Asıl Tahsil, Tefekkürdür

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

ASIL TAHSİL, TEFEKKÜRDÜR

Burada bir, güzel bir şey var: İnsan bir, kalp âlemi açılacak, bir tefekkür içinde yaşayacak. Her şeyde tefekkür:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

Cenâb-ı Hak ilk âyette:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Esas tahsil de bu…

Behlül Dânâ vardır, Abbâsîler zamanında. Abbâsî halîfelerinden Hârun Reşid, zaman zaman ziyarete geliyor. Behlül Dânâ da ona dâimâ soru soruyor. Hikmetli sorular soruyor, onu hikmetli sorularla îkaz ediyor.

Bir gün yine bir bayram günü, halîfe büyük bir saltanatla, şık elbiseler içinde Behlül Dânâʼya geliyor ziyarete. Behlül Dânâ diyor ki:

“‒Halîfe!” diyor. “Sana üç tane sorum var.” diyor:

“Yerin üzerinde ne var?” diyor, toprağın üzerinde.

“Toprağın altında ne var?” diyor.

“Semâda ne var?” diyor.

“‒Çok basit!” diyor. “Görüyoruz.” diyor: “Toprak üzerinde canlılar yaşıyor.” diyor. “Toprak altında ölüler var.” diyor. “Semâda da yukarıda da kanatlılar, kelebekler, kuşlar falan var.” diyor.

“‒Halîfe!” diyor. “Ben sana bunun zâhirini sormadım. İşin bâtınî tarafını sordum.” diyor. “Bak halîfe!” diyor. “Yeryüzünde ihtiraslar var.” diyor. “Hasetler var.” diyor. “Gıybetler var.” diyor. “Allahʼtan uzaklaştırıcı çok kötü vasıflar var.” diyor. “İnsan bunları işliyor.” diyor. “Aman kendini bunlardan koru.” diyor.

“Toprağın altında ne var, dedim; ölüler var, dedin. Esas; evyâh, vâh vâh, keşkeler var. Büyük pişmanlık nidâları var.” diyor. “Dünyada öyle bir hayat yaşa ki toprağın altında pişman olma.” diyor.

“Gökte ne var, dedim semâda; işte kanatlar var dedin.” diyor. “Esâsında, Arş-ı Âlâʼya çıkacak ameller var, sâlih kimselerin. Aman ona dikkat et.” buyuruyor.

Velhâsıl, işte nefs-i mutmainne, bir gafletten kurtulabilme…

Gâfil insan, günün endişesiyle yaşar. Asıl endişe duyulacak ise kıyamettir. Gâfil, günün endişesindedir. Bugün ne yapacağım, yarın ne yapacağım, nasıl elde edeceğim, nasıl vs…

Fakat esas endişe duyulması gereken, kıyâmettir.

İşte Cenâb-ı Hak hep îkaz ediyor:

اَلْغَاشِيَةِ: bütün her şeyi kaplayan o dehşetli günün haberi sana geldi mi?” (el-Ğâşiye, 1) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak o günden bir manzara bildiriyor bize Meâric Sûresiʼnde:

“…Günahkâr kimse o gün ister ki, o günün azâbından (kurtuluş için) fidye olarak oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm âilesini ve yeryüzünde kim varsa (ne mevcutsa) hepsini fidye olarak vereyim, tek o günün bir azâbından kurtulayım.” (el-Meâric, 11-14)

Cenâb-ı Hak, hayat mâceramız… Birçok hâllerimiz oldu unuttuk gitti. Cenâb-ı Hak, kıyamet günü ekranlar inecek, yabancı bir şâhit olmayacak, kendi kendinin şâhidi olacaksın:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Kirâmen Kâtibîn, devamlı yazıyor. Ne tâtili var, ne boş zamanı var. Bütün amellerimiz kayda geçiyor. Dosyalar kilitlenerek kıyamete intikâl ediyor. Kıyamette bu dosyalar önümüze çıkacak. İlâhî ekranlar inecek. Nasıl bir kompüterde bugün bir kelimeye bastığında bütün kelimeler dökülüyor. Orada bütün hâlimiz, bülûğ çağından itibâren önümüze dökülecek.

Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Nihayet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri, derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.” (Fussilet, 20) buyuruyor.

Gözler şâhitlik edecek aleyhine: Bu gözleri Allah niye verdi, sen nerede kullandın bu gözü? Neler seyrettin bu gözle? Ne kadar meşrû, ne kadar gayr-i meşrû.

