Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -15-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Aralık, Sayı: 442

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Tarîkat ehlinin bütün âdâbı, Sünnetʼten alınmıştır. Hâşâ ki bidʼat[1] ola!.. Şerîat ehli, «haram ve helâl, emr-i mârûf ve nehy-i münker dahî nedir?» diye inkâr etmeyeler. Bunun gibi, sûfiyye dahî; «Biz Hakkʼa vâsıl olduk.» diye, şer-ʻi mutahharayı bırakmayalar, ilhâda[2] düşmeyeler. Yerli yerinde, şer-ʻi şerîfe riâyet üzere olalar; hıyânet etmeyeler, çalışalar.”[3]

[Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin vârisleri olan Hak dostu âlim ve ârifler, mânevî terbiye yolu demek olan tasavvufun gâyesini, “şerîati kâmil mânâda yaşamak” şeklinde târif etmişlerdir. Yani tasavvuf, her hâlükârda Kurʼân ve Sünnet ölçüleri üzere, takvâ hassâsiyeti içinde bir kullukta bulunmak ve hiçbir zaman bu istikâmetin dışına taşmamaktır.

Nitekim Hak dostlarının âdeta sözcüsü mevkiinde olan Mevlânâ Hazretleriʼnin şu meşhur ifadeleri, bir nevî “sahih tasavvuf” anlayışının da tarifi mâhiyetindedir:

“Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın (gönüllü bir) kölesiyim. Ben, o seçkin/mümtaz peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer biri, benim sözümden, bu (istikâmetin) dışında en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”

Tasavvuf; Kurʼân ve Sünnet’le kemâle ermek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır. Böylece kalben merhaleler katederek Cenâb-ı Hakkʼın yakınlık ve dostluk iklimine girmeye gayret göstermektir.

Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” ufkuna taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifadeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun şuur ve idrâki içinde olmaktır.

Tasavvuf; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği, nefsânî ihtirasların dizginlenip rûhânî istîdatların inkişâf ettirildiği, mânevî bir mekteptir.

Hâsılı tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.

Bu hakîkatlerle tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’­ten almayan ne varsa -ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır. Bir kimsenin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında, şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi beyhûdedir.

Meselâ âile hayatında, iş hayatında, evlâtlarının tahsil hayatında, şerʼî ölçülere dikkat etmeyen kimselerin, kalp âlemlerinde mânevî terakkî beklemeleri de boşunadır. Tasavvuf ehli müʼminler, bilhassa evlâtlarının mânevî terbiyeleriyle yakından alâkadar olup onları zamâne şerlerinden titizlikle muhafaza etmelidirler.

Fakat ne yazık ki günümüzde nice dindar ailenin, evlâtlarını Kurʼân tahsilinden mahrum bıraktıklarına, hattâ mânevî değerlerini ne kadar koruyabileceklerini düşünmeden onları gayr-i müslim ülkelere gönderdiklerine üzülerek şâhit oluyoruz. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onların ebedî istikbâlini tehlikeye atan ebeveynlerin kendilerini dindar zannetmeleri, ancak kendilerini kandırmaları demektir.

Yine bu meyanda, tasavvufî neşveye sahip olduklarını iddiâ eden bazı çevrelerin, şerʼî ölçüleri ve kulluk vazifelerini hafife alan bir tavırla söyledikleri;

“‒Mühim olan kalp temizliği. Kalp temiz olduktan sonra amelin olmasa da olur…” şeklindeki ifadeleri, nefsânî tâvizlere kapı aralayan, apaçık bir gaflet ve dalâlet tezâhürüdür.

Zira kalp temizliği yeterli olup sâlih ameller ve takvâ hassâsiyeti gereksiz olsaydı, en temiz kalbe sahip olan peygamberler, evliyâ, asfiyâ, ebrâr, sâlih ve müttakî kulların, ibadet ve tâatte bulunmalarına ve ilâhî emirleri takvâ hassâsiyeti içinde tatbik etmelerine gerek olmazdı. Hâlbuki en çok onlar bu hususta gayret ve titizlik göstermişlerdir.

Meselâ Hazret-i İbrahim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allah yolunda canıyla, malıyla, evlâdıyla imtihan edilip sarsılmaz tevekkül, teslîmiyet ve itaati neticesinde Hakk’a dostluk iklimine girince, gönlünde muhteşem ufuklar açıldı. İlâhî azamet karşısında müthiş bir hiçlik, yokluk ve acziyet hissiyâtına bürünerek Cenâb-ı Hakkʼa;

وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulundu.

