Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -8-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2018 – EKİM, Sayı: 392, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey oğul! Takvâya sarıl, müttakî ol. Şerîatin esaslarına sarıl; nefse, hevâî arzulara, şeytana ve kötü kişilere muhâlefet et, onlara uyma!

Mü’min, bu hususlarda dâimâ cihad hâlindedir. Öyle ki, başından miğferi hiç eksik olmaz, kılıcı aslâ kınına girmez, atının sırtı hiç eğersiz kalmaz…”

[Îman; lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefreti îcâb ettirir. Allah için sevmek ne kadar lüzumlu ise Allah ve Rasûlullah düşmanlarına buğzetmek de o kadar lüzumludur.

Zira Hakk’a kulluk, son nefese kadar nefse, şeytana, kötü insanlara, günahlara ve bâtıla karşı, aralıksız devam eden bir mukâvemet, muhâlefet ve mücâdele ister. Bunun içindir ki tasavvufun pek çok tarifinden biri de, “nefse karşı sulhü olmayan bir cenk” şeklindedir.

Bu mânâda her müslüman, ecel gelene kadar hak ve bâtıl arasındaki dâimî cenkte, hakkın ve hayrın safında yer almakla mükelleftir. Bu büyük cihâdın bir neferi olmak, her mü’minin ebedî saâdet ve selâmeti için zarûrîdir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Biz’im uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, ihsân ehliyle beraberdir.” (el-Ankebût, 69)

Müfessir İsmail Hakkı Bursevî -rahmetullâhi aleyh- bu âyet-i kerîme hakkında şu îzahta bulunur:

“Burada «cihâd»ın mutlak olarak zikredilmesi; zâhirî ve bâtınî bütün düşmanları içine alması içindir. Birincisi, (İslâm’a karşı) harbeden kâfirlerle cihad; ikincisi de nefs ve şeytanla cihaddır.”[1]

Hadîs-i şerîfte de:

“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)

Esâsen mü’min, dış düşmana karşı cihâda hazır olmak için de evvelâ iç düşmana karşı mücâhedesinde muvaffak olmak zorundadır. Nefse ve şeytana karşı takvâ zırhına bürünerek mânevî cihâdı kazanmadan, dış düşmana karşı gerçek bir zafer beklemek, beyhûdedir.

Bu hakîkati şu hâdise ne güzel îzah eder:

Yavuz Sultan Selim Han Mısır Seferi’ne giderken ordunun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selim Han;

“Acaba askerlerim, sahibinden izin almadan, üzüm ve elma koparıp yediler mi?!” diye düşüncelere daldı. Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırıp;

“–Ağa fermânımdır; bütün askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhâl huzûruma getirilsin!” diye emretti.

Yeniçeri ağası, hemen harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultân’ın huzûruna gelerek:

“–Sultânım, koparılmış hiçbir meyve izine rastlamadık!..” dedi.

Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerinden büyük bir ağırlık kalktı. Ellerini yüce dergâha açarak;

“Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemekten sakınan bir ordu ihsân eyledin!..” dedi.

Sonra da yeniçeri ağasına;

“–Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.

Bizler de o mübarek ecdâdın bugünkü temsilcileri olmalıyız. Bunun için, bütün ilâhî emirlere ve nehiylere titizlikle riâyet etmeliyiz. Hayatımızın her safhasında İslâm’ın hükümlerine tam bir teslîmiyetle itaat etmeli, bütün varlığımızla Hakk’a râm olmalıyız.

İşte gerçek cihad, kendini zâhiren ve bâtınen ikmâl eden mü’minlerin, yeryüzünde zulmü ortadan kaldırarak insanların ebedî kurtuluşuna vesîle olabilme gayret ve heyecanı içinde yaşamalarıdır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Siz, insanlar(ın iyiliği) için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110) buyrulmaktadır.

Bu şekilde berrak bir kalp ve yüksek bir rûhâniyetle, hem kavlî hem de fiilî olarak, yani söz ve davranışlarımızla İslâm’ı güzelce temsil etmemiz îcâb eder.

Fakat şunu da unutmayalım ki, dâimâ kötülüğü emreden nefs, içimizde; ayağımızı doğru yoldan kaydırmak için çabalayan şeytan ise her an peşimizdedir. Bir anlık gafletle nefsâniyete kapılmak, bütün amellerin içini boşaltabilir. Şeytanın verdiği bir vesveseye uymak, kişiyi gurur, kibir ve enâniyet uçurumlarına sürükleyip mânen helâk edebilir. Bunlar, sâlih amelleri mahvetmekle kalmaz, üstelik bir de ilâhî gazabı celbeder.

Bunun içindir ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabulüne ve korunmasına gösteriniz.” buyurmuştur.

