Âile Medeniyetimiz Programı Özel Mülâkâtı (23 Nisan 2021)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

Âile Medeniyetimiz Özel Mülâkâtı (23 Nisan 2021)

Münir ARIKAN: Aziz dostlarım, can dostlarım!

Erkam Radyo’nun, Erkam TV’nin değerli gönüldaşları!

Erkam TV, Erkam Radyo ortak yayınıyla -elhamdülillâh- Rabbimiz’in lûtfuyla, yepyeni bir programla sizlerle beraberiz. Hepinizi sevgiyle, saygıyla, duayla, muhabbetle, hürmetle selâmlıyorum.

Rabbime sonsuz şükürler olsun; mübârek bir ayda, böylesine mübârek bir günde, kadim geleneğimizin, kadim değerlerimizin çok önemli bir konusunu, bizlere lûtfeyledi, emânet eyledi. Ve böyle mübârek bir ayda, değerli Üstâdımızla birlikteyiz.

Efendim, çok teşekkür ederiz, kabul buyurdunuz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Estağfirullah, estağfirullah…

Münir ARIKAN: Aile Medeniyetimiz programımızın ilk konuğusunuz. Şerefyâb olduk. Allah râzı olsun!

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Teşekkür ederiz…

Münir ARIKAN: Vaktiniz için, teveccühünüz için…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Estağfirullah…

Münir ARIKAN: Çok teşekkür ediyoruz. Muhterem Efendim. Hepimizin mâlûmu, bütün dünyada en sağlam kalemiz, en son elimizdeki burcumuz, “âile”mize karşı büyük bir saldırı var, topyekûn bir saldırı var.

Nikâhsız birlikteliklerin inanılmaz bir şekilde arttığı, fuhşiyâtın normal, evliliğin -hâşâ- delilik kabul edildiği bir çağdayız. Medeniyetimizde “âile”nin değeri nereden geliyor?

Aile bizim medeniyetimiz için, niçin bu kadar çok önemli ve değerli ki, saldırılar buraya yapılıyor? Buyrun efendim.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Peki efendim. Çok muhterem kardeşlerimiz!

Aile insanlığa âit bir keyfiyettir. Diğer mahlûkatta böyle bir keyfiyet yoktur. Onlar serbesttir.

Ailenin düzgünlüğü, toplumun şahsiyet ve haysiyetidir. Toplumlar daima faziletli ailelerle terfî etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı takvâya bağlıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz her hususta zirve bir örnek olduğu gibi, aile hayatında da zirve bir örnektir. “Üsve-i hasene” buyuruluyor.

Rasûlullah Efendimiz, insanlıkta bir âbideydi. Bütün insanlığa örnektir. Rasûlullah Efendimiz’in ailesine bir nazar ettiğimiz zaman; o ailede huzur vardı, merhamet vardı, fazilet vardı, fedakârlık vardı. En müstesnâ zevç, Rasûlullah Efendimiz’di. O muhteşem âilede lüks, gösteriş ve bencillik yoktu. O’nun hanesinde bazen günlerce yemek pişmediği olurdu. Fakat Efendimiz ümmetin huzuru ile gıdalanırdı. En mühimi o. Yani O, açları doyurmakla doyardı.

Aile o kadar mühim ki:

İlk insan ve ilk peygamber, aynı zamanda insanlık ailesinin babası. Âdem -aleyhisselâm- bir baba olarak geliyor.

İnsanlık; evrimci ve materyalist nâdanların iddia ettiği gibi, yarı vahşî, avcı bir topluluktan değil, mukaddes bir aileden neş’et etmektedir.

Aile o kadar mühim ki:

Kur’ân-ı Kerim’de;

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

((Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74]) buyuruyor. Yani:

“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler…”

Gözümüzün nûru olan eşler ve zürriyetler, gözümüzün nûrunu aydınlatacak

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74]) Toplum da takvâda önder olacak.

Yani zevç-zevce göz nûru olacak. Onlardan yetişen evlâtlar da göz nûru olacak. Toplum da takvâda bir numûne olacak. Bu, zaman zaman, asr-ı saâdetten beri, zaman zaman bu yaşandı. Hakikaten toplum, takvâda örnek oldu. Osmanlı’da bunu en bâriz şekilde görüyoruz.

Hakikaten huzurlu bir aile yuvası, gelecek nesillere İslâm şahsiyetinin kazandırıldığı bir mektep vazifesi icra eder. Bu sayede toplum; temiz, iffetli ve nezih bir hâle gelir.

İnsanı yetiştiren ailedir.

Ana-baba, evlâtlar, akraba arasında saygı ve muhabbet bağları kurulur. Hem de hak ve mes’ûliyetleri meydana getiren bir aile hukuku tesis edilmiş olur.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geri kalan yarımı için de Allâh’a karşı gelmekten sakınsın!” buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. (Heysemî)

Aile o kadar mühim ki:

“–Ben hiç evlenmeyeceğim, kendimi ibadete daha çok verebileceğim.” diyen sahâbî­lere, Peygamber Efendimiz müsaade etmiyor. “Evlenmek ve aile kurmak benim sünnetimdir.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5)

Rasûlullah Efendimiz’in ömründe evlilik ve aile hayatı ile alâkalı üç safha görüyoruz:

Birinci safha;

Efendimiz’in 25 yaşına kadar tertemiz, iffetli, pırıl pırıl bir bekâr hayatı yaşaması.

Peygamberimiz’e o yaşına kadar imkânı olmadığı için, fakir ve yetim olduğu için, evlenmek nasîb olmadı. Tabi bu da ümmete güzel bir misal. Fakat câhiliyyenin normal gördüğü bütün o çirkinlerden tamamıyla kendini korudu. Bu hâliyle bekârlara en güzel bir örnek oldu.

İkinci fasıl:

25 yaşıyla 53 yaşları arasında Hazret-i Hatice ile mes’ud bir evlilik.

Hazret-i Hatice’nin vefatına kadar devam eden huzur ve sükûn içinde, numûne-i imtisal bir aile oldu.

O ailede huzur vardı, sadâkat vardı, iffet vardı, infak vardı, cömertlik vardı, huzur vardı.

Peygamberimiz’in, oğlu İbrahim hâricindeki evlâtları, bilhassa ehl-i beytin annesi Hazret-i Fâtıma, bu mübârek yuvalarında yetişti.

Üçüncü fasıl:

Hicretten sonra siyasî ve benzeri birçok gaye ile evlilik.

Şehevî sebeple değil, tamamen siyasî ve mânevî sebeple.

İslâm’ın aile modelini göstermek için her biri birer numûne.

Üç gün üst üste yemeğin pişmediği, fedâkâr hâneler. O hânelerde zenginlik, konfor yoktu, fakat infâkın huzuru vardı, tevekkül ve kanaatin getirdiği saâdet vardı.

Bilhassa Hayber’in fethinden sonra, gelirler ve ganimetler arttı. Fakat Rasûlullah Efendimiz, gelen ganimetleri fukarâya dağıtıyordu. Fukarânın doymasıyla, onun hazzıyla kendisi doyuyordu.

Hazret-i Âişe, âlime idi. Ümmetin müçtehide bir annesiydi. İbn-i Abbâs buyuruyor ki:

“Aişe’nin diyor, içtihadlarından faydalanmayan hiçbir müçtehid yoktur.” diyor.

Daima Efendimiz’in yanındaydı. Efendimiz, onu yetiştirdi. Kendisinin 300 tane talebesi vardı.

Hazret-i Zeyneb ve birçok annemiz, deri tabaklıyorlardı, gelirini de infâk ediyorlardı.

Aile o kadar mühim ki:

Peygamberimiz’e nübüvvetin başlangıcında en büyük desteği Hazret-i Hatice Validemiz veriyordu. Hattâ Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Hira’da inzivâya çekildiği bazı günlerde, O’nun yanına, o yüksek tepelere, kendisi yemeği götürüyordu.

İlk îman eden o oluyordu. Efendimiz endişelenerek:

“–Kim bana inanır Hatice?” dedi.

Güzel tavsiyelerle izâle etmeye çalışıyordu. Müslümanlara eziyet başlayınca, servetini bu yolda da fedâ etti. O ambargo konulduğu üç sene zarfında.

Efendimiz’e o kadar büyük bir destekti ki, onun vefât ettiği seneye, “hüzün senesi” denildi.

Efendimiz’in hayatında nice zorluklar yaşandı.

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472) Ümmete numûne.

Bir Uhud’u düşünün, bir Tebük’ü düşünün. Fakat onlara Hüzün Senesi denmedi, Hazret-i Hatice Vâlidemiz’in vefat ettiği seneye Hüzün Senesi dendi.

Yine âile o kadar mühim ki:

Kur’ân-ı Kerîm’de; aile saâdeti üzerine sayfalarca tâlimat var. Nur Sûresi, Ahzâb Sûresi, Nisâ, Talâk, Tahrim, Mücâdile Sûreleri ekseriyetle aile saâdeti ve âile hukuku, hanımlara dair talimatlar ihtivâ etmekte… Kur’ân-ı Kerîm; aileyi ıslah ediyor, erkeği terbiye ediyor, hanımı terbiye ediyor. Hakları ve vazifeleri tâlim ediyor.