Kulakları Cenâb-ı Hak niye verdi, ne kadar bu kulaklarla nidâlar duydun; meşrû, gayr-i meşrû?

Deriler konuşacak: Allâhʼın verdiği bu gücü nerede sarf ettin?

Nasıl bir dehşet günü!..

Yine Yâsîn Sûresiʼnde:

“O gün onların ağızlarını mühürleriz, yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” (Yâsîn, 65) buyruluyor.

Demek ki bütün bir vücut, bir şâhit olarak, kendi kendinin şâhidi olacak.

Yeryüzü şâhit olacak:

يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا

(“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” [ez-Zilzâl, 4-5])

Demek ki dâimâ şunu düşüneceğiz:

Allah bize bu uzuvları niye verdi? Biz bu uzuvları nerede kullanıyoruz?

Diğer bir, kâinattan bir manzara, yine bir kâinattaki bir sıfatın vasfı:

الطَّامَّةُ الْكُبْرٰى

Yine Cenâb-ı Hak kıyametin bir vasfını bildiriyor:

“Her şeyi alt üst eden o büyük felâket geldiği zaman.” (en-Nâziât, 34)

“Her şeyi alt üst eden. İnsanın yapıp ettiklerini hatırlayacağı gün, o gün. Ve görene, Cehennem açıkça gösterildiği gün.” (en-Nâziât, 34-36)

Yani “اَلطَّامَّةُ” bütün belâ ve musîbetleri unutturacak derecede büyük bir belâ demektir. Yani o, belâlı bir gün olmuş oluyor. Kimlere? Mücrimlere.

Yine “اَلصَّاخَّةُ” buyruluyor. (Abese, 33) Yani büyük bir ses, ama çarpınca kulakları patlatan, sağır eden, kuvvetli çığlık. Yine o kıyâmette öyle dehşetli bir ses; “اَلصَّاخَّةُ” “Kulakları sağır eden o ses geldiğinde.” (Abese, 33)

Yine “اَلْقَارِعَةُ” (el-Kāria, 1) Şu kapıya çok şiddetli vursalar, derim; bu o kadar şiddetle vuruluyor ki bunun arkasında muhakkak bir hâdise var. O hâdise buraya gelecek. İşte Cenâb-ı Hak “اَلْقَارِعَةُ: şiddetle çarpan, çarpmasıyla kulaklarını zarını patlatan, kalpleri sarsan” dehşetli bir hâdise o gün.

Cenâb-ı Hak ne istiyor bizden; bir âyette de bunu, bizden ne istediğini (beyan ediyor) el-İnsân Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak bir fedakârlık istiyor. Bir fedakârlıktan burada bir numûne veriyor:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir hurma bahçesini suladı. Bir miktar arpa aldı. Eve getirdi. Kendileri de aç idi. Fâtıma Vâlidemiz de onu el değirmeninde öğüttü, ekmek yaptı. Âyet-i kerîmede:

“…Kendileri muhtaç hâldeyken…” (el-İnsân, 8) Kendileri açken, buyruluyor. Bir sâil geliyor, mahrum geliyor, garip geliyor, fakir geliyor; “Lillâh” diyor “Allah için verin” diyor. O yaptıkları ekmeği veriyor.

Yine Fâtıma Vâlidemiz bir ekmek daha yapıyor. Yine bir, o zaman bir yetim geliyor. O da “Lillâh” diyor. Ona veriyorlar.

Üçüncüde esir geliyor. Esire veriyorlar.

Diğer bir rivâyette de iftar edecekler, tam iftar vakti oluyor. Bu üç gün suyla iftar ederek o şekilde devam ediyorlar. Verirken de onların gönül âlemini Cenâb-ı Hak bildiriyor:

“…Biz, sizden bir teşekkür beklemiyoruz.” (el-İnsân, 9) Yani bir minnet altında kalmayın. Biz bunu size Allah rızâsı için veriyoruz. Gerekçe, esbâb-ı mûcibe bildiriyorlar:

“Zira biz, عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا : o sert, musîbetli, belâlı günde (Rabbimizde)n korkarız derler. Allah da o günün şerrinden onları korur. Kalplerine bir huzur, ferahlık verir.” (el-İnsân, 10-11) buyruluyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak bu âyete baktığımız zaman, Fâtıma Vâlidemizʼle Ali -radıyallâhu anh-ʼın bir misâlini veriyor. Demek ki Cenâb-ı Hak bizden bir fedakârlık istiyor.