Dolayısıyla nefs ve şeytanın iğvâlarına karşı, dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunmak elzemdir. Nitekim Cenâb-ı Hak;

“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni kışkırtacak olursa, hemen Allâh’a sığın…” (Fussilet, 36) buyurmaktadır.

Diğer bir âyet-i kerîmede ise nefsin hudut tanımayan isteklerine karşı Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- gibi; مَعَاذَ اللّٰهِ / Allâh’a sığınırım”[2] diyerek ihsan şuuruyla “Allah ile beraberlik” zırhına bürünmek gerektiği telkin edilmektedir.

Nasıl ki ibadetlerimizin hebâ olmaması için, nefs ve şeytanın hile ve tuzaklarından titizlikle sakınmamız gerekiyorsa; âhiretimizi ebedî bir hüsrâna çevirmemek için, kötü insanların peşine takılmaktan, onların nefsânî hayat tarzıyla yaşamaya çalışmaktan da titizlikle sakınmalıyız. Kâfirlerin, bâtıl ehlinin, fâsıkların, gâfillerin, idlâl ve ifsâda memur kötü insanların dünyevî refah ve saadetine bakıp aldanmamalı, onların hiçbir şeyine özenmemeliyiz.

Vaktiyle Kârun’un zenginlik ve ihtişâmına imrenenler, onun hazin âkıbetini görünce, yaptıklarına pişman oldular. Kur’ân-ı Kerîm’de bu ibretli hâdise şöyle nakledilmektedir:

“Kârun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar;

«‒Keşke Kârun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!» dediler.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler:

«–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih ameller işleyenlere göre, Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.»

Nihayet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avenesi olmadığı gibi, o kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.

Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler;

«Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lûtufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.” (el-Kasas, 79-82)

Diğer bir âyet-i kerîmede de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Demek ki bâtıl ehlinin dünyevî refah ve ihtişâmına bakıp onlara özenmek, onların âdetlerine, geleneklerine, hayat tarzlarına, modalarına uymak, onlar gibi olmaya çalışarak kendi kimliğinden uzaklaşmak, büyük bir aldanıştır. Bu hâl, aşağılık duygusuna dûçâr olmanın bir neticesidir. İslâm şahsiyet ve karakterine vurulan en acı darbedir.

Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ibadette bile gayr-i müslimlere benzemekten, onların âdet ve geleneklerine uymaktan mü’minleri men etmiştir.

Ramazan’dan sonra en makbul oruç, Muharrem ayının 10’u, yani Aşûre gününde tutulandır. Lâkin bu orucu yahudîler de tutuyordu. Bunun için hadîs-i şerîfte:

“Aşûre orucunu tutun; ancak bir gün ön­ce veya bir gün sonra da tutmak sûretiyle yahudîlere mu­hâlefet edin!” buyruldu. (Ahmed, I, 241; Bezzâr, no. 1052; Heysemî, III, 188)

Zira gayr-i müslimlere benzememek, İslâm şahsiyet ve vakârını muhâfaza etmenin en mühim şartlarındandır.

Nitekim her gün beş vakit namazda en az kırk defa Rabbimiz’e şöyle yalvarıyoruz:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ . صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ

“Bize doğru yolu göster. Kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” (el-Fâtiha, 6-7)

Yegâne hak dîn olan İslâm mükemmeldir. Mükemmelin ise, kendisinden aşağıda olana ihtiyacı yoktur. Yani İslâm, hiçbir beşerî sistemden veya tahrife uğramış dinden herhangi bir proteze muhtaç değildir. Bu itibarla hak din İslâm ile bâtıl dinler arasında diyaloğa meyletmek, kalbin bir zaafıdır. Bunun için her müslüman, hayatının her safhasında İslâm şahsiyet, karakter ve vakârına yaraşır bir duruş sergilemekle mükelleftir. İslâm dışı âdetlere, bâtıl geleneklere, gayr-i müslimlerin özel günlerine, onların modalarına heves etmekten ciddiyetle sakınmak zorundadır. Bu hassâsiyet çok mühimdir. Aksi hâlde îman zaafına sebebiyet verebilir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:

“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlûm oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır…” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)

Bugün de -maalesef- bâtıl ehline olan özenmeler, mâneviyata zehir saçıyor. İnternetin yanlış adresleri, televizyonun menfî yayınları, modalar, reklâmlar, onların nefsâniyeti tahrik eden ve âhireti unutturan hayat tarzını sürekli gözlere ve gönüllere zerk etmeye çalışıyor. İslâmî eğitimden uzak yetişen genç nesiller de bâtılın nefse hoş gelen yaldızlı hayat tarzına heves etmeye başlıyor. Giyim-kuşamdan yeme-içmeye, konuşma tarzından tıraş şekline kadar her hususta bir özenti meydana geliyor. Bu şeklî beraberlikler, zihnî beraberliğe, o da zamanla kalbî beraberliğe götürerek îmâna zarar veriyor.

