Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -10-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Temmuz, Sayı: 437

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Iyd-i adhâya eriştirdin bizi,
Sana çok hamd ü şükürler ey Kerîm!
Zevk-ı âlâya eriştirdin bizi,
Sana çok hamd ü şükürler ey Kerîm!

“Ey Kerîm Rabbimiz! Bizi Kurban bayramına, o yüce zevke eriştirdiğin için, Sana çokça hamd ve şükürler olsun!”

[Cenâb-ı Hakkʼın biz âciz kullarını gerek Ramazan, gerekse Kurban bayramlarına eriştirmesi, hakîkaten hamd ve şükrü gerektiren büyük bir ihsân-ı ilâhîdir. Her hususta olduğu gibi, bu büyük nîmetlerin şükrü de yalnızca dil ile îfâ edilemez. Onun kalbî ve fiilî şükrünü de edâ etmek gerekir.

“Her nîmetin şükrü kendi cinsindendir.” denildiği gibi, kurban bayramının da evvelâ hikmet ve ibretlerine kalben teksîf olup sonra da bu mübârek bayramın ihyâsı için gerekli olan gayret ve fedakârlıkları fiilen sergilemek, bilhassa mahzun yüreklere de bayram neşesi verebilmek îcâb eder.]

Hüdâyî Hazretleri Kurban bayramının gerçek mânâ ve hakîkatini şöyle hulâsa eder:

Iyd-i ekber, ıyd-i adhâdır beğim!
Iyd-i ulâ, kurb-i Mevlâʼdır beğim!

“En büyük bayram, kurban bayramıdır; en yüce bayram da Mevlâʼya yakınlıktır!..”

[Kurbanın asıl mânâsı ve gerçek gâyesi, yapılan fedakârlıklar vesîlesiyle Hakkʼa takarrub, yani yakınlığımızı artırmaya çalışmaktır. Allah Teâlâ’ya en yakın kullar ise O’nun katında en değerli olan takvâ sahipleridir.[1] Yani Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalma korku ve endişesiyle;

‒Nefsâniyeti bertaraf edip rûhâniyeti inkişâf ettiren,

‒Haramlardan titizlikle sakınan,

‒Sâlih amellere büyük bir aşk, vecd ve iştiyakla koşan müttakî kullardır.

Nasıl ki oruç ibadetinin farz kılındığını bildiren âyette لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ : umulur ki takvâya erersiniz”[2] buyrularak bu ibadetin kalbe kazandıracağı asıl haslet olan takvâya işaret edilmekte ise, kurban ibadetinde de gerçek maksadın Cenâb-ı Hakk’a takvâ ile yönelmek olduğu, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“Onların (kurbanlıkların) ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidâyete erdirdiğinden dolayı Allâh’ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Rasûlüm!) Güzel davrananları müjdele!” (el-Hac, 37)

Hazret-i Mevlânâ, âyet-i kerîmede bildirilen hakîkatlerden hareketle şu hikmetli nasihatlerde bulunur:

“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!

Kurbanın hakîkatine er de onu bir et bayramı zannetme!

Kurban kesmekten asıl maksat; Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile kulluktur.”

Yani kurban edilen hayvanın eti-kemiği, gölge varlıktır; aslolan, onun ifade ettiği mânâdır. Kurban, fedakârlığın sembolüdür. Mühim olan, gönüldeki takvâ hissinin, fedakârlıklar sûretinde tezâhür etmesidir.

Ramazan bayramı, oruçla, riyâzatla, takvâ ile geçirilen bir ayın ardından lûtfedilen sevinç günleriydi. Kurban bayramı da Allah için gerektiğinde candan, maldan ve bütün imkânlardan fedakârlığın bir şehâdetnâmesidir.]