Yine Cenâb-ı Hak o “اَلْغَاشِيَةِ” her şeyi saran musîbetli günü bildirdikten sonra:

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ خَاشِعَةٌ buyuruyor. “O gün yüzler vardır ki korku ve zillet içinde (o kıyâmet günü).” (el-Ğâşiye, 2)

Düşünelim; bu kadar olan o şiddet sahneleri, nasıl bir korku olacak, ne şekilde bir zillet olacak. Yani orada şimdi zâten insanın iki yapısı var: Bir toprak yapısı var, bir rûhânî yapı.

Toprak yapısı zâten orada, zâten bu yapı olmayacak orada. Biz topraktan yaratıldık, topraktan çıkan şeyleri yiyoruz. Yine toprağa gömüldüğümüz zaman yine vücut toprağa dönecek, toprağa inkılâb edecek.

Yani şu bastığımız toprakta, bizden evvel gelmiş milyonlarca insanın üst üste çakışan gölgeler gibi, üzerinde duruyoruz. Yine dünyaya gelecekler, tohum olacakların üzerinde duruyoruz. Topraktan toprağa bir akış ve son nefeste toprağın fonksiyonu bitecek. Orada Cenâb-ı Hak:

“O gün yüzler vardır zelildir (berbattır, iğrençtir).” (el-Ğâşiye, 2) buyuruyor. Bu gönül yapımıza göre orada bir vücut teşekkül edecek. Ağzımız, yüzümüz, gözümüz, kulağımız, sîmâmız, vücudumuz, buradaki gönül âlemimize göre olacak. İşte mücrimlerin, o durumuna göre şekilleri olacak. Cenâb-ı Hak işte “çirkindir, iğrençtir” buyuruyor.

Yani burada birinci grup; geçici, kısacık ömrünü gaflet, günah ve haksızlıkla heba edip küfürle sonlandıran bedbahtlardır. Tabi bunların âhireti büyük bir hüsran! Ve bunları bir azap beklemektedir. Tabi bunların, en son, tabi bu kadar günah, günah; îmansız gitmeye de vesîle oluyor.

Cenâb-ı Hak:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ buyuruyor. “Çalışmıştır (dünyada, fakat) boşuna gitmiştir.” (el-Ğâşiye, 3) diyor. İhtiraslarının kurbanı olmuştur, diyor. Bu gün yarın, bu gün yarın derken iyice bir, hangi girdapta boğulacağı belli değil. Ölüm geliyor, her şey… Onun için:

“Yarın (yaparım) diyenler helâk oldu.” buyruluyor. Bugün ne yaparsak o. Yarına kimsenin bir teminatı yok.

“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” Dünya için çalışmış, koşmuş vs. bunlar tamamen -Allah korusun- boşuna olmuş oluyor; yorgunluktan başka bir şey kalmıyor. Bir de üzerine bir de azap! Ebedî bir azap!

O zaman, “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” demek ki muhakkak mesâimiz nerede? Ne kadar mesâimiz Allah rızâsı için? Ne kadar boşuna?

Burada Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın şöyle bir îkâzı var:

“Gerçek müʼmin, 6 korku içindedir.” diyor. Gerçek müʼminde 6 korku vardır, olması lâzım diyor.

“Birincisi; îmânının Allah tarafından alınması korkusu.” Yani son nefesinin felâket olması. Kimse son nefesini bilmiyor. Peygamberlerin dışında, onların müjdelediklerinin dışında, kimsenin son nefeste bir garantisi yok. Cenâb-ı Hak onun için:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. O da bir sefere mahsus.

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, öyle hasrolunursunuz.” buyruluyor. (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, V, 663)

Yine âyet-i kerîmede:

“Rabbimiz! Bizi hidâyete erdikten sonra kalplerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)

Kârun vardı, sâlih bir kuldu. Tevratʼı en iyi tefsir edenlerden biriydi -Kasas Sûresiʼnde-. Berbâd oldu gitti. Hazineleriyle yerin dibine gömüldü.

Allâhʼın sâlih kul vardı; Belʼam bin Bâûrâ vardı. O da felâkete dûçâr oldu. Nefsine meyletti.

Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde; “dilini (sarkıtıp) soluyan bir kelp gibi” bu kadar şaşkınlaştığını bildiriyor. (Bkz. el-A‘râf, 176)

Dünyada her… Son nefese kadar devam edecek. Dünyada bir diploma alırsın, o diploma ömür boyunca siz o diplomanızı taşırsınız. Fakat îman öyle değil. Yakîn gelene kadar, son nefese kadar. Son nefesi bir teyakkuz içinde yaşayabilmek.