Nitekim ashâb-ı kirâmdan Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-;

“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” buyurmuştur. (Vekî, Zühd, s. 597)

İnsanın her uzvunda bir irâdesi vardır. Meselâ istediği zaman gözünü açıp kapatabilir, dilediği vakit kolunu kaldırıp indirebilir. Fakat kalbinde irâdesi yoktur. Kalp, nelerle haşır-neşir olursa zamanla onlara meyleder. Hata ve yanlışlıklar bile bir müddet sonra ona tabiî gelmeye, hattâ tatlı bir mûsikî gibi haz vermeye başlar. Yani kalp, ülfet ettiği vasatın şekline, rengine ve âhengine bürünür. Bu sebeple Cenâb-ı Hak kalplerimizin dâimâ hayırlı tesirlere muhâtap olması için sâlih ve sâdıklarla beraberliği emretmektedir. Buna mukâbil kalplerimizin yanlış tesirlerden muhâfazası için de, biz kullarını zâlim ve fâsıklarla oturmaktan nehyetmektedir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Bugün kapitalist sistem neyi moda yapmaya karar verirse toplumlardaki şuursuz yetişen nesiller, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli, o akıntıya kapılıveriyor. Hattâ birçok anne-babanın bu hususta evlâtlarına sözü geçmiyor. Erkeklerin küpe takması, -Sünnet’e ittibâ için değil de, moda olduğu şekliyle- sivri sakal bırakmalar, kısacık şortla gezmeler, kirli ve pasaklı kılık-kıyafetler, erkeği kadına, kadını erkeğe benzeten saç tıraşları, moda adı altında -maalesef- müslüman toplumlarda bile kendine yer bulabiliyor.

Hâlbuki İslâm, kadın ve erkeğin kendi şahsiyet ve hususiyetlerine uygun bir şekilde yaşamasını ister. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadına benzemeye çalışan erkeğe ve erkeğe benzemeye çalışan kadına lânet etmiştir.[3]

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunan, O’nun safında yer alan ve O’nun izinden giden mü’minleri, din kardeşlerine karşı alçak gönüllü ve merhametli; fakat küffâra karşı şedid/çetin olarak tarif buyuruyor.[4] Yani gayr-i müslimlere karşı tâvizsiz, onların nefsânî hayat tarzlarına heves etmeyen, şahsiyetli ve vakur insanlar olarak tavsif ediyor.

Bu itibarla bilhassa anne-babalar olarak evlâtlarımızı İslâm şahsiyet ve karakterine yakışır tarzda, temiz, tertipli, düzgün, edepli bir kılık-kıyafete alıştırmalıyız. “Aman canım, daha yaşı küçük, şimdi hevesini alsın, sonra giymez.” diyerek çocuklara İslâmî edebe ve fıtrata aykırı kıyafetler giydirme gafletinden sakınmalıyız. Zira bunlar zamanla alışkanlığa dönüşüverir, ağaç da yaşken eğilir…

Velhâsıl ebedî kurtuluşumuz için; nefse, şeytana ve kötü insanların şerrine karşı, son nefese kadar “takvâ libâsı”na bürünmemiz şarttır. Takvâ libâsı ise; kendimizi dâimâ ilâhî müşâhede altında bilerek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı hâl, tavır ve davranışlardan titizlikle sakınmaktır. Bu hususta bir an bile nefse ve şeytana karşı gâfil kalmamaktır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsime bırakma!..”[5] niyâzını, hayat düstûru edinmektir.

Bizler de bu şuur ve idrâk içinde, Cenâb-ı Hakk’ın kalplerimizi muhâfaza buyurması için, bilhassa şu duâları çokça edelim:

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

“Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize katından bir rahmet bahşet! Şüphesiz ki lûtfu en bol olan Sen’sin.” (Âl-i İmrân, 8)

يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْب۪ى عَلٰى د۪ينِكَ

“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allâh’ım! Benim kalbimi dînin üzere sâbit kıl!” (Tirmizî, Deavât, 89/3522; Ahmed, IV, 182, VI, 91)

تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ

“…(Rabbim!) Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat.” (Yûsuf, 101)]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Şurası iyi bilinmelidir ki, (ilâhî sırları gizleyen) perdeler, ancak fânî varlıklardan, nefsânî ve şeytânî duygulardan arınmış kalpler üzerinden kaldırılır. Fânîlere bağlanan, nefsânî ve şey­tânî heveslerden arınmayan kalplerden ise perdeler kalkmaz. Dolayısıyla bu durumdaki kalpler, ilâhî sırları müşâhede edemezler. Kalp gözünden perdeler kaldırılan kişinin eline ise yeryüzü hazinelerinin anahtarları tevdî edilir. Ne var ki artık onun nazarında, moloz taşları ile inci-zümrüt taşları arasında bir fark yoktur.”

