Genç Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Kasım Sayı: 146
Bir Hak dostu buyurur:
“Cenâb-ı Hak, o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir.”
Necip Fâzıl Kısakürek’ten duyduğum bir hâtırayı naklederek devam etmek istiyorum:
Toynbee, Mısır’a gider. Kendisi sosyolog olduğu için, garip bir dilencinin yanına yaklaşır ve:
“‒Sana para versem ne yaparsın?” diye sorar. Dilenci de:
“‒Senin için Allâh’a duâ ederim.” der.
“‒Peki, senin duânı Allah kabul eder mi?” diye tekrar sorar Toynbee. O dilenci de der ki:
“‒Beyim, ben duâ ederim, gerisine karışmam. Allah dilerse kabul eder, dilerse etmez.”
Toynbee bunun üzerine şöyle der:
“‒Bizim tahsilli dediğimiz papazlar kendileri gibi bir insanın günahını çıkardıklarını söylüyorlar. Burada ise bir dînin en garip insanı; «Allah dilerse kabul eder, dilerse kabul etmez.» diyor.”
İşte bugünkü tahrif edilmiş Hristiyanlık, içinde böyle mantık dışı uygulamaların bulunduğu bir yapıya büründü. Fakat Hristiyanlığın bu hâli, nefsânî hayatı rahatça yaşayabilmeye imkân tanıdığı için pek çok mensubuna da câzip geliyor.
Ben, İslâm’la şereflenmiş olan eski bir misyonere sordum:
“–Bugün Hristiyanlığın içi boşaldı, kiliseler satılıyor. Belli bir zümrede İslâmiyet’e yöneliş oluyor, fakat niye büyük kitleler hâlinde olmuyor?”
Dedi ki:
“–Çünkü İslâm zor. Hristiyanlık ise bomboş, her şey serbest. Müslümana günde beş vakit namaz var, sonra oruç var, zekât var, infak var, ahlâkî, ticârî, hukukî hükümler var… Bunların hiçbiri Hristiyanlık’ta yok.”
Onun için bu boşluk, insan rûhunda tatminsizlik doğurdu. İnsanlar Hristiyanlık’ta birtakım defolar bulmaya başlayınca, bu sefer ateizme kaymaya başladılar. Bilhassa bugün Avrupa’da ateizm gittikçe yayılıyor.
Hâlbuki ateizm’in hiçbir mantıkî tarafı yok. Yani kâinat nasıl kendi kendine var olabilir? Şu lamba nasıl kendi kendine var olabilir? Kendi kendine olan hiçbir şey yok…
Ateizm, yani dinsizlik/inançsızlık, esasen selîm bir akla ve kalbe sahip bir insan için imkânsızdır. Bu -tâbiri câizse- aklın tutulması, kalbin dumûra uğramasıdır. Zira kâinattaki mükemmel işleyen ve hayatı mümkün kılan ekolojik denge dahî, insana bunun kör tesadüflerin eseri olamayacağını açıkça îlân eder. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki ilk emri;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!”dur. (el-Alak, 1)
Yani hayatı boş gözlerle seyretme! Hiçbir şey boşuna yaratılmadı…
Cenâb-ı Hak, yerde ve gökte, insanda ve âlemde her şeyi, Zât’ının varlığına, birliğine, kudretine birer nişan olarak, bir tefekkür malzemesi hâlinde ihsân etti.
Gören, duyan ve hisseden kalpler; bu kâinatta ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka bir şey görmezler.
Buna rağmen;
Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî” ve “el-Musavvir” esmâsının tecellîlerinden gâfil kalan; rüzgârların, derelerin ve dağların sessiz lisânından bir şey anlamayan hantal kalplere ne yazık!..
Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar ilâhî azamet tecellîleri karşısında kör olan kalplerin hâli, bir hazine üzerinde aç ölen bedbahtlardan farksız…
Dünyada ve bilhassa genç nesillerde, böyle inkâr temâyüllerinin olmasının sebebini, menfî propagandalarda aramak lâzımdır. Yoksa îtikaddaki mezhebimiz olan Mâtüridî âlimleri şöyle derler:
“Kendisine hiçbir kitap ve peygamber ulaşmamış bir kişinin dahî, Allâh’ın varlığını kabul etmesi gerekir.”
Yani kâinat bir tefekkür dershânesi, bir îman laboratuvarı. Burada inanmamak için akla iptal damgası vurmak lâzım, ahmak olmak lâzım, kalbin kör olması lâzım.