Hüdâyî Hazretleri, kurban bayramının ilâhî şehâdetnâmesine ancak fedakârlığımız nisbetinde nâil olabileceğimizi şöyle dile getirir:

Cânın bu yolda hâk eder,
Varlık hicâbın çâk eder,
Kalbî sarayın pâk eder,
Sultânʼa ermek isteyen…
Her kim dilerse bula Yâr,
Varlığını eyler nisâr,
Cânın verir İsmail-vâr,
Kurbâna ermek isteyen…

“Hakkʼa ermek isteyen, bu yolda canını hâk ile yeksân / yerle bir eder, varlık ve benlik örtüsünü yırtıp atar, gönül sarayını Cenâb-ı Hakkʼın râzı olmadığı her şeyden temizler.

Zira her kim Yüce Yârʼi bulmak isterse, varını-yoğunu Oʼnun yolunda cömertçe bezletmelidir. Kurbanın esas mânâsı demek olan Hakkʼa yakınlığa ermek isteyen, Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- gibi, canını vermeyi dahî göze almalıdır.”

[Cenâb-ı Hak; kendisiyle “kurbet (yakınlık) ve dostluk” iklimine nâil olabilmemiz için, biz kullarından “kurbanlar” istiyor. Yani canımızla, malımızla ve bütün imkânlarımızla, rızâsı yolunda “fedakârlık”ta bulunmamızı arzu ediyor.

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e (yani îman, amel ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Peygamberlerin, ashâb-ı kirâmın, evliyâullâhın hayatlarına baktığımızda, hepsinin muazzam bir fedakârlık yarışında olduklarını görüyoruz. Bilhassa canıyla, malıyla, evlâdıyla imtihan olunarak Cenâb-ı Hakkʼın Halîlʼi/dostu olan İbrahim -aleyhisselâm- ve Allah için canını büyük bir teslîmiyetle ortaya koyan oğlu İsmail -aleyhisselâm-ʼın kudsî hâtırası, hac ve kurban ibadetleriyle, kıyâmete kadar gelecek bütün müʼminlere bir fedakârlık ufku tâlim ediyor.

Zira Hakkʼa kurbiyyetin / Allâhʼa yaklaşmanın en mühim yolu, fedakârlıktır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:

“Allah müʼminlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Dolayısıyla esas hayat olan âhiretin ebedî bir bayram hâline gelmesini arzu eden bir müʼmin, fânî hayatını kurban bayramlarının tâlim ve telkin ettiği fedakârlık ufkunda yaşamaya gayret etmelidir. Allah yolunda gerekirse canını ve malını seferber etmeyi en büyük nîmet ve lezzet bilmelidir. Allah için bir fedakârlıkta bulunabildiğinde sevinmeli, bundan mahrum kaldığında ise mahzun olmalıdır.

O hâlde bu hakîkatler ışığında kendi vaziyetimizi bir gözden geçirelim:

–İbadette, muâmelâtta, ahlâkta, hayır-hasenatta, sâlih amellerde, tebliğ ve irşadda, bilhassa evlâtlarımızın mânevî tahsil ve terbiyesinde, İslâmʼın intişârı için yapılan her türlü gayret ve hizmette, Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail ve Hazret-i Hâcer -aleyhisselâm-ʼın ʼın gösterdikleri fedakârlık, tevekkül, teslîmiyet, itaat ve rızâ hâlinden, bizde ne kadar hisse var?

–Bizi îmandan, ahlâktan, fazîletten uzaklaştırmak ve sâlih amellerden, hayır-hasenattan, cömertlik ve fedakârlıktan alıkoymak isteyen, velhâsıl bizi rızâ-yı ilâhîden ve Cennetʼten mahrum bırakmaya çalışan şeytan ve temsilcilerini taşlayabilme irâdesini ne kadar sergileyebiliyoruz?

–Cenâb-ı Hakkʼın bizlere örnek şahsiyetler olarak ihsân ettiği peygamberler, sahâbe-i kirâm ve Hak dostları, canlarıyla, mallarıyla, evlâtlarıyla imtihanda -ne pahasına olursa olsun- Allâhʼın emrine itaat ve teslîmiyet gösterirlerken; bizler ufacık bir dünyevî menfaat uğruna ebedî istikbâlimizi tehlikeye atıyorsak, nasıl Hakkʼa yakın bir kul olabiliriz? Hâlbuki Cenâb-ı Hak: “Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) îkazında bulunuyor.