Aile, anne-babadan başlar. Anne-babaya ihsan var. Cenâb-ı Hak, “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. “Anne-baban yaşlanır, onlara sakın hâ üf deme! Onlara “قَوْلًا كَرِيمًا” ikramkâr olarak konuş!” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23) Onları incitmemek, onlara üf bile dememek, onlara güzel, gönül alıcı sözlerle hitâb etmemiz emrolunuyor.

Yine buyruluyor:

“Hüsn-i muâşeret” yani “Hanımlarınızla güzel geçinin!” emri var. Yine; “Haksızlık yapmayın!” tâlimatı var. Aksi hâlde Cenâb-ı Hak, “Ben’den korkun!” buyuruyor “haksızlık yaparsanız.”

“Sulh hayırlıdır!” tâlimatı var. (Bkz. en-Nisâ, 128)

Yine Efendimiz buyuruyor ki:

“Hanımının eğer bir huyunu beğenmiyorsan, diğer beğendiğin huyunu düşün, o şekilde muhabbetini devam ettir.” (Bkz. Müslim, Radâ, 61)

Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerin duâları bildiriliyor. Birçoğunda zürriyet, yani aile ve evlâtlar hakkında endişeler ve niyazlar var.

Yusuf kıssası; bir ailede başlıyor, evlât sevgisi, kardeşlik hukuku ve iffetin muhafazası…

Hazret-i Meryem ve Firavun’un hanımı Âsiye gibi numûne hanım şahsiyetler var Kur’ân-ı Kerîm’de.

Buna mukabil, tersine, zıddına, fâsık; Lut ve Nuh’un ikinci karısı, Ebû Leheb’in karısı gibi menfî, sakındırılan örnekler var.

Aile yine bu kadar mühim:

Çünkü vahdâniyet / teklik, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. O eşten ve evlâttan münezzehtir.

İnsan ise yalnız yaşayamaz. Ayrıca fıtrî olarak, imtihan olarak, erkekte ve kadında karşı cinse karşı bir temâyül vardır. Bu temâyülün nikâh ile tanzim edilmemesi hâlinde, toplumda büyük felâketler başlar.

Nikâhla İslâm, nefsânî arzuları idealize eder. Dînimiz bir şeyi yasaklarken, onun temiz bir alternatifini de getirir. Yani zinâyı yasakladığı kadar, nikâhı emreder. Kâtilliği yasakladığı gibi, gaziliği emreder. Faizi yasakladığı gibi, ticâreti emreder.

Muharref Hristiyanlık bu hususta büyük bir gaflet içine düşmüştür. Evlenmemek bir fazilet gibi takdim edilmiş, manastır hayatı teşvik edilmiş, fakat gayr-i fıtrî bu talimat, çok çirkin neticeler vermiştir.

Ortaçağ Avrupa’sında, dindar hristiyan kadın, “vaftizimi bozmayacağım” gibi ahmakça bir tavırla yıkanmazdı. Maalesef hayat kadınlarına rağbet arttı. Bu şekilde bir ifrattan bir tefrite gidildi.

Hâlbuki dînimiz, eşler arasında muhabbet ve beraberliği, bilâkis sevap vesîlesi saymıştır. Aile saâdetini, dünyevî ve sakınılması gereken bir nefsâniyet görmemiştir.

Şöyle de diyebiliriz:

İslâm; insanda zaten mevcut olan nefsânî ve fıtrî temâyülü nikâh ile idealize etmiş, mânevîleştirmiştir. Evliliği; İslâm’ın saâdetle yaşandığı bir yuva, müstakbel nesillerin yetiştirildiği bir mektep hâline getirmiştir.

Şu hadîs-i şerif güzel bir misaldir.

Efendimiz buyuruyor ki:

“Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet eylesin!

(Yine aynı şekilde) geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serpen hanıma da Allah rahmet eylesin!” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Tatavvû 18, Vitir 13)

Burada iki tane husus var:

Birincisi; güzel bir âilede takvâ hayatı var, takvâ hayatı.

Bir de samimiyet var ki yüzlerine su serpiyorlar.

Yine buyruluyor:

“Sizin en hayırlınız zevcenize karşı iyi davranandır.” (Bkz. Tirmizî, Radâ, 11/1162)

Dînimiz, içtimâîleşmeyi emreder. Ailenin ötesinde, cemaat olmayı, kardeşlik hukuku ile birlik ve beraberlik içinde İslâm’ı temsil etmeyi ve cihâd etmeyi emreder.

Yani sadece çekirdek aile değil, akrabalarla beraber geniş aileye karşı sıla-i rahimi emreder.

Komşularla güzel geçinmeyi, onlara eziyet etmemeyi emreder.

Hattâ kul hakkına dikkat etmek; balkondan, aşağı balkona halının tozunun gitmemesini… Yine yolda trafikte giderken bütün arabaları sollayıp öne geçip bir kul hakkını yememeyi…

Bütün bu birlik beraberliğin mayası, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker’dir. Yani aile, mahalle, şehir ve bütün ümmet, birbirine hakkı tavsiye eder, sabrı tavsiye eder, merhameti tavsiye eder. Yanlış yaparlarsa mânî olur. Koluna girer, muhafaza eder.

Çünkü; “Sürüden ayrılan kuzuyu kurt kapar.”

İşte bugün toplumumuzun, en küçük parçası olan aileyi kurtlar kemirmeye başladı.

Mehmed Akif ne güzel der:

Biz ki her mevcûdu yıktık, gâyesiz bir fikr ile;

Yıkmadık bir şey bıraktık… Sâde bir şey: Âile.

Ona göz dikenlerin olduğunu da söyleyerek sakındırmıştı. Bugün o sakındırdığı günler geldi maalesef.

Münir ARIKAN: Maalesef.

–Allah râzı olsun, özellikle muhterem efendim, Rabbimiz tarafından çok izzetli bir şekilde yaratılan insanın gayet medenî, gayet insanî üstün vasıflarla dünyaya geldiğini, hayvanattan türemediğini, ilkel bir hayat yaşamadığını, Allah’ın kendi kılavuzluğunda, kendi öğretmenliğinde, terbiyesinde, güzel bir hayatla dünyada imtihan olduğuna vurgu yaptınız.

Özellikle dînimizin yarısının tamamlanması aile ile, evlilikteki infaka çok vurgu yaptınız, fedakârlığa belki îsar makamı olarak. Bir filozof öyle söylüyor:

“Hayat diyor, kazandığını harcayarak devam ettirme sanatı değil, verdiklerinle yepyeni hayatlar başlatabilme sanatı.”

Ama burada en önemli olan şey herhâlde, bir birine o muhabbetle bakabilmek.

Hira dönüşü eve ilk gidiyor Rasûlullah Efendimiz. Hani Kâbe’yi geçerek evine gidiyor. Demek ki hani, en sağlam kale. Aile sağlam hâle gelmeden, Kâbe korunamıyor. İlk tasdikin eş tarafından yapılması, ona vurgu yaptınız Allah râzı olsun.

Eşlerimizin evlerde destekçimiz olması. Böylelikle herhâlde göz aydınlığı hâline geliyor. İki gönül bir olduğunda da onların İslamî anlamda yetiştirdiği nesiller, geleceğimizi kurtarıyor, toplumsal mânâda. Bu tür ailelerin birleşerek sıla-i rahimle, akrabalık bağlarıyla toplumu da inşa ettiğine vurgu yaptınız. Allah râzı olsun çok teşekkür ediyoruz.

Bizim medeniyetimizde -anlattığınız kadarıyla- bu kadar kutsal olan kaleye karşı, sizin risk olarak gördüğünüz ilk üç tehlike desem, Muhterem Efendim, buna karşı ne yapabiliriz?

Hani medyadaki fuhşiyat, LGBT sapkınlıkları, kadın iş gücünün böyle, sanki böyle bir, masum bir ifadenin arkasında gizlenerek onun sömürülmesi, köleleştirilmesi, onun ayaklar altına alınan izzeti, İstanbul Sözleşmesi, bu tür unsurları kastederek sordum.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Efendim, ilk başta, İstanbul Sözleşmesi buyurdunuz. Benim en çok ağrıma giden de bu.

Niye?

Evvelâ şunu düşünmemiz lâzım ki:

İstanbul, Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîfinde fethini müjdelediği bir şehir, mukaddes bir şehir. Fâtih Sultan Mehmed’in emâneti. Asırlar boyu müslümanların hilâfet merkezi, pâyitahtı olmuş bir şehirdir. Yani İslâm’ın ve müslümanların muazzez ve mukaddes bildiği bir şehirdir.

Hattâ tarihimizde Kuzey Afrika’dan, Orta Asya’dan hacca gidecekler, baştan İstanbul’u ziyaret ederler, Dâru’l-Hilâfe’yi; İstanbul’da huzur bulurlar, ondan sonra Kâbe’ye devam ederlerdi.

Toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında, kadını ve erkeği kimliksiz hâle getiren, eşcinselliğe kapı açarak toplumun mâneviyâtına zehir serpen ve aile kalemizi zedeleyen İstanbul Sözleşmesi, Aziz İstanbul’un ismini lekeleyen bir sözleşmeydi. Hamdolsun bu yanlıştan dönülüp kaldırıldı. Bunun kaldırılmasına emeği geçen herkese cân u gönülden teşekkür ederiz.

