Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -16-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2023 – Ocak, Sayı: 443

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Ko keşf ü kerâmâtı,
Geç cümle makâmâtı,
Kasdet bulagör Zâtʼı,
Gel Hû diyelim Hû!..

[Tasavvufun gâyesi, Cenâb-ı Hakkʼa yakın bir kul olabilmek ve Oʼnun dostluğuna erebilmektir. Yoksa çeşitli zuhûrat, sünûhat, ilham, keşif ve kerâmetlere ermek değildir. Bunlar, seyr u sülûk esnâsında bazen görülebilen birtakım tecellîlerdir. Fakat bunlar aslâ tasavvufî terbiyenin maksadı değildir. Hüdâyî Hazretleriʼnin tâbiriyle “maksad-ı aksâ” yani “en yüce gâye” yalnızca Cenâb-ı Hakʼtır.

Bunun içindir ki gerçek tasavvuf;

‒Nefsâniyeti bertaraf edip rûhâniyeti inkişâf ettirmek,

‒Kendini her an ilâhî huzurda bilmek,

‒Zikr-i dâimî neticesinde kalben Cenâb-ı Hakʼla beraber olmak için girilen bir mânevî terbiye yoludur.

Gerçek tasavvuf; Kurʼân ve Sünnetʼte haber verilen, tevhîd, ihlâs, ihsan, zühd, istiğnâ, takvâ, huşû, rızâ, havf ve recâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, gurur, kibir, riyâ, ucub, gaflet, ihtiras, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten mânevî bir mekteptir. Yoksa sadece riyâzet ve mücâhede gibi birtakım temrinlerle, keşif ve kerâmetlere erme eğitimi değildir.

İki çeşit kerâmet vardır:

  1. Mânevî kerâmet: Îman, ahlâk, ibadet, ilim, irfan ve takvâda mesafe katedip mânen seviye alarak, «فَاسْتَقِمْ كَمَآ اُمِرْتَ» “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesinin muhtevâsından hisse alabilmektir. Yani Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde bir ömür sürmektir.
  2. Kevnî ve sûrî kerâmet: Tayy-i mekân, ortada bulunmayan bir eşyayı göz önüne getirme, vahşî hayvanlara iş gördürme gibi, madde âleminde meydana gelen, fakat tabiat kanunlarıyla îzah edilemeyen hârikulâde hâllerdir.

Gerçek tasavvuf erbâbı, kevnî ve sûrî kerâmetlere fazla îtibâr etmezler. Zâten böyle bir kerâmetin izhârı, Hakkʼa yakın bir kul olmanın şartlarından da değildir.

Nitekim pek çok rivâyette[1] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın da, fizikî ve kevnî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz muhabbeti, sarsılmaz sadâkati, müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir.

Onun bu yakınlık, muhabbet ve teslîmiyetine mukâbil Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de vefâtı esnâsında:

“Bütün kapılar kapansın; yalnız Ebû Bekir’inki kalsın!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb 3, Mesâcid, 80)

Bunun içindir ki ehlullah nazarında esas kerâmet, Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşamaktır.

Her ne kadar halk, kerâmet türlerinden kevnî ve sûrî olanlara daha çok rağbet gösterirse de, aslında makbûl olan; mânevî kerâmet, yani istikâmettir. İstikâmet üzere olmayan birinin bütün gayreti beyhûdedir/boşunadır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri şöyle buyurur:

“İstikâmet ve gayret, sayısız keşif ve kerâmetten efdaldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşif ve kerâmet, dînin emirlerine riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa, belâ ve fitneden başka bir şey değildir.”

Nitekim Allah Teâlâʼnın ism-i âzamʼı bildirerek nice kerâmetler verdiği Belʻam bin Bâûrâ’nın düştüğü hazin âkıbet, pek ibretlidir. Bu zât, İsrâiloğulları içinde âlim ve velî biri olarak biliniyordu. Fakat Kurʼân-ı Kerîmʼde bildirildiği üzere, sonradan nefsine uyup dünyaya aldandı ve o yüksek hâlini kaybetti, hattâ îmansız olarak öldü.[2]

Demek ki bir kul, hangi mânevî dereceye ulaşmış olursa olsun, bu hâlini muhafaza edip edemeyeceği hususunda aslâ emin olamaz. Dolayısıyla son nefese kadar havf ve recâ arasında, yani ilâhî gazaba dûçâr olma korkusu ve ilâhî rahmete nâil olma ümidi içinde Hakkʼa kulluk, her müʼmin için zarurîdir.