–Allah yolunda karşılaştığımız birtakım sıkıntıları sabır ve rızâ ile karşılayamazsak, kendimizi nasıl kurbanın fedakârlık şuuruna sahip olarak görebiliriz?

–Uhud Harbiʼnin ardından düşmanı takip emri verilince, hafif yaralı sahâbî, ağır yaralı sahâbîyi sırtında taşımak pahasına “Allah Rasûlüʼnün emrini îfâdan geri kalmayalım” derken;

Yürüyemeyecek kadar hasta bir sahâbî, iki kişinin kollarında câmiye gidip cemaatle namazdan mahrum kalmamaya çalışırken;

Bizler mâzeretsiz olarak câmiden, cemaatten, Allah yolundaki gayretlerden uzak duruyorsak, Allah ve Rasûl’ü için ağızlarımızdan dökülen; “Canım kurban olsun Senʼin yoluna!” gibi sevgi iddiâlarının ne ehemmiyeti kalır?!.

–Karşılaştığımız ilâhî imtihanlarda, îmânımız bütün varlığımızı peşinden sürükleyip götürmeliyken; “Aman ten rahatımız bozulmasın, keyfimiz kaçmasın, dünyevî menfaatimiz zedelenmesin…” diye, îmânımızdan tâvizler ve kulluğumuzdan fireler vermeye başlıyorsak, “kurban mektebi”nin “fedakârlık dersleri”nden geçer not aldığımızı nasıl düşünebiliriz?

Yine bir tefekkür edelim:

–Îmânımızın ve gayret-i dîniyyemizin seviyesi, bizi Rabbimizʼe yakınlaştıracak keyfiyette mi? Yoksa nefsânî, şeytânî ve dünyevî câzibeler ağır basarak bizi yaratılış gâyemiz olan kulluktan uzak mı düşürüyor?

–Hakkʼa yakınlığın müstesnâ bir fırsatı bilerek sâlih amellerle ihyâ etmemiz gereken kurban bayramını, toplumdaki gâfillerin rüzgârına kapılarak, nefsânî rahatlık ve eğlencelere hasredilmiş bir tatil fırsatı olarak görme gafletine, bizler de sürükleniyor muyuz?..]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bayrama ol âşık erer,
Kim Hak cemâlini görür,
Dost bezminin zevkin sürer,
Pür nûr olur dil hânesi…

Bir âşık erişse Sana,
Ol ıyd-i ekberdir ona.
Budur murâd önden sona,
Rabbim meded, Mevlâm meded!..

“Bayramın hakîkatine şu âşık kul ermiştir ki o, Hakkʼın cemâlini temâşâ etmiş, Oʼnun dostluk meclisinin zevkini tatmış, gönül hânesi Hakkʼın nûru ile dolup taşmıştır.

Ey Rabbim! Âşık kulunun Sana erişmesi, onun için en büyük bayramdır. Onun baştan sona en büyük arzusu bundan ibarettir. Meded ey Rabbim, nasip ve müyesser kıl ey Mevlâm!..”

[Daha evvel de ifade ettiğimiz üzere, Kurban bayramının hakîkatine erenler, kalplerindeki takvânın tezâhürü olarak yaptıkları fedakârlıklarla Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşanlardır. Hakîkî bayram da, dünyadaki takvâ ve fedakârlık imtihanlarından yüz aklığıyla çıkarak, Cenâb-ı Hakkʼın huzûruna selîm bir kalp ve müsterih bir vicdanla varabilmektir. En büyük bayram, Cenâb-ı Hakk’ın rızâ ve rahmetine nâil olabilmektir. Nitekim Hak dostları;

“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” buyurmuşlardır.

Yani esas bayram, Cenâb-ı Hakk’ın bizden râzı olmasıdır. Böyle bir bayrama nâil olmak için, dünya hayatında kavuştuğumuz bayramları, din kardeşliğini mâşerî vicdanda yaşayıp yaşatacağımız içtimâî ibadet günleri olarak telâkkî etmeliyiz. Unutmayalım ki gerçek bayram neşesinin seyredileceği en berrak ayna, bayram ettirilen kırık gönüllerdir.