Efendim, buyurduğunuz gibi, sorunuza cevap vermeye gayret edeyim:

Her medeniyetin de bir aile tasavvuru vardır. İçtimâî hayatı ona göre tanzim eder.

Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bugün batı medeniyetinin aile tasavvuru, yok hükmündedir.

Berlin’de imamlık yapan bir kardeşimiz; orada dedi, kilisenin papazıyla sohbet ediyorduk, ona sordum, dedim ki:

“–Bu sene kaç nikâh kıydınız -bir sene zarfında-?”

“–İki nikâh kıydık.” dediler.

Evlât muhabbeti yok. 18 yaşına girdiği zaman çocuk, olmuşsa eğer çocuğu, onu ya deport ediyor yahut da şu kadar para vereceksin diyor. Böyle nasıl bir aile olur?!. Tasavvur edelim… Mümkün mü?

Bakıyoruz, Batı medeniyetinin temelinde üç unsur var:

Birinci, “Hristiyanlık” var. Kadın onlara göre bir günah vasıtası. Çünkü Havvâ, Âdem’i kandırmıştır diyorlar. Onun için doğanlar günahkâr doğarlar. Ancak vaftize battıktan sonra temizlenir diyorlar. O zaman dünyanın, bir imtihan olmanın mantığı ortadan kalkıyor.

İkincisi, “Yunan felsefesi” var. O filozoflarda da aile tefessüh etmiş vaziyette. Cinsî sapıklık normal görülüyor, övülüyor ve kadın aşağılanıyor.

Üçüncü olarak, “Roma kültürü” var. O da ahlâkî tefessüh… İşte Pompei… Nasıl bir rezillikler olduğu sergileniyor.

Bunlara ilâveten ölçüsüz serbestlik, nefsânî hürriyet, çıplaklık, sekülerlik ve lâ-dînîlik…

Fransa’da 15-20 sene evvel gittiğim zaman bir kilisenin önünde rahibeler bir şeyler satıyordu. Onlara dedim ki:

“–Bak sizler kısmen örtülüsünüz. Hristiyanların bir kısmı açık, bir kısmı tamamen açık. Nedir, hüküm nedir dedim Hristiyanlık’ta?”

Kadın durdu durdu:

“–Herkesin vicdanî durumudur.” dedi.

Böyle toplum olabilir mi?

Yani nasıl süslerlerse süslesinler, söyledikleri dâimâ, insanlık için zararlıdır. Çünkü onların kafasındaki insanlığın, diğer hayvandan farkı yoktur.

Hattâ geçen senelerde bir hanım gazeteci/muharrir dedi ki:

“Bizim dedi, hayvanlar gibi hakkımız yok mu dedi. Onlar serbest, biz niye serbest değiliz?” dedi.

Garaudy vardı, meşhur, eski Komünist Partisi Genel Sekreteri. O bir konferans verdi Yıldız Sarayı’nda. O zaman ben de gitmiştim konferansa. Büyükelçiler vardı. Ona sorular soruyorlardı, cevap veriyordu. En mühim, yani:

“–Niçin müslümansınız?” diye sordular. Onu izah etti, niçin müslüman olduğunu izah etti.

“Siz sağlamsınız dedi, fakat sağlamlığınızın farkında değilsiniz dedi, siz hastayı taklit ediyorsunuz.” dedi.

İzzet Begoviç de şöyle onun güzel bir sözü var:

“Savaş, harpte yenilince değil; düşmana benzeyince kaybedilir.”

İşte bugün de bu aynı buyurduğunuz İstanbul Anlaşması, işte aynı düşmana benzemenin durumu. Hattâ bazı düşman devletler bile bunu kabul etmedi. Onlara bile bu ağır geldi.

Üç madde dediniz. Sayalım onları:

Birinci Tehlike: İffetsizlik empozesi maalesef. 

Bizim gençlik zamanımızda fakirlik belki tutuyordu. Bir de aile sağlamdı. Anne bir mektepti.

Kişi, nefsine uysa, ancak 15 günde bir sinemaya giderdi. O günkü filmler de bugünkü kadar deforme olmuş filmler değildi. Bunların çoğalmamış olması, sokaktaki insanı korurdu.

Sokak ve mahalle ise, mâzîden gelen bir kültürle bir muhafaza hâlinde idi.

Yani yaramazlık yapacak bir genç, kendi mahallesinde bunu yapamazdı. Bir boş mahalle arardı kendisine.

Hayâ ve iffet, dindar olmayan ailelerde dahî bir örf hâlinde devam ediyordu.

Bugün ise, maalesef televizyon, internet, cep telefonlarına girmiş vaziyette. 24 saatini dolduracak kadar maalesef mâlâyânî ile dolu. Şeytanî vitrinlerle dolu. Buradan dâimâ iffetsizlik aşılanıyor. Artık günahlar, normal bir mûsıkî gibi hoş gelmeye başlıyor.

Bu zamanın en büyük fitnesi, bu.

Çaresi?

Evlâtların tek başına internet kullanmaları mümkün mertebe ertelenmeli. Kullanmak zorunda ise, yanında olunmalı. Yalnız bırakılmamalı. İrade eğitimi verilmeli. Yanlışlığı ve çirkinliği öğretilmeli.

İkinci Tehlike bugün: Kadın, teşhir ve istismar durumda…

Kadın bir vitrin malzemesi durumunda. Ve bu çok hazin. Yani bir çöp tenekesine düşen bir pırlanta ne kadar talihsizdir! Maalesef bu kaldırımda açan çiçekler gibi ayaklar altında ezilmeye mahkûm oluyor.

Bizim medeniyetimiz fıtrîdir, yani temiz fıtratı, Allah’ın bizi yarattığı hususiyetleri esas alır, muhafaza eder.

Kadın ve erkek biyolojik olarak farklıdır. Allah katında birer kul olarak aralarında bir fark yoktur.

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

(“…Allah indinde en keremliniz takvâ sahibi olanınız…” [Hucurât, 13]) Üstünlük takvâdadır. Fakat kadın ve erkek, fıtrat olarak farklıdır.

Erkek ekseriyâ daha güçlü, daha dışa dönük, daha soğukkanlıdır. Fizikî vücudu nârin değil, daha dayanıklıdır.

Kadın ise neredeyse tamamen ziynettir. Duygu tarafı ağırlıklıdır. Daha şefkatli, daha merhametlidir. Vücudu nârin ve erkeğe göre dış dünyanın psikolojik ve maddî yüklerine daha az dayanıklıdır.

Rûhu’l-Beyan tefsirinde:

“Bir sel olsa diyor, çocuk sele düşse diyor, baba kendini sele atmaz. Anne kendini sele atar.” diyor. “تَرَائِب” kelimesi önden gelen bir merhameti ifade ediyor.

İşte dînimiz de bu fıtrî farkı gözeterek, vazife paylaşımında farklılık vardır:

Bizim medeniyetimizde:

–Kadın, en başta değerli bir kız evlâdıdır. Kız evlâtlarını güzelce yetiştirene Cennet vaad edilmektedir.

–Sonra sevgi dolu sâliha bir hanımdır. Sâliha hanım, sahip olmakla sevinilecek en kıymetli varlıktır.

Rasûlullah Efendimiz:

“Dünyanızdan üç şey sevdirildi (buyuruyor):

Namaz, gözümün nûru.

Güzel koku ve

Sâliha hanım.” buyuruyor. (Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Yani “sâlih erkek” buyurmuyor Efendimiz. Çünkü hanımdan bir nesil gelecek. Anne “اَلْأُمُّ مَدْرَسَةٌ” (anne mekteptir)” olacak.

–Eğer Allah zürriyet nasip etmişse, kadın sâliha bir anne olacak.

–Zürriyet nasîb etmemişse, Âişe Vâlidemiz gibi, ümmetin annesi olacak.

Bir mü’min için, Cennet’in yolu, sâliha annenin ayakları altından geçer, buyruluyor. (Bkz. Ahmed, III, 429; Nesâî, Cihâd, 6)

“–Kime iyilik edeyim?” suâline, Efendimiz üç sefer;

“–Annen.” Dördüncüsünde

“–Baban.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 2)

Onun için;

Sâliha anneler ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

İşte bunu tarihimizde dâimâ görüyoruz:

Eğer bir Ebû Hanîfe varsa, onun arkasında bir onun annesi var.

Bir Bahâeddin Nakşibend Hazretleri varsa:

“–Benim kabrimi baştan annemin kabrini ziyaret edin.” diyen, Bahâeddîn Nakşibend’in annesi var.

Bir eğer Abdurrahman Câmî Hazretleri varsa:

“–Ben annemi nasıl sevmem; o bir müddet beni cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da beni kalbinde taşıyor.” buyuruyor.

Anneler, ihtiyarladıkça sâliha anne, büyükanneler, anneanneler, babaanneler olarak yine ailenin büyükleri olurlar. Onlar, rûhânî bir rehberliğe devam ederler.

Batı ise, kadının bu fıtrî ve ulvî vazifelerini, birer esaret gibi gösterir. Kadının hürriyeti, kadının çalışması, kadının tahsili… der. Bu süslü sözler, aslında kadının aileden koparılması, kadının annelikten uzaklaştırılması mânâsına gelmektedir. Onu ısrarla iş ve tahsil dünyasına çekenler, aslında onu hürleştirmek değil, onun ziynet olan fizikî varlığını istismar etmek, onu vitrine etmek istemektedirler.