Nitekim, keşif ve kerâmet ehli hakîkî velîler dahî, bu yüksek hâl ve makamları sebebiyle kendilerini ebedî kurtuluşa ermiş kimseler olarak görmemişlerdir. Bilâkis son nefesi îman ile verip veremeyecekleri endişesiyle; hiçlik, yokluk ve acziyet duyguları içinde Allâhʼa ilticâ hâlinde yaşamışlardır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Mürîd, halvete[3] kevnî kerâmet ve bazı ilâhî sırlara muttalî[4] olma arzusuyla değil, kadîm[5] olan nûr-i ilâhînin zuhûru ve Vech-i Bâkîʼnin[6] müşâhedesi için girer.”[7]

[Daha önce de ifade ettiğimiz gibi tasavvuf, istikâmet üzere bir kullukla Cenâb-ı Hakkʼın rızâ, muhabbet ve yakınlığına vâsıl olma cehd ve gayretinden ibarettir.

Zira gönüller Allâh’a yaklaştıkça, nefsânî arzular gözden ve gönülden düşer, dünyevî lezzetler kıymetini yitirerek âdeta birer çakıl taşına döner. Kul, Hakk’a yakınlığın gönül vecdine erince, bütün ibadetler ve kulluk vecîbeleri, tarifsiz bir lezzet hâline gelir. Bu şekilde aşk ile yaşanan bir îman; kula yorgunluk değil, ancak huzur ve mutluluk kaynağı olur.

İşte tasavvuf da kulluğu böylesine yüksek bir vecd, istiğrak, feyz ve rûhâniyet içinde, Hakkʼa yakınlığın mânevî hazzını tadarak yaşama gayretidir.

Bu sebeple tasavvuf yoluna intisâb eden gerçek bir mürîdin gâyesi, sebepler âleminin şartları dışında gerçekleşen birtakım tabiatüstü hâdiseler görebilmek değildir. Samimî bir mürîdin gayesi, kalbinin ilâhî nurlarla ihyâ olması ve bunun neticesinde, Cenâb-ı Hakkʼın cemâlini seyretme bahtiyarlığına erecek olan, sâlih ve sâdık kullar zümresine girebilmektir.

Meselâ seyr u sülûk esnâsında ve bilhassa nefs-i mülhemede, bazı müridler birtakım zuhurat, sünuhat ve ilhamlarla karşılaşabilir. Kimi zaman da beyin konuşur, mürid ise bunu gerçek zannedebilir. Bu zan sebebiyle de kendine bir ucub hâli gelebilir. İşte bu noktada kendisini hakka ve hayra istikâmetlendirecek olan bir mürşide ihtiyaç vardır.

Dolayısıyla tasavvuf, en başta kalbi ıslah ve ihyâ gayretidir. Bu olmadıktan sonra, kişi sabah-akşam kerâmet gösterse, hiçbir kıymeti yoktur. Böyle kimselerde görülen fevkalâde hâller de kerâmet değil, istidraçtır.

İstidraç; kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyıh, yani velî olmadığı hâlde kendini velî gibi göstermeye çalışan bazı şahıslardan sâdır olan, evliyânın kerâmetine benzer birtakım sıra dışı ve olağanüstü hâllerdir.

Bu nevî fevkalâde hâllerin kerâmetten farkını anlayabilmek, ilim ve irfan işidir. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, böyle kimselerin hayatı, takvâ ölçüleri içinde geçmez. Bunlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sünnetlerine ittibâ hususunda, pek çok noksanlıkları olan kimselerdir. Dînî hususlarda kendilerine îtimâd edilecek kimselerde ilk olarak aranması gereken de budur.