Bak şu çiçeğe; bir kara topraktan nasıl çıkıyor? Kaç kolorist çalışıyor, kaç dekoratör çalışıyor onun için?.. Cenâb-ı Hak kime veriyor bunu? İnsanın olmadığı diğer gezegenlerde, yıldızlarda niye yok böyle tecellîler?..
Her varlık, Cenâb-ı Hakk’ın bir delili. Tabi ârif olanlar için. Gâfillere ise her şey gaflet sebebi.
Onun için ârif bir zât diyor ki:
“Bu cihân, âkiller (akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (yani ilâhî sanatı ibretle temâşâ) vesîlesidir; ahmaklar için ise yemek ile şehvetten ibârettir!”
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de şöyle diyor:
“İdrâk sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yani Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) hususunda bir dîvandır, mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”
Cenâb-ı Hak, her şeyi mükemmel bir ölçüyle yaratmıştır. Şu kâinâtı seyrettiğimiz zaman, zerreden küreye her şeyde bir mükemmellik söz konusu. Yani her şeyde ilâhî bir düzen, ilâhî bir tanzim göze çarpıyor.
Birkaç misâl verecek olursak:
Anâsır-ı erbaa dediğimiz dört unsur, yani ateş, hava, su ve toprak; hiçbiri diğerinin sınırına taşmıyor.
Meselâ Dünya’nın ortasındaki mağma tabakası, altımızda müthiş bir ateş okyanusu hâlinde. Üstümüzdeki Güneş ise, muazzam bir alev topu… İkisi de diğerinin sınırına taşmıyor. Mevlâmız, bu iki ateş arasında biz kullarına serin ve selâmet bir hayat lûtfediyor.
Cenâb-ı Hak;
“Güneş ve Ay, bir hesaba göre (hareket etmekte)dir.” (er-Rahmân, 5) buyuruyor.
Meselâ Güneş’le Dünya’mız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, bu sefer de her şey yanar kavrulurdu.
Yine Dünya’nın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer, hep yaz; kış olan yer, hep kış olurdu.
Dünya’nın kendi etrafında dönme hızı biraz yavaş olsa, gece-gündüz arasındaki ısı farkları çok yüksek olurdu. Daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgârları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkânsız kılardı.
Yer kabuğu, biraz daha kalın olsaydı, canlıların hayatı için elzem olan oksijen bulunmazdı. Kalın toprak tabakası, mevcut oksijeni çeker ve hayat imkânsız hâle gelirdi.
Denizler de öyle. Denizler bugünkü hâllerinden bir miktar daha derin olsaydı, bu fazla sular, karbondioksit ve oksijeni çekeceğinden, yeryüzünde hayat olmaz, bitki bile yetişmezdi.
Dünya’nın etrafındaki atmosfer tabakası biraz daha ince olsaydı, meteorlar her gün yeryüzünü döverdi.
Havadaki % 77 azot, % 21 oksijen sınırı değişse, hayatın devam etmesi nasıl mümkün olurdu? Hiç düşünüyor muyuz?
Bu hususta bir hâtıramı nakledeyim:
Bir gün Medîne’den dönüyordum. Uçakta hostesler geldi ve;
“–Siz hocaymışsınız.” dediler.
“–Yok, öyle diyorlar.” dedim.
“–Bize bir tavsiyede bulunun.” dediler.
“–Bakın dedim, siz hep uçakta gidiyorsunuz. Yüksekteki oksijen az, uçaktaki oksijen ise, yerdeki oksijen kadar. Bunun için devamlı oksijen ayarlaması yapılıyor. «Arıza yaptığı zaman oksijen maskeleri gelecek!» diyorsunuz.
Hiç yeryüzünde bir kimse; «Yarın acaba havanın yüzde 21 oksijeni, yüzde 77 azotu değişebilir, bir oksijen tüpüyle gezeyim.» diyor mu? Bir ateist bile, ilâhî irâdeye teslim hâlinde. Fakat kalbin körlüğü, inanmaya mânî oluyor…”
Hakîkaten bir ateist bile -her ne kadar inkâr etse de- kâinattaki ilâhî tanzime teslîmiyet sayesinde huzur içinde yaşayabiliyor. Herkes ilâhî kudrete îtimadla hayâtiyetini devam ettiriyor. Fakat o kudretin sahibini ikrâr edebilmek, ancak selîm fıtratların nasîbi…
-Devam edecek-…