Allâhʼın Habîbi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde namaz kılıp istiğfâr etti. Niçin böyle yaptığı sorulunca da:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurdu. (İbn-i Hibbân, II, 386)

Yine “Aşere-i Mübeşşere”, yani daha dünyada iken Cennet’le müjdelenen sahâbîlerden hiçbiri; “biz artık kemâle erdik, maksadımıza ulaştık” diyerek ve nâil oldukları nebevî müjdeye güvenerek, kulluk vazifelerini ihmâl etmediler. Aslâ gurur, kibir veya rehâvete kapılmadılar. Aksine, büyük bir kalbî rikkatle ve son nefese kadar sürekli artan bir gayretle, örnek bir kulluk hayatı yaşadılar.

İlim ve irfandaki yüksek pâyesi sebebiyle, yaşadığı asırda kendisine “Güneşler Güneşi” denilen, büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, ebedî âkıbeti hakkında endişe duymuş, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için hüsn-i hâtime duâsında bulunmalarını talep etmiştir.

Hâl böyle iken günümüzde bazı nâdanların; “Âhirette falan zât benim elimden tutar, o beni kurtarır…” diyerek kulluk vazifelerini ihmâl etmeleri, ne dehşetli bir aldanıştır!

Allâhʼın dilediklerine âhirette şefaat salâhiyeti bahşedeceği bir hakîkatse de, bu şefaate nâil olabilmek için samimî bir gayret sergilemek gerektiğini de hatırdan çıkarmamak îcâb eder.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, en yakınlarını dahî bu hususta açıkça îkaz etmiştir. Bir hadîs-i şerîflerinde:

“Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbûl ameller işleyiniz! Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” buyurmuştur. (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14)

Unutmayalım ki, kulluk vazifelerine gösterilen îtinâ, Cenâb-ı Hakkʼa yakınlığın en büyük alâmeti iken, bu hususta gösterilen ihmâl ve gafletler de Allahʼtan uzaklığın en bâriz göstergeleridir.

Bu itibarla müʼmin, elinden gelen bütün gayreti sarf etmesine rağmen, dâimâ kulluğunu noksan, amellerini de bir “hiç” hükmünde görmelidir. Mânen hangi makam ve mevkîde olursa olsun, mücrim bir kulun mahcûbiyeti içinde, Cenâb-ı Hakkʼın af ve merhametine ilticâ etmelidir.

Günümüzde ise -maalesef- tasavvufî bir görüntüyle arz-ı endâm eden bazı muhitlerde, hem zâhirî amellerin hafife alındığı, hem de helâl-haram hassasiyetinin ihmâl edildiği görülmektedir. Yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi, içi boş ifadelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığına, tesettürde zaaf gösterildiğine, pek çok şerʼî ölçüden tâviz verildiğine şâhid olunmaktadır. Sanki kalp te­miz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.

Hak dostlarından Abdülkâdir Geylânî Hazretleriʼnin şu hâtırası, bu hususta ne kadar da müthiş bir ders mâhiyetindedir. Hazret şöyle anlatır:

Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi:

“–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle hoşnudum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.” dedi.

Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:

“–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.” dedim.

Bunun üzerine şeytan:

“–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı.

Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir fazl u keremi olduğunun idrâki içinde şükürler eyledim.

Bu sözleri dinleyen cemaatten biri sordu:

“–Ey Abdülkâdir! Onun şeytan olduğunu nereden anladın?”

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri cevap verdi:

“–Sana haramları helâl kıldım, demesinden!..”

İşte her mü’min, hayatı boyunca bu firâset ve şuura sahip olmalıdır. Zira bir kul, güzel hâl ve ahlâkı sebebiyle şerʼî ölçülere riâyetten muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz muaf tutulurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Rasûlʼün sünnetin tutmak,
Hakîkat yoluna gitmek
Sarây-ı vahdete yetmek,
Ne devlet, ne saâdettir!..

[Ebedî saâdetin kaynağı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sünneti üzere yaşamaktır. Zira sünnet üzere yaşamadan ilâhî hakîkatlere ermek, ilâhî hakîkatlere ermeden de Cenâb-ı Hakkʼın vahdet sarayına vâsıl olmak mümkün değildir.

Gerçek tasavvuf da, Kurʼân ve Sünnetʼi kalbî derinlikle idrâk edip vecd içinde tatbik etmektir. Allah Rasûlüʼnün kalbî hayatını, kalbimize nakşedebilmenin, Oʼnun gönül dokusundan hisseler alabilmenin eğitimidir.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi muktezâsınca; îman, ibadet, ahlâk, hissiyat, fikriyat, muâmelât ve muâşerette, velhâsıl her hususta Efendimizʼle beraber olma gayretidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî ke­mâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî ve bâtınî bütün kulluk vazifelerini son nefesine kadar büyük bir îtinâ ile îfâ etmiş ve haramlardan, kerahatlerden, hattâ şüphelilerden titizlikle sakınmışsa, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, bunlarla mükelleftir.

