Âile Olmak

Şebnem Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Nisan Sayı: 182

Bütün dünyayı tesiri altına alan virüs salgını sebebiyle, toplumun büyük bir kesimi olarak evlerimize kapandığımız günlerden geçiyoruz. Belki de kahır içinde gizli bir lûtuf gibi, hayatın koşturması içinde ihmâl ettiğimiz evimiz ve âilemiz üzerinde durup düşünme, âile fertlerimizle münasebetlerimizde gözden kaçırdığımız yahut ihmâl ettiğimiz hususların telâfisine yönelme fırsatına çevirebiliriz bu günleri.

Unutmayalım ki âile olmak, nikâh akdi ile bir araya gelerek aynı çatı altında zâhiren bir arada yaşamaktan ibâret değildir. Âile olmak; hayatın med-cezirlerinde, acı ve tatlı zamanlarında, dâimâ bir ve beraber olabilmektir. Âdeta iki bedende tek yürekle yaşayabilmektir. Âile fertlerinden her bir şahsın, bir diğerine dâimâ muhabbetle ve gönülden davranması, onlara değer vermesi, sevinciyle sevinip kederiyle hüzne gark olmasıdır, âile olmak.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, muhtereme vâlidelerimizle sevgi, saygı ve nezâkete dayalı bir muhabbet bağı kurmuştur. “Sizin en hayırlınız, âilesine karşı en iyi olanınızdır. Ben de âileme karşı en iyi olanınızım!…”[1] buyurmuştur. Böylece biz ümmetine, âile hayatındaki huzurun reçetesini göstermiştir.

Buna mukâbil, ümmetin anneleri olan muhtereme vâlidelerimizin de dünya hayatı ve onun ziyneti yerine Allâh’ı, Rasûl’ünü ve âhiret yurdunu tercih etmeleri,[2] Efendimiz’le olan gönül beraberliklerinin güzel bir tezâhürüdür. İşte bu gönül beraberliği varsa, hakikî mânâda bir âileden söz edilebilir. Aksi takdirde, gönül dünyaları apayrı insanların dört duvar arasındaki zâhirî beraberlikleri, âilenin gerçek mânâsından uzak bir yaşayış demektir.

Hira Mağarası’nda gelen ilk vahiy üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, telaşla hanımı Hazret-i Hatice’nin yanına gelip bu durumu onunla paylaşmıştı. Hatice Vâlidemiz ise;

“Aslâ korkma! Vallâhi Allah Teâlâ Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zira Sen, sıla-i rahimde bulunur, doğru söyler, işini görmekten âciz olanların yükünü taşır, fakire ihsanda bulunur, hiç kimsenin veremeyeceği kadar verirsin. Misafire ikram eder, emânete riâyet edersin. Sen’in ahlâkın pek güzeldir.”[3] sözleriyle Peygamberimiz’i tesellî etmişti. O’nun en ihtiyaç duyduğu anda kuvve-i mâneviyyesini takviye ederek O’na büyük bir dayanak olmuştu. Şüphesiz ki bu hâdise, Efendimiz’in âile yuvasındaki gönül beraberliğinden doğan huzur, sekînet ve muhabbet iklîmini sergilemektedir.

Yine bu hâdise bize, bir hanımın, dış dünyanın zorluklarıyla mücadele eden beyine, bir sıkıntı ile karşılaştığında nasıl şefkatle yaklaşıp ona destek olması gerektiğini göstermektedir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Cennet’le müjdelediği sahâbîlerinden Sa’d bin Ebû Vakkâs -radıyallâhu anh-’a verdiği şu tâlimat, âile muhabbeti bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:

“Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını alacaksın.”[4]

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir diğer hadîs-i şerîflerinde de âilede olması gereken samimiyet derecesini ve muhabbet iklimini şöyle tavsif etmektedir:

“Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin! Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah rahmet etsin!” (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)

Burada iki hususu görmekteyiz ki, birincisi eşlerdeki takvâ hassâsiyeti, diğeri de samimiyettir. Zira ancak bu samimiyet ve takvâ neticesinde zevç ve zevce birbirinin yüzene su serperek namaza uyandırabilir.