Gerçek bir bayramın en güzel şehâdetnâmeleri;

–Toplumda tebessümü unutmuş muzdariplerin mahzun yüreklerine bayram neşesi verebilmek,

–İslâm coğrafyalarındaki mazlum, muhtaç, çaresiz din kardeşlerimize kurbanlar vesîlesiyle bir nebze de olsa tebessüm ettirebilmek,

–Onların mahrûmiyetlerini telâfî seferberliğine girmek,

–Ve onların hayır-duâlarını alarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ermektir.

Dolayısıyla bayram, mü’minin yalnızca kendi mutluluğunu düşüneceği bir tatil günü değildir. Nitekim Rasûlullah -aleyhisselâm- Efendimiz’in bir tatili yoktu. O hiçbir zaman; “Şu hurma ağacının gölgesinde üç gün tatil yapayım, beni rahatsız etmeyin!..” demedi. Bilâkis O, Allah yolundaki gayret ve fedakârlıklarıyla dinlendi, gönlü ancak bu sayede huzur buldu. Zira bunlar âhiret kazançlarıdır ve; “Esas hayat da âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

İşte fânî dünya hayatındaki bayramlar, bu muhtevâda idrâk ve ihyâ edilirse, uhrevî bayramlara zemin hazırlar. Nitekim Bursevî Hazretleri bu hususta şöyle buyurur:

“Bizim üç bayramımız vardır. Birincisi Ramazan (ve Kurban) bayramıdır. Bu tabiatın, nefsin bayramıdır. İkincisi, kâmil îmanla göçmek şartıyla ölüm bayramıdır. Bu, büyük bir bayramdır. Üçüncü ve en büyük bayram ise, âhirette Allâh’ın cemâlinin tecellîsine mazhar olunduğu zamanki bayramdır.”[3]

Velhâsıl esas bayram;

‒Îman selâmetiyle verilen bir son nefes bayramıdır.

–Kabrin Cennet bahçelerinden bir bahçe olmasıdır.

–Hesap gününde mîzânın ağır gelmesidir.

‒Amel defterini sağından alabilmektir.

‒Peygamber Efendimiz’in şefaatine ve Kur’ân’ın bizim hakkımızdaki güzel şâhitliğine nâil olabilmektir.

‒Sırât’ı geçerek Cehennem’den âzâd olabilmektir.

–Cennet vizesini alabilmektir.

‒Ve hepsinden yüce olan, Cemâlullâh’ı temâşâ bayramıdır…

Rabbimiz cümlemize lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Buhlü terk eyle bahîlin yeridir nâr-ı cahîm,
Hem refîki olusardır onun İblîs-i racîm…

“Cimriliği bırak; çünkü cimrinin yeri Cehennemʼdir. Kovulmuş ve taşlanmış olan melʼun iblis de onun arkadaşı olacaktır.”

[Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Hakkʼa yakınlık için maddî-mânevî imkânlardan fedakârlık şarttır. Bunun için de evvelâ nefsin cimriliğini bertaraf etmek ve şeytanın vesveselerine kulak tıkamak elzemdir. Zira âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder…” (el-Bakara, 268)

Hadîs-i şerîfte de:

“…Cimrilik, dalları dünyaya uzanmış Cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu ateşe (Cehennem’e) götürür!..” buyrulmaktadır. (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 435)

Çok merhametli ve cömert olan Cenâb-ı Hak, kullarının cimri olmasını istemiyor. Zira cimrilik; Hakkʼa tevekkül noksanlığından doğan bir îman zaafıdır. Kulun Yaratanʼına sığınacağı yerde fânî malına, yani Rezzâk’a değil de rızka sığınıp güvenmesidir. Bir noktada, malını putlaştırmasıdır. Hâlbuki o malı veren de Cenâb-ı Hak’tır…

Dolayısıyla cimrilik, Cenâb-ı Hak’tan gaflet ve uzaklığın bir neticesidir. Cimri biri; kendisini malının, servetinin, maddî gücünün ebedî kılacağını zannederek ona sımsıkı sarılma hamâkatine kapılır. İnfâkın malı bereketlendireceği yolundaki ilâhî vaade değil de, infâk ettiğinde kendisinin fakir düşeceği hususundaki şeytânî vesveselere îtibâr eder.