Memleketimizde maalesef evlilik dışı beraber yaşamayı, zinayı, iffetsizliği bir hak ve hürriyet olarak savunan, bu yüzden de aile müessesesine saldıran bir kesim var.

Bunlar âmiyâne bir tâbirle;

“‒Bizim kâğıt üzerinde şeklî bir imzaya ihtiyacımız yoktur.” diyorlar. Ve nikâhsızlığı bir insan hakkı imiş gibi savunuyorlar.

Hâlbuki nikâh, sadece kâğıda atılan bir imza değildir. Onun büyük bir mânâsı vardır. Nikâh, iki tarafın Allah adına söz vererek birbirine helâl olmasıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde;

“Allah adına söz vererek, helâl edindiniz.” buyuruyor. (Sahih-i Buhârî Muhtasarı, X, 398)

Bu söz; bir fânî adına değil, Cenâb-ı Hak adına oluyor. Ağır bir mes’ûliyet taşıyor.

Bu sağlam söz neticesinde pek çok hak, hukuk ve vazifeler terettüp ediyor.

Günümüzün modern cahiliyesinde ise bu hukuk ve vazifeleri reddeden, âdeta diğer mahlûkat gibi, -affedersiniz hayvanlar gibi- hür ve başıboş olmayı medeniyet zanneden bir güruh ortaya çıktı.

Hâlbuki iffet, edep, hayâ ve namus gibi hususiyetler, insanı hayvandan ayırt eden meziyetlerdir. İşte bu insanlık vasfının korunacağı mukaddes kale, ancak nikâhla kurulan bir ailedir.

Câlib-i dikkattir:

1839 Tanzimat’la birlikte medeniyetimiz, maddî ve manevî sarsıntılar geçirmeye başladı. Fransa ile yakın temas içinde olup oraya giden üst ricâl, apoletleri Osmanlı, kalpleri Fransız olarak memlekete döndüler. O hengâmede hakikaten her şeyde bir bozulma başladı, bir yıkım başladı. Bu tufandan ancak aile kurtulabildi. O aile sayesinde Çanakkale ve İstiklal harpleri ve 15 Temmuz mücadelesini kazanıp yurdu kurtarmak nasîb oldu.

Bunun için günümüzde milletimizi dize getirmek isteyenler tarafından aileye saldırılar artmış bulunmaktadır. Çok büyük bir felâkettir.

Diğer taraftan, kadında yine nefsânî bir temayül olarak, kendini gösterme meyli vardır.

Baştan ayağa ziynet olarak yaratılan kadın, eğer terbiye edilmemiş ise, gaflet içinde kalmışsa; arz-ı endam etmek, yani ziynetiyle övülmek, takdir edilmek ister. Bu duygu onu öyle bir sarhoş eder ki, bunun istismarla, tacizle neticelenebileceğini de düşünemez.

Hâlbuki İslâm, kadına, ziynetini şifreli tutmasını emir ve tavsiye buyurur.

Kadın tahsil yapamaz mı? Çalışamaz mı?

Hazret-i Âişe, ilim ehliydi. Müçtehideydi, fıkıh âlimesiydi. 300 talebe yetiştirdi. Fakat bugünkü ilim ile o günkü ilim arasında dağlar kadar mâhiyet ve niyet farkı var.

Bazı vâlidelerimiz, ticaret, imalât gibi işlerle meşgul olup, kazancıyla infakta bulunurlardı. Makyaj malzemesi yapmazlardı! Onlar, tesettürden, hayâ ve iffetten asla taviz vermezlerdi.

Hanımlar, ailevî vazifelerinden, annelik ve hanımlıktan arta kalan zamanlarda insanlığa faydalı olmak istiyorsa, aile bütçesine destek olmak istiyorsa, yahut bunda ihtiyaç ve zaruret varsa, ihtilât ortamında çalışmayacak, evden çalışacak, sırf hanımların olduğu yerde çalışacak. Hanımlara ait hizmetleri görecek. Hanımlara ait irşadlarda bulunacak.

Üçüncü tehlike, en mühimi bu: Bu da cinsî sapıklık bugün. Üçüncü tehlike.

Kur’ân-ı Kerim, önceki kavimlerden bahsediyor.

Âd, Semud, Keldânî, Firavun, Nemrut ve diğerleri…

Bunların her biri, birtakım isyanlar sebebiyle helâk edildiler. Bunlardan biri de Sodom Gomore idi. Bunlar “livâta / eşcinsellik” denilen günaha dûçâr oldular. Hazret-i Lût bunlara peygamber olarak gönderildi. Fakat inkâr ettikleri gibi, onlar o kadar bir câhilliğe düştüler ki:

“–Lût dediler, sen temizsen buradan çık dediler, bizi rahat bırak!” dediler.

Bugünkü eşcinselliğin durumu aynı. Bizi rahat bırakın diyorlar. Aynı. “Sizler temizseniz buradan çıkın!” dediler. Demek ki aynı şey tarihen tekerrür ediyor.

Sonunda Allah bu kavmin helâki için melekleri gönderdi.

Fıtratı ters yüz eden bu kavmin altı üstüne geçirildi. Üzerlerine balçıktan pişmiş tuğlalar yağdırıldı. Hâlâ o kavmin enkazı üzerinde, Lût Gölü’nde hiçbir canlının yaşamadığı görülmektedir.

Bugün toplu helâk olmuyor. Rasûlullah Efendimiz’in duâsı bereketiyle. Fakat mevziî felâketler dâimâ tahakkuk ediyor. İşte bu Korona hastalığı da bütün insanlığı sarstı.

İşin zâhiren tedbiri alınacak. Bu zarûrî. Bu dînî bir emirdir. Fakat daima burada, bu Korona’da, bir Ebrehe ordusunu düşünmemiz lâzım. Ebâbil kuşları kendi kendine gelmedi. Ağızlarındaki o ufacık taşların isabetini kendisi almadı.

Bugün demek ki Korona, bu küresel güçlerin getirdiği merhametsizlik, gasp, zulüm, bunların getirdiği bir neticedir.

Ve birçok insanların, temiz insanların ülkesi mâtem ülkesi hâline geldi. Merhamet kazındı. İşte Suriye, bu insanların ne günahı var? Myanmar’da, Yemen’de… Ne günahı var bu insanların?

Demek ki bunlarda bu Korona’dan alacağımız ibretler:

–Burada temiz insanlar da vefat ediyor. Efendimiz’in buyurduğu gibi bunlar şehiddir inşâallah.

–Hasta olanlar var, onlara da Cenâb-ı Hak inşâallah mükâfat verir.

–Fakat bu cezâyı hak edenler vardır. Onların da ibret alması lâzım. O da maalesef olmuyor.

Tek yapılacak, Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerde; bol bol istiğfar etmek lâzım. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınmak lâzım.

Efendim, bugün Batı dünyası bu eşcinselliği terviç hattâ onu himâyesine alıyor. Karşı çıkana, yanlıştır diyene; “Nefret suçu işledin!” diye saldırıyor. Tıpkı Sodom Gomore gibi.

Bu üç tehlikeye karşı, hak ve hakikati anlatmak, bizim vazifemiz. Toplumu kemiren üç mânevî kanser olmuş oluyor.

Münir ARIKAN: Allah râzı olsun muhterem efendim. Özellikle hayâya çok dikkat buyurdunuz, iffete. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla her mahallede bir tane ya var ya yok, siyah–beyaz televizyon vardı. Aileler akşam bir arada film izlemek üzere ya da ajans dinlemek üzere giderdi. O Amerikan filmlerinde bir-iki tane de sahne olurdu, uygun olmayan bir-iki tane sahne. Bir tanesi olduğunda birisi hemen atılır koşar televizyonu ânî bir şekilde kapatır, odadaki herkesin yüzü kıpkırmızı olur, odaya bir sessizlik çöker, hayâ yayılır her tarafa; “Biz bunu nasıl izliyoruz, nasıl açtık.” dercesine ve beş-on dakika, film istediği kadar heyecanlı olsun, hiç kimse onu açmaya -uzaktan kumandalar da yoktu mâlumunuz- cesaret edemezdi. Acaba bizi alıştırdılar mı, ne buyuruyorsunuz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Münir Bey o filmin tesiri olurdu. Meselâ kovboy filmleri olurdu ekseriyetle. O kovboy filminde bir de Kızılderililer olurdu. Kızılderililer, o memleketin sahibi. Fakat burada Kızılderililer vahşî gösterilirdi. Onların hakkını gasp eden kovboylar haklı gösterilirdi.

Münir ARIKAN: Bir de böyle beyin yıkadılar.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Bir de böyle… Bugün meselâ birçok tarihî hakikatler de öyle. Meselâ bugün; Amerigo Vespuççi, Kristof Kolomb, Macellan, bunlar eşkıya. Afrika’dan kelle başı topluyorlar, terminallerde bekletiyorlar, kürek mahkûmu olarak Amerika’ya taşıyorlar. Yolda gık diyeni “Yâhu ne yapıyorsunuz biz insan değil miyiz?” diyeni, okyanusun ortasına atıyorlar. Yahut underground’larda çalıştırıyorlar. Yine “gık” diyeni betonun içine atıyorlar.