İlk âile yuvası, Hazret-i Âdem aleyhisselâm- ile Havvâ Vâlidemiz arasında Cennet’te kuruldu. Zevç ve zevce öyle bir takvâ hayatı yaşayacak ki, bu, onların Cennet’te de beraber olabilmelerine vesîle olacak.

Toplumun çekirdeği olan âile müessesesi, Sünnet-i Seniyye’nin hayat veren ölçüleriyle gerçek mânâda bir huzur ve saâdet yuvası olur. Aksi takdirde eşlerin birbirine karşı muhabbet, sadâkat, hürmet ve nezâketi zamanla kaybolur. Böyle yuvalarda yetişen evlâtlar da, şahsiyet ve karakter bakımından zaafa uğrar. Âile ortamında bulamadığı merhamet ve muhabbeti çıkmaz sokaklarda aramaya başlar.

Hâlbuki bizlere en büyük örnek şahsiyet olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âilenin sevgi, saygı, şefkat ve merhametin hâkim olduğu bir huzur mekânı olmasını arzu ederdi. Bir baba olarak da evlâtlarına son derece müşfik davranırdı. Çocukları mutlu etmeyi çok severdi. Kızı Hazret-i Fâtıma yanına geldiğinde onun için ayağa kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu. Hazret-i Peygamber de kızı Fâtıma’nın yanına girdiği zaman Fâtıma Vâlidemiz hemen ayağa kalkar, babasının elinden tutup öper ve kendi yerine buyur ederdi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 143, 144; Tirmizî, Menâkıb, 60)

Şunu düşünmek lâzımdır ki hiçbir baba evlâdını Hazret-i Peygamber Efendimiz’in evlâtlarını sevdiği gibi sevemez. Hiçbir evlât da babasını, Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği gibi sevemez. Demek ki bir âile yuvası da, o mübârek âilenin rûhânî dokusundan hisse alabildiği ölçüde, dünya ve ukbâda huzur ve saâdete nâil olur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, çocuklara olan sevgisini, bazen onları bineğine almak sûretiyle,[5] bazen omuzlarında taşıyarak,[6] bazen şakalaşarak,[7] bazen onlara duâ ederek,[8] bazen de onları kucaklayıp öperek[9] göstermiştir.

Nitekim Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni alır, bir dizine oturtur, (torunu) Hasan bin Ali’yi de öbür dizine oturturdu. Sonra bizi bağrına basıp şöyle derdi: «Allâh’ım, bu ikisine merhamet et! Ben de onlara merhamet ediyorum!»” (Buhârî, Edeb, 22)

Küçük yaştan itibâren Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hizmetinde bulunan Hazret-i Enes’in şu ifadesi de, Efendimiz’in çocuklara olan şefkat, merhamet ve muhabbetini çok güzel hulâsa etmektedir:

“Rasûlullâh’a on sene hizmet ettim. Vallâhi bana bir kez olsun «Öf!» bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı, «Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, «Şöyle yapsaydın ya!» da demedi.” (Müslim, Fedâil, 51; Ebû Dâvûd, Edeb, 1)

Zira Efendimiz çevresindeki herkesi, müstesnâ bir muhabbetle terbiye ediyordu. Çünkü terbiyede en kuvvetli müessir, sevgi ve muhabbettir. Âile içi münâsebetlerde de bu husûsu aslâ göz ardı etmemek lâzımdır.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayan bizden değildir.” (Tirmizî, Birr, 15)

Rasûlullah Efendimiz’in çocuklara ve gençlere bakışı, dâimâ onların, yarının yetişmiş insanları olacağı hakikatini dikkate alarak gerçekleşmiştir. Bundan dolayı da onlarla münâsebetlerinde, dâimâ güven verici, cesaretlendirici, şahsiyet inşâ edici bir muhabbet üslûbu benimsemiştir. Çünkü çocuk ve gençlerin kendilerine has bir duygu dünyaları vardır. Her ne kadar arzu, heyecan, gurur ve şiddet gibi duyguları yoğun bir şekilde yaşasalar da, aslında sınırlarını bilme noktasında tecrübesizdirler.