Ebuʼl-Âliye -radıyallâhu anh-ʼın şu ifadeleri, bu hususta ne güzel bir misaldir:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına bakardık. Eğer namazını güzel kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını kötü kılarsa; «O, diğer işlerini de kötü yapar.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Velhâsıl, bir kimsenin ibadette, muâmelâtta, îtikadda, ahlâkta ve bilhassa sünnete ittibâda kusurları varsa, ona îtibar etmemek gerekir. Zira bu hâller, takvâ noksanlığının en bâriz alâmetleridir.

Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-:

“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnetʼe uymuyorsa bu bir istidraçtır.” buyurmuştur.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de:

“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile, sakın ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, şerʼî hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!” buyurmuştur.

Yusuf Hemedânî Hazretleriʼnin şu îkâzı da çok mânidardır:

“Din ve şerîat yolunda yürümeyen kişi, günde bin kerâmet gösterse bile şeytana uymuş demektir. Sünnetʼe aykırı olan bir şeye îtikâd eden kişi, dünyanın ilmini ezberlemiş de olsa, o gayretleri, kendisi için ancak bir yorgunluktan ibârettir.”

Mevlânâ Hazretleriʼnin naklettiği şu kıssa, bir müʼmin için en mühim şeyin, keşif ve kerâmet arayışı değil, istikâmet üzere bir kulluk olduğunu ne güzel hulâsa etmektedir:

Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olur. Beraber giderlerken bu adam, bir köşede bazı kemikler görür ve Hazret-i Îsâ’ya:

“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret de bu kemikleri diriltip kaldırayım.” diye yalvarır.

Hazret-i Îsâ ise cevâben:

“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için, yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, meleklerden daha önde bir kul olmak gerekir.

İsm-i âzam, (haram ve şüpheli lokmanın geçmediği) temiz bir ağız ve (Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden arınmış bir) kalp ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi haram ile kirlenmiş olmasın ve melekler gibi isyan ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olmadan, o kimsenin duâsı makbûl olmaz!..

Meselâ farzedelim ki sen, Hazret-i Mûsâʼnın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin? İşte bunun gibi, sende de Îsâ’nın nefesi yokken ism-i âzam’ı okumanın sana ne faydası olur?!” der.

Fakat gâfil adam yine durmaz ve:

“–Yâ Îsâ! Bu istîdat bende yoksa, bâri sen o kemiklerin üzerine oku!” der.

Îsâ -aleyhisselâm- bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle şaşırır ve:

“–Yâ Rabbi! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece tartışmaya meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor! Hâlbuki ona düşen; asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmeye çalışmaktır. Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, toprağa karışmış şu kemikleri ihyâ etmeye çalışıyor. Bu ne dehşetli bir gaflettir!” diyerek hayretini ifade eder.

Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemişlerdir. Hattâ nefislerin gurur, kibir, ucub ve şöhret duygularına kapılmasına ve kalplerin istikâmetten sapmasına sebep olabilen bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle sakınmışlardır. Bütün gayretlerini de gerçek kerâmet olan; Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayabilme üzerine yoğunlaştırmışlardır.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin şöyle dediği nakledilir:

“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (yani otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[8]]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Mâlumdur ki insanın dilinin cirmi küçük, fakat cürmü (büyük ve) günahı çoktur. Dilin cürüm ve günahından, ancak azîmet[9] sahibi kimseler kurtulabilir…”[10]

[İnsanı saâdete de felâkete de götüren, ağzından çıkan sözleridir. Nasıl ki ağzımıza giren lokmaların helâl mi, haram mı, şüpheli mi olduğuna dikkat etmemiz gerekiyorsa, ağzımızdan çıkan sözlerin de hayra mı şerre mi vesîle olacağını düşünüp, ona göre ya konuşmalı ya da susmayı tercih etmeliyiz. Zira insan, konuştuğu her sözden mes’ûldür.

Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın!” (Kāf, 18)

“Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, Kirâmen Kâtibîn (değerli yazıcılar) vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.” (el-İnfitâr, 10-12)

Dolayısıyla mü’min, yapmış olduğu fiiller gibi, söylemiş olduğu sözlerin de dâimâ kayıtlara geçtiğini unutmamalıdır.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Sahâbeden Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e, hangi amelin daha hayırlı olduğunu sormuş ve bu meyanda cihad, oruç, zekât gibi pek çok amel-i sâlih saymıştı. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her seferinde:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurmuştu.

Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ağzını gösterdi ve:

“–Hayır konuşmayacaksa susmak!” buyurdu.

Muâz -radıyallâhu anh-:

“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye hayretle sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe dokunarak şöyle buyurdu:

“–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki?

Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin!

Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız, zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzura kavuşunuz.” (Bkz. Hâkim, IV, 319/7774)

Müʼminin, ağzından çıkan sözlere ne kadar dikkat etmesi gerektiği hususunda, şu hadîs-i şerîf de çok câlib-i dikkattir:

“Kul, Allâh’ın hoşnut olduğu bir sözü söyler, fakat onunla Allâhʼın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o sözünden dolayı, kendisine kavuşacağı kıyâmet gününe kadar o kimseden hoşnut olur.

Yine bir kul da Allâhʼın gazabını gerektiren bir söz söyler, fakat o sözün, kendisini Allâhʼın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü sözünden dolayı, kendisine kavuşacağı kıyâmet gününe kadar gazap eder.” (Tirmizî, Zühd, 12; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Nice insan, diliyle yaptıklarını, eliyle yaptıkları kadar mühim görmez. Hâlbuki çoğu zaman, kötü bir sözün kalplerde açtığı yarayı hiçbir şey açamaz. Bu sebeple; “Dilin kemiği yok.” bahanesine sığınarak, telâfisi mümkün olmayan yanlış sözler söylemek, ağır bir vebaldir.

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakkʼın bizden arzu ettiği lisan edebini ve konuşma âdâbını Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyeʼden güzelce öğrenip hayatımıza titizlikle tatbik etmeliyiz.

Dilimizden dâimâ tatlı bir suyun akışı gibi ruhlara ferahlık veren pırlanta ifadeler çıkmalıdır.

Sözlerimiz, kalplere batan bir diken olmamalı, yıkıcı değil yapıcı bir üslûb arz etmelidir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Söz ve konuşma, ancak Cenâb-ı Hakkʼın emrettiği ve Allâhʼın lâfız ve mânâ bakımından hatâya düşmekten koruduğu yerlerde ve sözlerini insanların ıslâhına sarf eden peygamberler, velîler ve müʼminlerden sâlih âlimler için câizdir.

Avâma, ibadet ve tâatle meşguliyetten başka bir şey gerekmez. Onların sıfât-ı ilâhiyye ve din işlerinin esrârına dâir soruları, saraydaki at bakıcısının sultanlara devlet işleriyle ilgili sual sormalarına benzer…

Onların bu konularda susup dillerine sahip olmaları, en mühim hususlardandır. Çünkü bu şekilde susmayı tercih etmek, günah ve hatâya düşmekten uzak, huzurlu bir yoldur…”[11]

[İnsan, ehil olmadığı hususlarda konuşmamalı, haddini bilmelidir. Aynı şekilde, vâkıf olmadığı mânevî mertebeler hakkında, yüksek perdeden ifadeler kullanmaktan kaçınmalı, bu hususta da kendini bilmelidir.

Seyr u sülûk yolunda mübtedîlerin yani daha yolun başındakilerin, müntehîler yani yolun sonuna yaklaşanlar gibi davranmaları ve sahip olmadıkları hâl ve makamlara ait sözler söylemeleri, son derece mahzurludur.

Meselâ hayatın gam ve sürûru, nazarlarında aynı hâle gelmiş bulunan râdıye mertebesindeki yüksek şahsiyetlerin hâlet-i rûhiyesine tercüman olan şu mısrâlar pek meşhurdur:

Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül yahut diken!
Ya hilʻat ü yahut kefen,
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş!

Söylenmesi dile kolay, fakat yaşanması hayli zor olan bu nevî sözleri, gerekli mânevî olgunluğa ulaşmadan, pervâsızca diline dolamak, mânen tehlikelidir. Zira bu takdirde, bu nevî ifadeler birer iddiâ mâhiyeti taşır ki, Cenâb-ı Hak, kulunun söylediği bu sözlerde samimî olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kimsenin bu büyük sözlerin altında ezilip kalmasından korkulur!

Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri, lüzumsuz ve mânâsız konuşmalardan uzak durmak gerektiğini ifade sadedinde; “Sözün maskarası olma!” îkâzında bulunmuştur.