Maalesef yani! Onun için; Batı budur.

Bir de şunu ben söylemek isterim. Yani Batı’ya bugün medeniyet deniyor vs. şu bu deniyor.

Aşağı yukarı -tahmin ederim- birinci dünya harbinde, ikinci dünya harbinde yüz milyon insan öldü. Kim öldürdü bunları? Kim öldürdü bunları?.. Batı öldürdü! Bu nasıl medeniyettir?!.

Bugün öyle bir medeniyet ki; -gerçi belki mevzunun dışına çıkıyoruz ama-

Münir ARIKAN: Estağfirullah.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Yani bu, şimdi, silah fabrikalarına dâimâ sermâye arıyor, büyük tröstler, karteller…

Bugün yani şu var; tam dünya bugün câhiliye devrine döndü. Modern câhiliye…

Yani bir, ne fark var, gardırop farkı var, geometri farkı var, maalesef.

Münir ARIKAN: Ama zihniyet olarak öyle…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Zihniyet olarak aynı. Aynı şey.

Bir de Münir Bey, kast sistemine döndü. Nasıl Hindistan’da bir kast sistemi görülüyor, bu câhiliye devrinde de kast sistemi vardı.

Hind dedi ki, Ebû Süfyân’ın karısı:

“–Böyle din mi olur dedi, ben köleyle bir mi olacağım? Köle talihine küssün!” dedi.

Bugün de küresel güçler onu söylüyor:

“–Talihine küssün!” diyor,

“–İhtiyarlar ölsün!” diyor…

Yani bu -af edersiniz- bu vahşet değildir de nedir?!. Bu bir câhiliyye devri değildir de nedir?!.

Münir ARIKAN: Kesinlikle… Muhterem Efendim, bunu şu açıdan da sordum; bu iffet ve hayâ vurgunuzu, hani bizi alıştırıyorlar mı derken, siz internetin kontrollü olmasına, çocuklara belli bir yaşa kadar verilmemesine; şimdi diyecekler:

“Hocamız böyle bunu yasaklıyor.”

İnterneti bilgisayarı icat edenlerin başında gelen Bill Gates kendi çocuklarına yirmi bir-yirmi iki yaşına kadar yarım saatten fazla günlük oynatmadı. Bilgisayarı oynatmadı internet yok iken bile oynatmadı. Dolayısıyla böyle bir kontrolün lüzumu çok âşikâr.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Bir de şu var Münir Bey, yani bu, bugün, tabi bu, şahısların kuracağı bir iş değil. Devlet internet siteleri kurmalı… Burada doğrudan doğruya, dolaylı olarak; meselâ şu kâinattaki manzaralar. Bunları kim yarattı nasıl yarattı?!. Bir atom fiziği, bir atomun içindeki hikmetler… Bir astrofiziğin içindeki hikmetler… Bir toprağın içindeki hikmetler… Bu şekilde Yaratıcı’ya, yani eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a… Bu şekilde çocukların zihinlerini bu şekilde doldurmak zarûrî. Tabi bu, büyük bir sermaye işi. Yani böyle bir sitelerin kurulması da zarûrî. Aksi hâlde -af edersiniz- bu siteler, yamyamların elinde kalmış oluyor.

Münir ARIKAN: Maalesef. Muhterem efendim bu haricî riskleri, düşmanları -Allah râzı olsun- çok şümullü bir şekilde îzah ettiniz. İçten zarar veren, üç dâhilî tehlike nedir, desem.

Son dönemde biliyorsunuz, çocuklarımız okul ve kariyeri, hani Araplar ekmek yapıyorlardı put diye, put şeklinde; acıkınca da yiyorlardı. Bizim de kariyer putumuz -hâşâ- var gibi, evliliğin önünde bir mânî, akraba ilişkilerinin önünde bir mânî. Yani hocam çocuklar şöyle ilkokula başladığında akraba ziyaretleri bitiyor. Çünkü ödevleri var, çünkü sınavları var, çünkü kariyerleri var… Bu anlamda; lüks ve israf külfetinin artarak zorlaştırılması, düğünlerin ekonomik olarak. Okulda da aile ile alâkalı hiçbir şeyin verilmemesi… Bu anlamda, bu benzeri unsurları kastederek sordum?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Çok doğru söylüyorsunuz Münir Bey. Yani çocuklar pragmatist olarak, hodgâm olarak yetişiyor. Menfaatperest olarak yetişiyor.

Bunun için de, yani, bizde Lâle Devri’nden önce Osmanlı, güzel bir şeydi, yani dört yüz atlıyla kuruldu. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla üç asırda 24 milyon kilometrekare oldu.

Fakat Lâle Devri’nde bir rehâvet çöktü, bir atâlet başladı. Sonradan da, Batı hayranlığına bir dûçâr olundu.

Osmanlı; toprak çok genişti, onu muhafaza etmek durumundaydı. Küçük sanayiye giremedi. Geç girdi vs… Birçok kayıplar oldu.

Bunun için ailede de tabi Batı’yı taklit başladı.

Birinci tehlike: İslâm’ın Yaşanmaması

İslam çok büyük kültürdür. Ondan büyük kültür olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği bir kültürdür. Bu kültür 23 senede tamamlandı.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

Bir tefekkür ufku…

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

23 sene sonra;

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ

(“…Bugün size (dîninizi) tamamladım…” (el-Mâide, 3])

Dînin tamamlandığı bir âyetle -Allâhu a’lem- tamamlandı.

Bu kültürü Rasûlullah Efendimiz yaşayarak tattırdı. Kendisi yaşadı, üsve-i hasene… Ashâb-ı kirâma o muhabbeti verdi. Ashâb-ı kiram da bu kültürü yaşadı. Yaşamakla, mazisi yarı vahşî insanlardan bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana geldi.

Efendim, bu birinci tehlike: İslâm’ın yaşanmaması…

Rasûlullah Efendimiz’in tâlimâtı:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ûlsünüz…

Her baba âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.

Her anne evinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür.” (Buhârî, Vesâyâ, 9)

Çoban ne yapar?

Mes’ûliyeti altındaki o canları, kuzuları korur, doyurur, besler, kaybolmaktan, dağılmaktan korur. Uçurumlar gibi tehlikeli yerlerden uzak tutar. Onları kurtlardan, canavarlardan muhafaza eder.

O hâlde, bir anne-baba da, evlâtlarını insin ve cinnin şeytanlarından muhafaza etmeli. Onları Cehennem uçurumlarından korumalı. Onları sadece maddî değil, mânevî olarak da beslemeli, muhafaza etmeli, himaye etmeli.

Bugün evlâtlarımızı, tahsil, iş vs. adı altında canavarların kucağına atmak, bir anne baba için korkunç bir vebal!

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede “Yaklaşmayın!” tâlimatı veriyor.

Eğer yaklaşırsan uçurumdan aşağıya gidersin.

“Zinâya yaklaşmayın!..” (el-İsrâ, 32)

Yani daha o tehlikeye girmeden önlüyor İslâm. “Yaklaşmayın!” buyuruyor.

Yine, diğer, En’âm Sûresi’nde;

“Açık olsun, gizli olsun hiçbir günaha ve kötülüğe yaklaşmayın!” (el-En‘âm, 151) buyruluyor. İşte bugün maalesef toplum bu günaha yaklaşıyor.

“Bunlar (ilâhî tâlimatlardır) Hudûdullah’tır. (Geçilmesi yasak ilâhî sınırlardır) Onlara yaklaşmayın!” (el-Bakara, 187) buyruluyor.

Yani sadece “İşlemeyin!” değil, “Yaklaşmayın!” buyruluyor.

Bugün ülkemizde maalesef dinden uzak yaşayan bir kesim var. Onların birkaç nesil evvelki dede ve nineleri, Osmanlı toplumunda gayet dindar insanlardı. Arada birtakım ihmaller, birtakım gafletler, birtakım bâtıl çevrelere yaklaşmalar oldu ki, o dedelerin torunları, bambaşka bugün bir yola girdiler.

Bugün biyolojik anne-baba olmak kâfî değil. Çünkü evlâtları, sokaklar, mektepler ve ekranlar şekillendiriyor.

Dolayısıyla, evlâtlarımızı, Allâh’ın yasaklarının işlendiği mekânlardan, onları haramlara yaklaştıracak çevre ve muhitlerden koruyamazsak, onları gafletin içine atmış oluruz. Bu, anne-babanın en ağır mes’ûliyetidir.

İslâm bir reçetedir. Reçeteyi aldın, kabul ettin, ama onda yazılı olan tedavileri, perhizleri tatbik etmiyorsan, bir şifâ bulamazsın.

Dînimiz, kıyâmete kadar şifâ ve devâ reçeteleriyle dolu. Fakat tatbik edilirse netice görülür.

Evlâtlar, anne-babalarının ne söylediğine değil, ne yaptığına bakarlar. Bu da mühim.

Yani anne-babalar, İslâm ahkâm ve ahlâkını yaşayan numûne anne-babalar olurlarsa, evlâtlar da o izden yürürler. Sessiz-sedâsız bir tebliğdir bu ve belki de sözlü olandan daha tesirlidir.

Zira Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün dedi ki:

“‒Siz, susarak da İslâm’ı tebliğ edin.” dedi.