Birisi tavaf yapıyor:

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…(Yâ Rabbi!) Beni, müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlihler arasına kat.” [Yûsuf, 101]) âyetini okuyor Yûsuf Sûresiʼnden.

“‒Niye bu âyeti okuyorsun?” diyorlar.

“‒Bir arkadaşım.” diyor -imam mıydı müezzin miydi- tam hatırımda değil. “‒Onun son nefesi iyi olmadı.” diyor. “Ben de hep korkumdan « تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ : (Yâ Rabbi!) Benim müslüman olarak canımı al. Beni sâlihlere kat.» (Yûsuf, 101) devamlı bu duayı okuyorum. Hep korku içindeyim.” diyor. “Kardeşimin o manzarasını gördükten sonra.”

Birincisi; her müʼminde olacak son nefes endişesi olacak demek ki.

İkincisi; -Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından ortaya çıkarılması.”

Burada kendimizin birtakım hatâlı şeylerimizi kimsenin görmesini istemiyoruz. Orada tabi melekler, farkında olduk olmadık, bütün Kirâmen Kâtibînʼin yazdıkları, orada dökülecek önümüze. İkinci endişenin bu olması. Yani âhirette rezil olmak…

يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا

(“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” [ez-Zilzâl, 4-5]) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Üçüncüsü;

“Amellerin şeytan tarafından boşa çıkarılması.” Yani riyâ için, gösteriş için olması.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Şehid gelecek diyor kıyamet günü:

“‒Kulum ne yaptın?” Cenâb-ı Hak soracak:

“‒Şehid oldum yâ Rabbi!”

“‒Yok! Sen gösteriş için şehid oldun. Güçlü-kuvvetli desinler diye şehid oldun. Nefsin için şehid oldun. Sürün (Cehennemʼe)!” diyecek Cenâb-ı Hak.

İkincisi gelecek, âlim gelecek:

“‒Ne yaptın kulum? Ben sana ilim verdim?”

“‒İşte şöyle ilmi yaydım.”

“‒Yok! Ne büyük âlim desinler diye.” Kendine göre yamulttun. “‒Sürün Cehennemʼe!” diyecek.

Üçüncüsü, cömert gelecek.

“‒Sen ne yaptın?”

“‒İşte şu câmi, mektep, medrese filân.”

“‒E, kendi ismini koydurdun! Kendi nefsâniyetini palazlandırdın. Sırf benim için yapmadın.” (Bkz. Müslim, İmâre, 152)

Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın “mütekebbir” sıfatının ortaklığa tahammülü yok. Cenâb-ı Hak bizden ihlâs istiyor her şeyde. “Lillah” istiyor. Demek ki şeytan ne yapıyor; gösterişe sürüklüyor. İnsanı bir fahra götürüyor, övünmeye götürüyor.

Dördüncüsü:

“Ölüm meleği Azrâil, gaflet içindeyken ansızın bizi yakalama korkusu.”

Yanlış bir yere bakarken, yanlış bir iş seyrederken, ağzımızdan kötü bir lâf çıkarken, bir öfke ânında…

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- dördüncü (olarak) bir müʼmin bundan çekinmeli. Onun için diyor, öfkeyi yutacak diyor. Gözünü, kulağını her şeyini yanlış şeylerden koruyacak diyor. Zira Cenâb-ı Hak:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine tâatte bulun.” (el-Hicr, 99) buyuruyor.

Beşincisi:

“Dünya ile mağrur olup âhiretten gâfil kalma.”

Aynı “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” (el-Ğâşiye, 3) Çalışmıştır filân ama, âhiretten gâfil kalmıştır. Cenâb-ı Hak:

“…Bu dünya hayatı aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) buyuruyor.

Altıncısı:

“Çoluk-çocuğuyla fazla meşgul olup Allâhʼın tâat ve zikriyle fazla meşgul olamama.”

Aman çocuk bir diploma alsın… Ne çocuğuna dikkat ediyor, ne kendine dikkat ediyor. En büyük merhamet yavrumuza, ona bir âhiret saâdeti verebilmektir. Âhiret mîrâsı bırakabilmektir.

Velhâsıl, bir müʼmin diyor Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- bu altı korku içinde dâimâ olmalı.