuza saldırıyorlar; sivilleri acımadan katlediyorlar; kadınlarımızı, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı öldürüyorlar. Buna bîgâne kalmamalıyız!” der.

Aliya İzzetbegoviç ise şu veciz cevâbı verir:

“–Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz de zâlimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir mânâsı kalmaz! Biz, Kitâbʼa uyacağız. Savaş; ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir! Ben Avrupaʼya (sulh müzâkereleri için) giderken başım önüme eğik gitmiyorum. Çünkü biz, çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik; hiçbir kutsal mekâna saldırmadık. Oysa onlar, bunların tamamını yaptılar. Hem de Batıʼnın gözü önünde; Batı medeniyeti adına!..”

Rahmet dîni İslâm, savaşta bile bir hukuk gözetir. Dolayısıyla müslümanın mücadele üslûbunu da Kurʼân-ı Kerîm belirler. Biz İslâm düşmanlarının yaptıkları gibi, onların kutsal değerlerine hakâret edersek, onlardan bir farkımız kalmaz. Bunu bizzat Kurʼân-ı Kerîm yasaklıyor:

“Allahʼtan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allâhʼa söverler…” (el-Enʻâm, 108)

Dolayısıyla Kurʼân-ı Kerîmʼi savunmanın âdâbını da Kurʼânʼdan öğrenmeliyiz. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkân, 52)

Âyet-i kerîmedeki bu “büyük cihad” emri, henüz mü’minlerin müşriklerle mücâdele edebilecek maddî ve askerî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmişti. Bu ilâhî emir, “büyük cihâd”ın en mühim mânâlarından birini ortaya koyuyor ki, o da, Kur’ân’ın yaşanarak tebliğ edilmesidir.

Dolayısıyla bizler Kurʼânʼa sımsıkı sarılır, onun ahlâkıyla ahlâklanır, İslâm şahsiyet ve karakterini hâl ve davranışlarımızla sergiler ve insanlığın yegâne kurtuluş reçetesi olan Kurʼânʼın mesajlarını gönüllere ulaştırabilirsek, bu hâl, İslâm düşmanlarına verilecek en güzel cevap olacaktır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Hak Kelâmıʼn gûş edip,
Deryâ gibi cûş edip,
Câm-ı aşkı nûş edip,
Yutalım şimden gerü…

“Kurʼân-ı Kerîmʼin mesajlarını can kulağıyla dinleyip, deryâlar gibi coşalım. O Hakkʼın kelâmından ilâhî aşk iksirini içelim artık…”

[Hem kendimizin hem de insanlığın ebedî kurtuluşu için;

‒Kurʼânʼa aşk ile sarılmalı,

‒Onun yolunda sadâkatle yürümeli,

‒Hikmetlerine muhabbetle râm olmalı,

‒Emirlerine cân u gönülden itaat etmeli,

‒Kur’ân’ı hayatımızda dâimâ birinci plânda tutmalıyız.

Bilhassa evlâtlarımıza bırakacağımız en kıymetli mîrasın, onları derin bir Kurʼân kültürüyle yetiştirmek olduğunu unutmamalıyız. Evlâtlarımıza, Kurʼân-ı Kerîmʼin sadece kıraatini değil, mânâ ve hikmetlerini, ahlâk ve ahkâmını, hayata nasıl tatbik edileceğini de öğretecek, şümullü bir tahsil imkânı hazırlamaya gayret etmeliyiz.

Maalesef günümüzde evlâtların sırf dünyevî istikbâlini düşünerek onları ciddî bir Kurʼân tahsilinden mahrum yetiştirme gafleti, kendini dindar gören âilelere bile sirâyet etmiş durumdadır. Hâlbuki Kurʼân tahsilini ikinci plânda görmek, dünya ve âhiret saâdetini tehlikeye atan, hazin bir aldanıştır.

Bunun için, çocuklarımızı sadece yaz aylarında üç-beş haf­ta camiye veya kursa göndermeyi yeterli göremeyiz. Bu, Kurʼân kültürünü hafife almaktır. Unutmayalım ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına Kurʼân-ı Kerîmʼi 23 senede bizzat yaşayıp yaşatarak tahsil ettirdi.

Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamak, her mü’minin vazifesidir. Aksi hâlde âhirette Kurʼânʼın şefâatini umarken onun bizden şikâyetçi olması da muhtemeldir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in hilâfına bir hayat yaşayanlar hakkında âhirette Peygamber Efendimiz’in Rabbine şikâyette bulunacağı, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

“Peygamber der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.»” (el-Furkân, 30)

İşte âhirette bu nebevî itâba dûçâr olmamak için, Kur’ân-ı Kerîm’i bol bol tilâvet etmeli, derûnundaki mânâlara âşinâ olmalı ve duygu derinliği içinde hayatımıza tatbik etmeye gayret göstermeliyiz.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Hükm-i Kurʼânʼla âmil olmak, aceb[1] saâdettir,
Hubb-i dilden zâil olmak, aceb şekāvettir…[2]

“Ebedî saâdetin yolu, Kurʼânʼın hükümleriyle âmil olmaktır. Bu hususta gönlün muhabbetini, şevk ve heyecanını yitirmesi ise ebedî hüsran sebebidir.”

[Unutmamak îcâb eder ki Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Hâlıkı’nın biz âciz kullarına büyük bir lûtuf olarak bahşettiği bir hidâyet rehberidir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde edebilmek için, Mushaf-ı Şerîf’in kapağını müstesnâ bir edep, hürmet, tâzim ve muhabbet duygularıyla açmalıyız. Onu bizlere Âlemlerin Rabbiʼnin gönderdiği şuuruyla ve âdeta yeni nâzil oluyormuş gibi müstesnâ bir şevk ile okumalıyız.

Onu okurken;

“Acaba Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını nasıl tahsil edebiliriz, Oʼnun muhabbetine nasıl mazhar olabiliriz?” suallerine cevap bulma arzu ve iştiyâkıyla dolu olmalıyız.

İşte bu takdirde Kurʼân;

‒Hânelerimize huzur,

‒Gönüllerimize sürur,

‒Hayatımıza rahmet,

‒İşlerimize bereket,

‒Sadrımıza şifâ,

‒Rûhumuza gıdâ olur.

Tarih şâhittir ki fert ve toplumları kemâle erdirerek maddî-mânevî zirvelere yükselten; Allâhʼın Kelâmıʼna samimiyet ve sadâkatle bağlılıktır. Zira Kurʼân azizdir, izzet bahşeder. Asr-ı saâdetten beri Kurʼânʼa gönül verenler âbâd olmuş; bunun zıddına, ona sırt dönenlerse berbâd olmuşlardır. Kurʼânʼdan uzaklaşmak, hem dünyada hem de âhirette ilâhî rahmetten mahrûmiyet sebebidir.

Tarihî bir misâl kabîlinden şunu da zikredelim ki; Osmanlı’nın hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsur senelik ihtişâmı, asıl Kurʼân-ı Kerîmʼe gösterdiği hürmetten ve mâneviyâta verdiği kıymetten kaynaklanmıştır.

Osman Gâzi’nin, meşhur rivâyete göre, misafir kaldığı bir odada Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selim Hân’ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzîm ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette kesintisiz olarak Kur’ân-ı Kerîm okutması ve daha nice edep, hürmet ve muhabbet tezâhürleri, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün mânevî sâiklerindendir.

Ecdâdımız Osmanlı, Kurʼân-ı Kerîmʼe cân u gönülden râm olup onu baş tâcı ettiği müddetçe, izzet ve şerefle âleme nizam verdi. Buna mukâbil, Lâle devri ve Tanzîmatʼta olduğu gibi o rûhâniyetten uzaklaşarak ten plânına, yani nefsâniyete dönüldükçe, ilâhî rahmet ve nusret de üzerlerinden kalkmaya başladı.

Cenâb-ı Hakkʼın şu îkâzı ne kadar ibretlidir:

“Andolsun, size öyle bir Kitap indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?!” (el-Enbiyâ, 10)]

Cenâb-ı Hak, yüce kitabımız Kurʼân-ı Kerîmʼi lâyıkıyla idrâk edip muktezâsınca yaşayabilmeyi, kıyâmet günü de onun güzel şâhitliğine ve şefaatine erebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Şu fânî âlemde, Kur’ân neslinin devamına medâr olacak hayırlı hizmetlerde bulunabilmeye, cümlemizi muvaffak kılsın.

Vatanımızı, milletimizi ve İslâm âlemini yeniden Kur’ân ahlâkıyla azîz eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Aceb: Acâyip, hayret edilecek şey.

[2] Şekāvet: Şakîlik, eşkıyâlık, uhrevî bakımdan kötü hâllilik, âkıbet bedbahtlığı.