“–Yâ Halîfe!” dediler. “Susarak nasıl tebliğ edilir?”

“–Hâliniz ve ahlâkınızla.”

Onun için Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethettikten sonra oraya Anadolu’nun temiz ailelerini yerleştirdi. Onların ahlâkıyla “bu din ne güzel bir dindir” dediler.

İkinci Tehlike: Evliliğe Mahsus Hatalar:

–Evliliğin Geciktirilmesi.

Rasûlullah Efendimiz:

“Ey gençler topluluğu, sizden evliliğe gücü yetenler evlensin!” buyuruyor. (Müslim, Nikâh, 1)

Mehir, nafakaya gücü yettiği andan sonra evliliği ertelemek, doğru değil. Bugün; üniversite bitsin, mastır bitsin, doktora bitsin, staj bitsin, askerlik aradan çıksın, para biriktirsin, denilerek evlilik yaşı erteleniyor. Ondan sonra problemler başlıyor.

Ve evlilik ertelendikçe, müşkülpesentlik artıyor, evlenme ihtimali de zayıflıyor. Bekârlığın yayılması, bekârların artması, kıyâmet alâmetidir. Toplum için hayırlı ve sağlıklı bir husus değildir.

Bu sebeple, münasip görülen kişileri evlendirmek çok sevap ve sâlih bir ameldir.

Efendimiz buyuruyor:

“En fazîletli şefaatlerden (yani teşvik edilen aracılık gayretlerinden) biri, evlilik hususunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 49)

Fakat burada da Mevlânâ’nın dediğine dikkat etmek lâzım. “Küfüv” diyor Mevlânâ:

“Ayakkabının diyor, biri ayağına büyük veyahut küçük gelirse, diğeri de bir iş görmez.” diyor.

Bunun için “küfüvv”e de dikkat etmek lâzım.

Yine Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri:

“En üstün sadaka-yı câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana da bir ecir vardır.” buyuruyor. Sebep olduğu için. Yeter ki denkliğe, yani birbirlerine küfüv olmalarına riâyet edilsin.

Efendim yine; Namzedin Belirlenmesi:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bir kadınla dört şeyden dolayı evlenilir:

  • Malı,
  • Soyu,
  • Güzelliği
  • Dîni (yani takvâsı).

Siz takvâsı olanı tercih edin…” buyuruyor. (Buhârî, Nikâh, 16)

Maalesef bugün, ihtilât ortamında veya internet üzerinden gençler birbiriyle samimî oluyorlar. Evlenmeye karar veriyorlar. Fakat anlık fizikî hissiyatlarla hareket ettikleri için, bunlarda boşanma fecaatinin yüksek olduğunu görüyoruz.

Zira gençlikte tecrübe eksiktir. Dış dünya ve sosyal medyada insanlar gerçek yüzlerini göstermezler. Daha ziyade, görünmek istedikleri gibi görünebilirler.

Bunun için eskilerde, babalarımızda görücü usûlü vardı. İki taraf birbirine küfüv müdür, denk midir, uygun mudur, yapıları birbirine münasip midir? Yani onlarda boşanma, yok kadar azdı.

Hattâ bugün maalesef gönderirken anne;

“–Ben seni okuttum kızım. Nasıl olsa sen muhtaç değilsin diyor. Onun için fazla diyor, yüz verme!” diyor. Bir çatırtı başlıyor.

Hâlbuki bizim çocukluk zamanımızda yahut da gençlik zamanımızda, evden çıkarken denirdi kıza anne-baba:

“–Bak kızım, bembeyaz bir gelinlikle çıkıyorsun. Hiç lekesiz, yine bembeyaz bir kefenle girdiğin evden çıkacaksın.”

Dâmâda da denirdi:

“‒Bu sana Allâh’ın emânetidir. Hukukuna dikkat et!” denirdi. Böyle bir yapı vardı. Bu yapı koptu.

Tabi bu, maalesef, neticesinde ne oluyor?

Evlendikten sonra bir hodgâmlık başlıyor, bencillik başlıyor, sabırsızlık başlıyor, tahammülsüzlük başlıyor. Hattâ hattâ, çocuk bile istemiyor. “Aman kürtaja gitsin diyor, ben diyor, hayatımı diyor, bu çocuğa mı vereceğim!” diyor, vs… Hâlbuki düşünmüyor ki, yarın bu çocuk belki ona yarın baston olacak.

Efendim tabi, şimdi, ne vardı evlilikte?

–Muhabbet vardı. Sadâkat vardı. Karşılıklı saygı vardı.

–Samîmiyet olacak, lâubâlîlik olmayacaktı.

–Vakar olacak, kibir olmayacaktı.

–Tevâzu olacak, zillet olmayacaktı.

–Evlilikte gönül âhengine daima bir îtinâ edilecekti.

–Sabır olacaktı: Bir hayat arkadaşlığı başlıyordu. Mutlaka tahammül gerektiren zamanlar olacak, sıkıntılı zaman olacak. Taraflar, böyle zamanlarda birbirlerinin güzel huyunu düşüneceklerdi.

–Mes’ûliyet olacaktı: Taraflar, birbirlerine karşı olan vazifelerini ihmâl etmeyeceklerdi.

Bozmak, yıkmak kolaydır. Fakat yapmak ve korumak zordur.

Yine bu, ibretli bir tarihî bir şeydir. Rivâyete göre bir adam, Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a gelir. Hanımını şikâyet için geliyordu. Halîfe’nin kapısına geldiği zaman, hanımının Hazret-i Ömer’e yüksek sesle bağırdığını duydu. Adam kendine şöyle dedi:

“–Ben dedi, hanımımı şikâyete geldim ama, ama onun da başındaki dert, aynı dert.” dedi.

Münir ARIKAN: Hem de Hazret-i Ömer’in.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Evet… Tam dönerken Hazret-i Ömer onu fark etti, yanına çağırdı. Meseleyi öğrenince şöyle dedi:

“–Onun bende bazı hakları var, onun için söylediği şeylerin hepsine ben aldırış etmiyorum.

O, ateşle aramda bir perdedir. (Yani iffetsizliğe, zinâya perdedir.) Kalbim onunla sükûnet bulur, onun sayesinde ben harama düşmem.”

Ardından hanımının hizmetlerini saydı. Adam da;

“–Aynı durum benim için de geçerlidir.” diyerek huzurla geri döndü. (Tenbîhü’l-Gâfilîn)

Tarihimizde, Münir Bey, dergâhlar bu hizmeti görüyordu. Aralarına burûdet giren hanım ve bey, dergâhın kendilerine mahsus yerine giderler, nasihat dinlerler, sıkıntıdan kurtulurlar, huzurla ailelerine dönerlerdi.

Dînen “boşanma” Allâh’ın buğzettiği, Arş’ı titreten bir tehlike olarak görülürdü. Bu sebeple, hakikî mânâda en son çare idi. Evlenen kızlara demin bahsettiğim gibi, o şekilde bir telkinatta bulunulurdu. Dâmatlara;

–Evlâdım! Hanımın sana Allâh’ın bir emanetidir. Ona karşı ne kadar hayırlı ve kerem sahibi olursan Allah katında o kadar hayırlı bir kul olursun.” diye telkin edilirdi.

Buna mukabil; gelinlere de, gelin gittiği aileler de kendi kızları gibi davranırlardı, onları incitmezlerdi.

Günümüzde ise; maalesef nefsânî tercihlerle en küçük bir huzursuzluk yaşayan hanım ve beylere de gerçek anne-babaları tarafından gerekse çevrelerinden daima; sabır yerine isyan, sebat yerine kararsızlık, ülfet yerine ayrılık telkin edilmektedir.

Maalesef günümüzde kız evlâtlara;

“–Kendini küçük düşürme! Altta kalma! Kendini ezdirme!..” gibi avâmî telkinlerde bulunulmaktadır.

Üçüncü Tehlike: En mühim tehlike bu. Bu bir cahiliyenin tehlikesidir.

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

(“Büyük haberden.” [Bkz. en-Nebe, 2])

Âhiretin Unutulması:

Bu; nefsânî arzular, âhireti unutturuyor.

Maalesef günümüz câhiliyesi, âhiretsiz bir dünya istiyor.

Evlilik ise zikrettiğimiz üzere, hepsi uhrevî duygular olan, muhabbet, sadâkat, iffet, sabır ve ihtimam istiyor.

Âhireti unutanlar ise; “Dünyamız, nefsimizin rahatı ve konforuyla geçsin.” diyor. Evliliğe tahammül etmek istemiyor. Maalesef.

Allah âkıbetimizi hayreylesin.

Münir ARIKAN: Âmîn, âmîn.

Muhterem Efendim, özellikle Rasulullah Efendimiz’in;

“Bir kadın dört şey için nikâhlanır.” hadîs-i şerîfine vurgu yaptınız. Âcizâne bu aile koçluğunda 21 yıldan beri, bunu dünya çapında müşahede ediyorum:

–Malı için evlenenler bedbaht oluyorlar. Çünkü mal araya girince -az evvel buyurduğunuz gibi- Alman ailesi tipinde, hani bir insan evlâdıyla, eşiyle, ailesiyle nasıl bir şey olabilir, yani mal-mülk araya girebilir?!