İşte bu gaflete düşmemek için, dâimâ Rabbimiz’e dayanıp güvenmeli, nefsimizin cimriliğini ve şeytanın telkini olan fakirlik korkusunu, îman cesaretiyle yenmeliyiz.

Zira Cenâb-ı Hakkʼın sevdiği ve kendisine yakın kıldığı cömert ve fedakâr müʼminlerden olabilmek için, evvelâ bize cimriliği telkin eden nefsi susturmamız, şeytanı da taşlamamız gerekir. Şeytan taşlamak ise nefse muhâlefet etmekle, onun esâret ve tasallutundan kurtulmakla yapılır. Nefsi Hakk’ın emirlerine cân u gönülden râm etmekle, büyük bir tevekkül ve teslîmiyet içinde Cenâb-ı Hakkʼa itaat etmekle şeytan taşlanır.

Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, İsmail -aleyhisselâm- ve Hâcer Vâlidemiz, kendilerini ilâhî emri îfâdan alıkoymak isteyen şeytanın korkutma ve vesveselerine kanmadılar, Allâhʼa sığınıp şeytanı taşladılar.

Sünnetullah îcâbı, büyük mükâfatlar, hep büyük fedakârlıkların ardından gelir. Zira fedakârlıklar, kulu Allâh’a yaklaştırır. İlâhî rahmet de daha ziyade böyle zamanlarda tecellî eder. Yani Allah için katlanılan zorlukları, dâimâ büyük ferahlıklar takip eder.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hakkʼın emriyle hanımı Hâcer Vâlidemiz ve oğlu İsmail -aleyhisselâm-ʼı çölün ortasında, ziraat yapılmayan, ıssız ve kurak bir vadiye yerleştirip memleketine geri dönmüştü. Fakat Cenâb-ı Hak onları zâyî etmedi, onlara zemzem suyunu ihsân etti. İnsanların gönlünü oraya meylettirdi ve o beldeyi dünyanın dört bir yanından müʼminlerin ziyaret etmeye can attığı, mânevî bir câzibe merkezi hâline getirdi…

Demek ki kul, Rabbinin rızâ, muhabbet, yakınlık ve dostluğu uğruna nefsinin cimriliğini ve şeytanın vesveselerini aşarak ilâhî emirlere tam bir teslîmiyetle râm olabilirse, Cenâb-ı Hak kulunu zâyî etmediği gibi, ona hayal bile edemeyeceği derecede büyük lûtuf ve ihsanlarda bulunuyor. İlâhî rahmetin tecellî ettiği bir mekân da insan da âbâd oluyor, ihyâ oluyor.

Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- Allah için ateşe girmeye râzı olarak canından fedakârlıkta bulunmuş, Cenâb-ı Hak ona ateşi serin ve selâmet kılmıştı.[4]

İbrahim -aleyhisselâm- Allah için evlâdını fedâ etmeyi göze almış, Cenâb-ı Hak ona hem oğlunu bağışlamış, hem de onu “Ebûʼl-Enbiyâ” eylemiştir. Yani onu, neslinden gelen nice peygamberin, hattâ Allâhʼın Habîbi Muhammed Mustafa -aleyhisselâm- Efendimizʼin mübârek ceddi olmakla şereflendirmiştir.

Yine Cenâb-ı Hak onu tebrik ve tekrim sadedinde, Kurʼân-ı Kerîmʼde şöyle buyuruyor:

“«Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten çok açık (ağır) bir imtihandır.» diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik.” (es-Sâffât, 104-109)

Hakîkaten Cenâb-ı Hak, İbrahim -aleyhisselâm-’a öyle yüce bir şan ve şeref bahşetti ki kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlar, her namazda okudukları salli-bârik duâlarında onun için de duâ etmiş oluyorlar. Yine Kurʼân-ı Kerîmʼin birçok sûresinde İbrahim -aleyhisselâm-’ın ismi geçiyor. Zira Cenâb-ı Hak;

“Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem, 96) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, sevdiklerini sevdiriyor, onları unutturmuyor.