Büyük mürşid-i kâmillerden Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiâ ederse, o ancak bid’atçidir.”[4]

Yani bu nevî sünnetlerden, ferdî ve ictimâî kulluk vazifelerinden uzak bir yaşayışın da tasavvufî hayatla hiçbir alâkası yoktur. Dolayısıyla, kulluk vazifelerini ihmâle götüren ve kendini şerʼî ölçülerden muaf görmeye sevk eden her şeyin bâtıl olduğunu, aslâ unutmamak îcâb eder.

Nasıl ki mezhepler içinde “fırak-ı dâlle” denilen “bâtıl mezhepler” ortaya çıkmışsa, tasavvufî yollarda da hak yoldan sapmış bazı güruhlar, tarih boyunca var olagelmiştir. Bunlara karşı dikkatli olmak elzemdir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok sevdiği sahâbîlerin­den olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya yaptığı şu îkaz, hepimiz için bir hayat düstûru olmalıdır:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!”[5]

Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî ve bâtınî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifadeler dökülürse dökülsün, o kimse gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.

Şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

Bâyezîd-i Bistâmî -rahmetullâhi aleyh- bir gün, insanlar arasında “velî” diye meşhur olmuş bir kişiyi görmek için, müridleriyle yola çıkmıştı. Ziyaretine gitmekte oldukları zât evinden çıkıp mescide giderken kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd -rahmetullâhi aleyh-, o zâtın bu ham ve lâkayd hâlinden son derece mahzun oldu ve selâm bile vermeden derhâl geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:

“–Bu zât, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Cenâb-ı Hakk’ın esrârı hususunda nasıl kendisine güvenilecek?!.”[6]]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Şu kim vahdet şerâbın hazmede bezm-i şerîatte,
Tarîkatte odur kâmil, hakîkatte odur vâsıl…

[Tarîkatte kemâle ermek, hakîkî mânâda Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetine vâsıl olmak dileyen kimse, şerʼ-i şerîfe sımsıkı sarılıp ilâhî emir ve nehiylere cân u gönülden riâyet ederek, vahdetin/tevhîdin/birliğin özünü idrâk etmelidir. Bunun için evvelâ;

Îman ve îtikâdını Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu îman ve îtikad ile bir hâle getirmeli,

Ahlâk ve vasıflarını Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği ahlâk ve vasıflarla bir hâle getirmeli,

Fiil ve davranışlarını, Cenâb-ı Hakkʼın hoşnud olduğu fiil ve davranışlarla bir hâle getirmelidir.

Zira gerçek tasavvuf da kalbi ve nefsi, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olmadığı bütün menfîliklerden temizleyip ancak Oʼnun râzı olduğu güzelliklerle tezyin ederek, tevhîdin/birliğin hakîkatine ermektir.

Günümüzde ise tasavvuf kisvesi altında, güyâ “daha geniş kitleleri irşâd etmek” gâyesiyle şerʼî hükümlerden tâviz veren, helâl-haram ölçülerini esneten, âdeta amelsiz de İslâmî bir hayat yaşanabileceğini telkin eden, böylece irşâda değil, idlâle hizmet edenlere rastlanmaktadır. Bunlar güyâ; “Pergelin ayağını geniş tutalım, daha çok insana ulaşalım, yeni açılımlar yapalım.” derken, sabit ayağı da yerinden oynatan, yani kaş yapayım derken göz çıkaran kimselerdir.

Şunu unutmayalım ki; hiçbir şerʼî gayeye, gayr-i şerʼî bir yoldan gidilemez. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zor zamanlarda bile Kurʼân ve Sünnet istikâmetinden tâviz vermemiştir.

Bu itibarla müslüman, her hâlükârda ilâhî ve nebevî tâlimatlara bağlı kalan insandır. Başarıya giden yolda her şeyi mübah görme anlayışı, bir müslümana aslâ yakışmaz. Allâhʼın yardımı, rahmeti, lûtfu, rızâsı, muhabbeti ve yakınlığı da, kulun ne pahasına olursa olsun Kurʼân ve Sünnet istikâmeti üzere kalabilmek için gösterdiği gayret ve fedakârlık nisbetinde tezâhür eder.