–Soyu sopu için evlenenler, işte İngiliz kraliyet ailesinde oldu, Hollanda’da oldu, İsveç’te oldu, Japonya’da oldu; felaketle sonuçlanıyor. O da bir hayır getirmiyor.

–Güzellik için evlenenler de en hızlı boşananlar onlar oluyor, Muhterem Efendim. Elde bir kalıyor; dîni için. Elhamdülillah onlar da buyurduğunuz gibi…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Yarın güzellik gidiyor. Baştan bulutların üstünde yaşıyorlar. Sonradan, o üç ay sonra, o güzellik, her şey bitiyor; huy kalıyor.

Münir ARIKAN: Kesinlikle. Allah, korumamızı nasîb etsin.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Onun için hakikaten bu aile çok mühim. Aile sağlam olmazsa toplum gider, toplum mahvolur. Nüfus azalıyor, vesâire oluyor. Yani maalesef…

Münir ARIKAN: Çok önemli olduğu konusunda -Allah râzı olsun aydınlattınız bizi- bunda bir ihtilaf yok. Eğitim camiasında ama buna değinilmemesi konusunda ne diyorsunuz?

Yüreğimiz yanıyor. Hani 4+4+4 bir de üniversitesi var; 16 yıl. Âcizâne, çocuklarımızın kitaplarına baktığımızda, eğitim hayatlarına baktığımızda, aile olmakla alâkalı -az evvel buyurduğunuz gibi- “Aman kızım ha; beş yıl, çocuk-mocuk!..” Evvelden hemen, çocuk olması… Buyurduğunuz zürriyetle ilgili, göz aydınlığı ile ilgili bir teşvikti. Şimdi “Aman ha temkinli olun, el âlem falan!..” Böyle bir korumacılıkla…

Bu konuda eğitim camiasına sözünüz ne olur? Tavsiyeniz ne olur? Yüreğimiz yanıyor bu konuda.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Efendim; Tanzîmat’ta, Medrese ve Mektep ayrımı başladı. Yani medrese, bir mânâda öksüz bırakıldı. Medrese kapatıldı. Mektepte var olan dînî ve ahlâkî eğitim de yok edildi arkadan. Mektepler, dinden uzak bir mantıkta nesiller yetiştirmeye başladı.

Bugün normal eğitim sisteminde, haftada iki saat din dersi var. O da birtakım insanları rahatsız ediyor; onu da kaldırmaya çalışıyorlar. Hâlbuki haftada iki saatlik eğitimde bir şey verilemez. Efendimiz bu eğitimi 23 senede verdi.

Millet bu mahrumiyeti aşmak için, talep ettikçe İmam Hatipler açıldı. Ben de İmam Hatip mekteplerinin ilk mezunlarından biriyim. Fakat hususî gayretler olmazsa, İmam Hatipler de, bir Kur’ân eğitimini dahî tam olarak veremiyor. Ayrıca en az bir yıl evlâtları Kur’ân kursuna göndermek zarurî.

Birçok mefhumlarımızın içi boşaltılmakta ve yerine başka, yabancı şeyler doldurulmaktadır.

İslâm’ın; okumak, öğrenmek ve ilim tahsili hususundaki teşvikleri gafiller tarafından yanlış değerlendiriliyor.

Kur’ân-ı Kerîm’de;

“…Size ancak az bir ilim verdik.” (el-İsrâ, 85) buyuruyor.

Bu az ilmin verilişinden gaye, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini idrak etmektir.

Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de -dikkat edersek- bütün ilimlerin hikmet tarafı verilir. Hikmetten uzak kuru bir bilgi depo etmek, Kur’ân’ın değer verdiği bir ilim değildir. Çünkü zihni arşiv gibi kullanmanın tek başına bir değeri yoktur. İlmi, kalben hazmederek hayata meyve meyve yansıtmak mümkündür. Bu da takvâ iledir.

Cenâb-ı Hak:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah öğretiyor…” (el-Bakara, 282) buyuruyor.

Mevlânâ Hazretleri, -ben bu misali çok veriyorum- Selçuklu Medresesi’nin dersiâmıydı, en büyük hocasıydı. Zâhirî ilmin zirvesindeydi. Fakat bu hâlini; “Hamdım!” diye tarif ediyor. Zâhirî ilim yetmiyor çünkü. Ruh sahipsiz olmamalıydı. Bu boşluğu Şems-i Tebrizî adlı bir derviş geldi doldurdu.

Onun, Şems-i Tebrîzî’nin, Mevlânâ kadar zâhirî ilmi yoktu. Bir dervişti. Fakat gönlünden rahmet taşıran bir dervişti. Mevlânâ’nın gönlüne muhabbet ve kalbî derinlik kazandırdı. Mevlânâ Hazretleri, mânen tekâmül edip takvâ ile yoğrularak muhabbet ateşinde kıvâma geldi. “Piştim!” ifadesiyle anlatır. İlâhî azamet ve hikmet manzaralarını seyretmeye başlar. Hiçliğini daha yüksek bir idrâk ile anlar, ilâhî aşk ile kavrulma safhasını; “Yandım!” diye hulâsa eder.

Mevlânâ daha evvel ilmi zirvedeydi. Fakat “üşüyen varsa ben üşüyorum” demezdi. Fakat kalbini o muhabbet, ilâhî muhabbetle doldurup yüreğinden merhamet taşırmaya başladığı zaman;

“Mâdem dünyada bir üşüyen var, ben artık ısınamıyorum.” demeye başladı. Yani bir “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı” kazandı.

Öbür tarafta zihnin arşiv olması… Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, Cuma Sûresi’nde “kitap yüklü merkepler gibidir” buyuruyor öyle kimselere, Benî İsrâil âlimlerine o zaman. (Bkz. el-Cum’a, 5)

Demek ki ilim, zâhirî ile beraber bâtınî olacak. Bir tefekküre götürecek. Derinleştirecek. O kalpte bir hikmet tecellî edecek. Sünuhatlar, tulûatlar olacak. İnsan kendi hüviyetine kavuşacak.

Onun için buyuruyor Kur’ân-ı Kerîm, mâlum:

“اِقْرَأْ” (Oku!)

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Rabbinin adıyla oku!..” (el-Alak, 1)

İşte en büyük şey bu. Kalbin bu kıvama gelmesi.

Hattâ buna binaen Hazret-i Mevlânâ da Mesnevî’sine;

“بِشْنَوْ” (Dinle) diye başlıyor. “Kur’ân-ı Kerîm’i dinle!”

Nitekim Mevlânâ, bu; nasıl bir rûhu selâmete çıktı. Hattâ bütün tasavvuf ehlinin ifadelerinin bir ezcümle toplu olarak şöyle ifade eder:

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ

“Yaşadığım müddetçe ben Kur’ân’ın kölesiyim! Ben Muhammed Muhtâr’ın yolunun toprağının tozuyum…”

İşte gerçek tahsil de bu.

Niye gerçek tahsil bu?

Çünkü bu dünya bir mekteb-i âlemdir. Ve bu mektebin de dersi Allâh’a kul olmaktır.

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Allâh’a kul olmak, Allâh’ı kalpte tanıyabilmektir.

Yani bir mü’min için mârifetullâha basamak olacak. Uhrevî tahsil, dünyevî tahsil ile iç içe geçecek. Dünyevî tahsili, uhrevî tahsilin içine alacak. Mezcolacak. Bu şekilde; “…Az bir ilim verdik.” (el-İsrâ, 85) Bu az ilimle eserden Müessir’e, sebepten Müsebbib’e, sanattan Sanatkâr’a gidecek. Daima Cenâb-ı Hakk’ı zikredecek. Neyi görse Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Bu şekilde bir, bu mekteb-i âlemin dersi kalplerde kıvam kazanacak.

Onun için gerçek tahsil, mârifetullah tahsilidir. Hak dostları dâimâ buna dikkat çekerler. Şu hâtıra çok mânidardır:

Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, Sâmi Efendi Hazretleri’nin duâsını almak için, yeğenlerini tanıştırmak istedi. Huzûruna girip el öperken;

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederim!” diye takdim ettiler.

Sâmi Efendi Hazretleri de mânidar bir tebessümle onlara;

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Hukuk mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullah tahsilidir! (Yani bu mânevî tahsil olmadan diğer tahsillerin pek kıymeti yoktur.)” buyurdu. (Mustafa ERİŞ, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21)

Evlâtları mutlaka Kur’ânî bir tahsilden geçirmemiz, İmam Hatip ve Kur’ân kurslarında okutmamız gaye olmalıdır.

Anne-babalar bu mektepler arasında bir titizlikle mânen en iyisini seçerek göndermeli, evlâtlarına bunu seçerken de;

“–Evlâdım hangi okulda Allâh’a daha yakın olur, hangi tahsilde, takvâsını, istikametini koruyabilir?” diye ölçmelidir, ona göre araştırmalıdır.

Maalesef, sosyeteler, gittiği koleji, ararlar. Hangi kolej daha çok dünyevî ilimler verecek diye. Maalesef.

Münir ARIKAN: Kayıp bir nesil.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Evet. Bir anne baba da yavrusunu göndereceği İmam Hatip okulunu seçmelidir ki, onun için, orada en mühim; hocaların takvâ sahibi olması, îman vecdi içinde olması zarûrî ki oradan in’ikâs olsun.