Yine Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifadeleri ne kadar mânidardır:

“Allah yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”

Yani kalbî bakımdan ham ve noksan birinin, bir anlık coşkunlukla, mânâ semâsının yıldız şahsiyetlerindeki müstesnâ hâl ve tavırları, sun’î ve samimiyetsiz bir şekilde taklide kalkışması, mânen zarar görmesine sebebiyet verebilir.

Mânevî zirvelere ulaşmış olan Hak dostları dahî, dâimâ tevâzu ve mahviyet içinde kalmışlardır. Ne kadar yüksek hâl ve makamlara ermiş olsalar da bunu ifşâ etmekten çekinmişlerdir.

Bu itibarla müʼmin, maddî-mânevî her hususta, evvelâ haddini bilmelidir. Nitekim ârif zâtlar; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” demişlerdir.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak insana mahdut bir akıl vermiştir. Nasıl ki gözün görme, kulağın işitme sınırı varsa, aklın da bir idrak hududu vardır. Cenâb-ı Hak, bu hududun ötesindeki gaybî hakîkatlere kalben teslîm olmamızı emretmiştir.

Meselâ kader sırrı, akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi bütünüyle kavramak, akıl terazisinin kaldırabileceği bir husus değildir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadere îmân etmekle yetinmemizi emir buyurmuş, bu hususta yersiz münâkaşalardan menetmiştir. Öyle ki, kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:

“Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede münâzara ettiklerinden (tartıştıklarından) dolayı helâk oldular. Sakın bu meseleyi münâkaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 1/2133)

İmâm Evzâî -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Allah, bir topluluğa şer murâd ederse, onlara gereksiz yere cedel (tartışma) kapısını açar ve onları sâlih amellerden alıkoyar.”

Dolayısıyla bir kulun; cüz’î irâdesinin dışında kaldığı için mesʼûl olmadığı, bilmediği veya kendisini alâkadar etmeyen hususlarda susması, konuşmasından daha hayırlıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de:

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, Müslümanlığının güzel olmasındandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)

Unutmayalım ki kıyâmet günü, dünya hayatımızda yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğimiz gibi, ağzımızdan çıkan bütün sözlerin de hesâbını vereceğiz. Dolayısıyla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu beyânını da kendimize hayat düsturu edinmeliyiz:

“Âdemoğlunun, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak veya Allah Teâlâ’yı zikir[12] hâriç, bütün sözleri aleyhinedir, lehine değildir.” (Tirmizî, Zühd, 63/2412)]

Cenâb-ı Hak, rızâsı istikâmetinde bir kulluk hayatı yaşamayı, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.

[2] Bkz. el-Aʻrâf, 176.

[3] Halvet: İbadet, riyâzet, mücâhede, zikir ve murâkabe maksadıyla tek başına bir hücreye kapanma, çileye girme.

[4] Muttalî: Haberli, bilgili, vâkıf.

[5] Kadîm: Ezelî, evvelsiz.

[6] Vech-i Bâkî: Cenâb-ı Hakkʼın zâtı, cemâlullah.

[7] İlim, Amel, Seyr u Sülûk, (Hazırlayan: Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz) sf. 177, Erkam Yayınları, İstanbul 2015.

[8] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.

[9] Azîmet sahibi olmak; Allâhʼın emir ve nehiylerine, zarûret dışında muhakkak riâyet etmektir. Ruhsatlara ve kolaylıklara meyletmeyip dînin esas hükümlerini, zor veya kolay diye ayırt etmeden bütünüyle îfâya çalışmaktır.

[10] İlim, Amel, Seyr u Sülûk, (Hazırlayan: Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz) sf. 118, Erkam Yayınları, İstanbul 2015.

[11] Bkz. İlim, Amel, Seyr u Sülûk, (Hazırlayan: Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz) sf. 121-122, Erkam Yayınları, İstanbul 2015.

[12] Zikir, lafzatullâhın yalnızca dil ile tekrarından ibaret değildir. Zikrin belki de en kâmil tezâhürü; gözün gördüğü her şeyde kalbin Cenâb-ı Hakk’ı hatırlaması, böylece kalbin her an Allah ile beraberliğidir.