Unutmayalım ki bizler, âyet-i kerîmedeki;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ: (Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk ederiz.” düstûrunu hayatımızda ne kadar tatbik edebilirsek وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ  : Ve ancak Senʼden yardım dileriz.”[7] beyânının işaret ettiği ilâhî lûtuflara o nisbette nâil olabiliriz.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bal demekle tatlı olmaz bu dehân,[8]
Yürü anı tatmağa saʻy et hemân!..

[Tasavvuf, kāl (söz)ʼden ziyâde hâl işidir. Bu sebeple tasavvufun sadece kıyl ü kāli ve edebiyatı yapılıp onun fiiliyâtı, tatbikâtı ve hâl tarafı ihmâl edilirse, böyle bir tasavvufî hayat, bal kavanozunu dışından yalayıp ağzının tatlanmasını beklemek kadar abes bir durumdur. Bunun için tasavvufta; “Tatmayan bilmez!” denilmiştir.

Îman, irfan, ihsan, güzel ahlâk, ihlâs ve takvâ gibi her müʼminde bulunması gereken yüce vasıflar, sadece sözde kalmamalı, kalben hazmedilip hâl ve davranışlara da aksetmelidir. Zira Cenâb-ı Hak soruyor:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «îman ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2)

Yine Kurʼân-ı Kerîmʼde, ebedî kurtuluşa erecek olanların en mühim vasfını beyan maksadıyla pek çok âyette; “îmân edip sâlih amel işleyenler” ifadesi geçer. Yahut “ey îmân edenler” hitâbından sonra müʼminlerin ne gibi amellerde bulunmaları gerektiğine dair, ilâhî tâlimatlar bildirilir. Yani îman ile sâlih ameller ekseriyetle bir arada zikredilir.

Zira sâlih ameller, gerçek bir îmânın âdeta delil ve tescîli mâhiyetindedir. Sâlih amellerle ispat edilmemiş bir îmânın hakîkî olup olmadığı şüphelidir.

Hâl böyle iken îman etmeyi yeterli görüp sâlih amellerde bulunmayan, Allah yolunda fedakârca gayret etmekten kaçınan ve kulluk vazifelerini mâzeretsiz olarak ihmâl eden bir kimsenin, bu kadar bir kullukla, son nefeste, kabirde, kıyamette, mahşerde, sıratta velhâsıl ebedî hayatta kurtulacağını ümit etmesi, ham bir hayal ve faydasız bir temennîdir.

Hâlbuki İslâm âlimlerine göre ümit ile temennî arasında büyük bir fark vardır. Ümit; çalışıp gayret ettikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınıp güvenmektir; temennî ise herhangi bir çaba göstermeden kuru kuruya lûtuf ve rahmet beklemektir.

Müʼmin, “havf ve recâ”, yani Cenâb-ı Hakkʼın gazabına uğrama korkusu ve rahmetine nâil olma ümidi arasında, îtidâl üzere bir kulluk kıvamıyla yaşamalıdır. Fakat irfan ehli âlimler, tıpkı makbul bir tevekkül için evvelâ tedbirin zarurî olması gibi, recâ yani ümitte de sâlih amellerin zarûrî olduğunu ifade etmişlerdir.

Nitekim Mâruf-i Kerhî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Amelsiz Cennet istemek, günah çeşitlerinden bir günah; bir sebebe dayanmadan şefaat beklemek, bir çeşit aldanış; itaat etmeden Allâhʼın rahmetini beklemek de cehâlet ve ahmaklıktır.” (Bkz. İbn-i Acîbe, Îkâzüʼl-Himem, 174-175)

Ta­sav­vufî muhitlerde meşhur bir tâbir var­dır:

“Baba himmet! Evlât gayret!” derler. Yani himmet/yardım bekleyen biri, az-çok bir gayret sahibi olmalıdır. Zira zahmetsiz rahmet, külfetsiz nîmet olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini ümit eden bir kul da, evvelâ elinden gelen gayreti göstermelidir.

Velhâsıl gay­ret kul­dan, tev­fîk Al­lah’tan­dır.]

Cenâb-ı Hak, Kurân ve Sünnet istikâmetinde bir ömür yaşamayı, sevdiklerinin yolunda yürümeyi ve sâlih kullarıyla haşrolunmayı cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bidʼat: Peygamber Efendimizʼden sonra ortaya çıkan ve sünnete aykırı olan yeni uygulamalar.

[2] İlhad: Doğru inançtan sapma.

[3] Bkz. Aziz Mahmud Hüdâyî, Sohbetler (Hazırlayan: Sâfi Arpaguş), 8. Sohbet, sf. 91, Vefâ Yay. İst. 2010.

[4] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 151.

[5] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.

[6] Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417.

[7] Bkz. el-Fâtiha, 5.

[8] Dehân: Ağız.