Münir ARIKAN: İnşâallah.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: O in’ikâs olmazsa, buz üzerindeki bir yazı gibi kaybolur gider.

Münir ARIKAN: Allah râzı olsun. Son olarak, çok vaktinizi aldık hakkınızı helâl edin lütfen.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Estağfirullah.

Münir ARIKAN: Allah cümle geçmişlerinize rahmet etsin. Muhterem pederiniz rahmetli Musa TOPBAŞ Efendi’nin hayır-hasenat, tebliğ çalışmaları yanında, örnek aile hayatı da mâlumunuz. Ben size bunu hâsseten sormak istiyorum: Muhterem babacığınızdan ve muhterem Valideniz Fatma Feride Hanım’dan hayatınıza dair aldığınız önemli düsturlar; ne kaldı hayatınızda? Hani anne-baba rol modeli dediniz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Hâtıralar, hâtıralar…

Efendim; Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ederim ki, muhterem annem-babam, İslâm ahlâkını yaşayan ve yaşatan çok değerli, fazîletli kişilerdi.

Ev ortamımız, ömür boyu hiç unutmadığımız bir cennet yuvasıydı.

Münir ARIKAN: Elhamdülillah.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Her lâhzası ve her safhası itibarıyla bambaşka bir huzurun en güzel hâllerinin yaşandığı bir yuvaydı.

Bunun mimarı da, hiç şüphesiz muhterem babamız Musa Efendi idi.

Münir ARIKAN: Allah rahmet eylesin efendim.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Bir baba ve bir aile reisi olarak her hâli câlib-i dikkatti. İncelikler ve hassâsiyetlerle doluydu.

Biz iki kardeşiz. Bizim yetişmemize büyük bir ihtimam gösterdi. İmam Hatip Mektepleri açılınca bizi oraya gönderebildiğine çok sevindi. Hemen bir hazırlık yaptı. Bizi elimizden tuttu, İmam Hatib’e kayda götürdü.

Evlâtlarının, dînî eğitim almasına çok ehemmiyet verirdi. Şundan ehemmiyet verirdi; kendisi -muhterem babam- bunun mahrumiyetini çekmişti. Hattâ derdi:

“Din yasaktı…”

Münir ARIKAN: Yaa, mahrumiyet yıllarını yaşadılar onlar.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: “Yasaktı. Hattâ bir, Konya’dan bir hoca efendi, babam getirdi (dedem yani). O bir bahçeyi sulardı bahçıvan gibi. Ancak bize akşam bodrum katında Kur’ân-ı Kerim öğretirdi.”

Hattâ biz de, o zaman Kur’ân-ı Kerîm dersi veren bir Arnavut hocamız vardı yahut Boşnak, kadıncağız. Uzaktan bekçi gelirdi:

“–Oğlum yatın!” derdi. Bekçi geçer “Kalkın, bekçi geçti!”

Bekçi bir devletti o zaman. Din bu kadar bir şey altındaydı.

Onun için, Allah rahmet eylesin…

Münir ARIKAN: Âmîn.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Dînî eğitimin muhtevâsı bilhassa; evlâtlarının ve terbiyesiyle meşgul olduğu bir kişinin, bir İstanbul beyefendisi hâlinde, edep, hayâ, rikkat-i kalp, nezâket ve zarâfet sahibi olmasına çok îtinâ ederdi. Kendisi Rahmetli, bu hususta çok titizdi.

Münir ARIKAN: Allah rahmet eylesin.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Onun için bizi, iki haftada bir, o zamanın hoca efendilerine götürürdü. Biz çocuktuk tabi. Fakat onlardan bir in’ikâs almak için. O hoca efendilere bizi dolaştırırdı.

Zaman zaman da; Süleymaniye Câmii, Sultanahmet Camii, Osmanlı eserleri, oraları gezdirirdi.

Münir ARIKAN: Şuur gezisi.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Onların bir tarih şuuru vermesi. Güzel bir tefekkür şuuru vermesi için de; şu Beylerbeyi sırtından İstanbul’u seyrettirirdi.

“–Bakın oğlum, şu boğaz biraz daha geniş olsaydı, bu güzellik olmazdı!.. Biraz daha dar olsaydı olmazdı!..”

Hattâ bir ara da Hâmid AYTAÇ’a birkaç ders gittik, hat almak için. O da maalesef o kadar kaldı, daha öteye şey yapamadık.

Yani bu; Yahya Efendi, Eyüb Sultan Hazretleri vs. oraları, Allâh’ın onlara olan mükâfatlarını, onların unutulmadığını…

Yine bize, -onu hiç unutmam- küçük yaşta Bursa’ya giderdik. Bursa o zaman bir, tam bir Osmanlı şehriydi. Sultan Murad’ın şehriydi. Mâneviyatla, bir rûhâniyetle doluydu.

Orada Emir Sultan, Ulu Cami’ye götürürdü. O zaman kapıda fakirler olurdu. Bizim cebimize bozuk para verirdi.

“–Bunları dağıtın oğlum.” derdi.

Münir ARIKAN: İnfak şuurunu vermişler o zamandan.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Biz de verirken, o şeyler, fakirler; “Ah evlâdım Allah râzı olsun!” diyerek taltif ederler, bu da bizim o zaman çok hoşumuza giderdi.

Yine biz Erenköy’de oturuyorduk o zaman. Komşulardan biri hasta olsa, ona çorba, muhallebi götürülürdü. Bunlar da, çocuklar eliyle gönderilirdi ki çocuklar hizmete alışsın diye.

Münir ARIKAN: Eyvallah.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Maalesef günümüzde evlâtların böyle hizmetlere, yardımlara ve fedâkârlıklara alıştırılması, çok zayıfladı. Çocukları kendi hâline bırakmak, onlardan hiçbir hizmet beklememek, “aman dersine çalışsın” diye, güya, Batı menşeli psikoloji de buna âlet ediliyor.

Hâlbuki çocuk, anne ve babası tarafından terbiye edilmezse; onu sokak terbiye ediyor, internet terbiye ediyor, modalar, reklâmlar şekillendiriyor.

Münir ARIKAN: Maalesef, maalesef.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Yine hiç unutmam.

Siz; beyaz-renkli televizyondan bahsettiniz. Ben evleneceğim zaman fakir, bana şu ihtarda bulundu:

“‒Bak oğlum dedi, eğer evinize televizyon koyarsanız, babanıza vedâ etmiş olursunuz!”

Münir ARIKAN: Allah râzı olsun, büyük, büyük bir nasihat.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Evet. Tabi bu da muhabbete bağlı.

“–O sizin evinize girerse, ben giremem.” buyurmuştu.

Münir ARIKAN: Aramıza televizyon girmesin yani…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Çok şükür, çok şükür bu tâlimâta o gün, bugün riâyet ettik.

Münir ARIKAN: Allah râzı olsun.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Fakat furûa bunu şey yapmamız çok zor bugün.

Annemde de merhamet, şefkat, iffet, edep, dürüstlük, cömertlik, tefekkür, tehassüs şâhikası bir anneydi.

Evlenecek kızların, yetimlerin filân, bohçasını hazırlardı.

Münir ARIKAN: Allah râzı olsun.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Onlarla o alâkadar olurdu.

Yani bir; Münir Bey, terbiye veren, aileydi.

Münir ARIKAN: Âmennâ…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Babaydı, anneydi, anneanneydi, babaydı… Bunların hepsi, ailenin hocasıydı, hoca hanımıydı.

Peder rahmetli…

Münir ARIKAN: Allah rahmet eylesin.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Tabi bu; yetimler, kimsesizler, yalnızları sevindirir, ona göre bütçe ayırırdı kendisi, gelen şeyine göre.

“–Bu derdi, şu kadarla, bu sene derdi, hastalara ilâç alınacak bu benim paramla. Şu kadar yetimler, şu kadar fakirler…” Vesâire, onları şey yapardı.

Yine orada, o zamanlar iftarlar verirdi Ramazan’larda. İftarlarda da günleri ayırırlardı. Mesela bir gün; o zaman arabacılar vardı, faytoncular. Araba yoktu, faytonculara iftar veriliri.

Bir gün hoca efendilere iftar verirdi.

Münir ARIKAN: Ne güzel.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Bir gün tüccarlara iftar verir ki, birbirleriyle ünsiyeti rahat olurdu onların. Aynı meslekte oldukları için. Çıkarken de onlara bir kumaştı vs. bir o zaman bir “diş kirası”, bu da Osmanlı’da güzel bir -elhamdülillâh- şeydi, bir diş kirâsı. Ya para yahut da bir hediye verilirdi.

Münir ARIKAN: Ne büyük bahtiyarlık.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: yine diğer bir hususla bitireyim ben, uzadı çok sohbet.

Münir ARIKAN: Allah râzı olsun.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Ben ilk, bu Mesnevî/Mevlânâ hikâyelerini, rahmetli annemden dinlerdim. Fakat tabi ben de merakım arttı. Merakım arttıktan sonra annem derdi ki:

“–Oğlum derdi, bir Mesnevî’den bir hikâye anlat da içim ferahlasın.” derdi.

Allah cümlesine rahmet eylesin inşaâllah.

Münir ARIKAN: Âmîn, Allah râzı olsun.