İşte bu sebeple de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, çocuklara ve gençlere bir iş verdiği zaman, tecrübesizlikten kaynaklanan çekingenliklerini gidermek üzere, onları cesaretlendirmiş ve sonra da onlara îtimâd etmiştir.

Böylece evlâtların, hayatın zorluklarıyla mücadele edebilme, karşılaştıkları problemlerle baş edebilme, kendi ayakları üzerinde durabilme kābiliyetlerinin gelişmesi için onlara fırsat vermiştir.

Unutulmamalıdır ki, anne-baba, çocuklarının sahibi değil, bir emanetçisidir. Kendilerine verilen bu emanete gözleri gibi bakmakla, onu en mûtenâ bir şekilde yetiştirmekle ve hayata güzel bir şahsiyet ve karakter olarak kazandırmakla mükelleftirler. Ayrıca emanet olması hasebiyle, çocukları üstünde istedikleri gibi tasarrufta bulunma hakkına da sahip değildirler. Onları keyfî bir şekilde yetiştiremezler. Gerek doyururken, gerek okuturken, gerekse ödüllendirip cezalandırırken, kısacası onların şahsiyetini şekillendirirken Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun hareket etmek mecbûriyetindedirler. Zira gün gelecek, emanetin sahibi, emanetine nasıl davrandıklarını, neler verdiklerini ya da neleri esirgediklerini kendilerinden tek tek soracaktır.

Bir anne-babanın evlâdına bırakabileceği en büyük miras, onun ebedî hayatını mâmur kılacak mânevî kıymetlerdir. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Hiçbir baba, çocuğuna güzel ahlâktan daha hayırlı bir mîras bırakmamıştır.” (Tirmizî, Birr, 33/1952)

Dört büyük halîfeden sonra İslâm tarihinin beşinci büyük halîfesi sayılan Ömer bin Abdülazîzʼe veziri:

“–Efendim, Beytülmâl’den aldığınız tahsisâtın kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da, bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarurî ihtiyaçları için bıraksanız?!” demişti.

Ömer bin Abdülazîz g, bu teklife şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Eğer geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zira Cenâb-ı Hak:

«…Allah sâlih kullarının velâyet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A‘râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra, onların ileride karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem.

Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de;

«Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyrulmuştur. Bu ilâhî nehye rağmen, sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım?!”

Hiçbir anne baba, ciğerpâresi olan evlâdından ayrılmak istemez. Lâkin âhirette de evlâdı ile beraber olmak istiyorsa onu sâlih ve sâliha olarak yetiştirmeye mecburdur. Çünkü âyet-i kerîmede Cennet’i kazananlara hitâben;

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

“Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyrulacağı haber verilirken, mücrimlere de şöyle denileceği bildirilmektedir:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59)

Belki orada nice zevç-zevce birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba farklı yollara gidecek. Dünyada beraber yaşayan akrabaların bir kısmı bir tarafa, bir kısmı diğer tarafa ayrılacak. Çok hazin bir gün yaşanacak!..

İşte o gün mahzun olmamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de bilhassa ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımızı Allâhʼın birer emâneti bilip ufak yaşlarından itibaren onların mânevî terbiyeleriyle yakından alâkadar olmalıyız.

Velhâsıl şu çalkantılı dünyada ve feryat meydanı mahşerde huzur ve saâdetimiz için, hayatımızın her safhasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i örnek almamız zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinden yuvalarımıza feyyaz şebnemler ihsan buyursun. O yuvalarda yetişen sâlih ve sâliha evlâtlarımızı da rızâsı istikâmetinden ayırmasın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Tirmizî, Menâkıb, 63.

[2] Bkz. el-Ahzâb, 28-29.

[3] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îman, 252; İbn-i Sa’d, I, 195.

[4] Buhârî, Îmân 41, Cenâiz 36.

[5] Buhârî, Libâs, 99.

[6] Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 59; Buhârî, Edeb, 18.

[7] Tirmizî, Birr, 57Ebû Dâvûd, Edeb, 84.

[8] Buhârî, Libâs, 60; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 56.

[9] Buhârî, Büyû’, 49.