Hattâ yahudî ve hristiyanlar bile onu kendilerinden göstermeye ve sahiplenmeye çalışıyorlar. Cenâb-ı Hak ise Kur’ân-ı Kerîm’de:

“İbrahim, ne yahudî, ne de hristiyan idi; fakat o, Allâh’ı bir tanıyan, dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden değildi.” (Âl-i İmrân, 67) buyurarak, onun hakîkî vasfını bütün insanlığa îlân ediyor. Onu böylesine muazzam bir ilâhî takdir ve iltifata mazhar kılıyor.

Yine İbrahim -aleyhisselâm- mal-mülk ve servetini, fakir düşmekten korkmaksızın cömertçe bezletti; Cenâb-ı Hak ona “Halil İbrahim bereketi” ihsân eyledi.

Hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hakkʼın şöyle buyurduğu bildiriliyor:

“Bu dîn, Zâtʼım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu bu iki hasletle yüceltiniz!” (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Yine Cenâb-ı Hak; “Siz Benʼi anın ki Ben de sizi anayım…” (el-Bakara, 152) buyuruyor. Yani Zâtʼının ismini ve dîninin şânını yüceltmek uğrunda fedakârca gayret gösteren cömert kullarına, kâʻbına varılmaz bir izzet ve şeref bahşediyor. Kul için en büyük saâdet de budur.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın, örnek almamız gereken dört büyük derdi ve duâsı vardı:

  1. Nefsinin derdi: Namazı hakkıyla edâ edebilmek[5] ve diriliş günü mahcup olmamak için duâ ederdi.[6]
  2. Neslinin derdi: Zürriyetinin de namazı devamlı kılanlardan olması için niyâz ederdi.[7] Nitekim murâd-ı ilâhî gereği, ailesini çölün ortasında bir vâdiye bıraktığında, Hazret-i İbrahim bunun sebebini, “namazı dosdoğru kılmaları için”[8] diye ifade buyurmuştu. Yani İbrahim -aleyhisselâm-, dünyanın geri kalanından uzak Hicaz’da, ilâhî tâlimat üzerine, îmanlı bir nesil yetiştirme derdindeydi.
  3. Anne-babasının derdi: Onlara medyûn u şükrân bir hâlde, hesap gününde affedilmeleri için duâ ederdi.[9]
  4. Mü’minlerin derdi: Müʼminlerin de ebedî kurtuluşu için duâ ederdi.[10]

Bizler de bilhassa bu mübârek günlerde ümmet-i Muhammed için kalbî, kavlî ve fiilî duâlarımızı artırmaya gayret edelim. Çünkü ümmet-i Muhammedʼi düşünüp onlar için duâ etmemiz, Rasûlullah -aleyhisselâm- Efendimiz’in de bizden hoşnut olmasına vesîledir.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur:

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً

«Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!»” (Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702)

Hak dostlarından Mâruf-i Kerhî Hazretleri de şöyle buyurur:

“Kim her gün on defa:

اَللّٰهُمَّ أَصْلِحْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ

«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslâh eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, Allah dostlarından yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)]

Cenâb-ı Hak, biz âciz kullarını, Rasûlullah -aleyhisselâm- Efendimizʼin ve ceddi İbrahim -aleyhisselâm-ʼın üsve-i hasene olan örnek şahsiyetlerinden hisseler alarak rızâsı yolunda samimiyetle gayret ve fedakârlık gösteren sâlih kullarından eylesin.

Âmîn!..               

 Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Hucurât, 13.

[2] Bkz. el-Bakara, 183.

[3] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. II, s. 200, Erkam Yayınları.

[4] Bkz. el-Enbiyâ, 69.

[5] Bkz. İbrâhim, 40.

[6] Bkz. eş-Şuarâ, 87.

[7] Bkz. İbrâhim, 40.

[8] Bkz. İbrâhim, 37.

[9] Bkz. İbrâhim, 41.

[10] Bkz. İbrâhim, 41.