[Nasıl ki yeni doğan bir bebeğe yalnızca süt verilir, o büyüdükçe daha değişik ve lezzetli gıdalarla telezzüz etmeye başlarsa, mânevî hayatta da durum bunun gibidir. Ham insanlar, dünyevî lezzetleri gerçek lezzet zannederler. Hâlbuki kalpler mârifetullah’ta mesafe aldıkça; duyuşlar, görüşler, derinlikler artar, lezzetler değişir. Dünyadaki bütün mal-mülk vs. bir çakıl taşına döner; çocukların oyuncakları gibi ehemmiyetini kaybeder, gözden ve gönülden düşer. Dünyevî ve nefsânî zevkler, yerini mânevî lezzetlere bırakır.

Nitekim dünya saltanatını terk ederek ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri;

“İlâhî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.” buyurmuştur.

İmâm Gazâlî Hazretleri de, Allah Teâlâ ile dostluğun, bütün makamların üstünde bir makam olduğunu şöyle ifade eder:

“Bir lezzet vardır ki, Cennet’in lezzeti dahî onun yanında hiç kalır. Onu anlamak için şu misallere dikkat et, üzerinde tefekkür et!

İnsanın çeşitli devrelerinde, varlıklardan lezzet alması birbirine denk değildir.

Çocuğun bütün lezzeti yemektedir. Bundan başka bir şey bilmez. Yedi yaşına gelince, yedikle­rini birbirinden ayırmaya, seçmeye başlar. Şundan değil de öbüründen biraz daha fazla lezzet alır. Güzel giyinmenin lez­zetini, on yaşından sonra anlamaya başlar. Biraz daha büyü­yüp yüksek bir makam ve mansıba erdi mi, dünya lezzetleri son bulur. Fakat bunların hiçbirinin, bâtınını tatmin etmedi­ğini, gözü varsa görür. Çünkü bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ı bilmenin yanında bir hiçtir.

Âriflerin sözlerine kulak ver ve dikkat et, hâllerini anla­maya çalış. O takdirde, mârifetullah ve Hak dostluğunun her şeyden kıymetli olduğunu anlarsın.”[6]

İşte bu idrâke ulaşanlara, eşyanın hakîkati ayân olmaya başlar. Onlar nazarında fânî lezzetler âdeta kıymetini yitirir. Yeryüzünün gelgeç safâları, birer zıll-i zevâle, yani kaybolmaya mahkûm gölgelere döner.

Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a hiçbir beşere nasip olmamış bir dünya serveti ve saltanatı verildi. Fakat o, kalbini dünyalıkların kasası yapmadı. Dünya metâını hiçbir zaman Rabbiyle arasına perde kılmadı. Nîmetlerin gerçek sahibinin Cenâb-ı Hak olduğu şuuru içinde dâimâ hamd ve şükür hâlinde oldu. Mârifetullah ve muhabbetullâh’ın târifsiz hazzı içinde kullukta bulundu.

“–Ben bir fakirim! Fakir olana, fakirlerle beraberlik yakışır!” diyerek, garip, kimsesiz ve muhtaçların yanında ve yardımında bulundu. Cenâb-ı Hak da ona; نِعْمَ الْعَبْدُ : ne güzel kul”[7] buyurdu.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Takvâ sahibi, Allâh’a kulluğu külfet addetmez. Zira ibadet, yani kulluk, artık onun tabiatı olmuştur. O, kendisine herhangi bir külfet gelmeksizin, hem zâhiri ile hem de bâtını ile Allâh’a kulluk eder…

Münâfığa gelince, o her hâlinde kendisini bir külfet içinde addeder. Bilhassa Allâh’a ibadet/kulluk esnâsında. Allâh’a ibadeti, bir külfet hâlinde ve zâhiren yapar. Fakat bâtınen onu terk eder. Müttakîlerin girdiği yere girmeye aslâ gücü yetmez…”

[İbadetten zevk almak, takvâ ehlinin alâmetidir. Bu ise helâl gıda ile beslenmiş, haramlardan korunmuş bedenlerin ve dünyaya değil, ukbâya yönelmiş kalplerin nasibidir.

İbadetten zevk almamak ve huşû hâlini yakalayamamak ise haram veya şüphelilerle karışık kazanç ve gıdânın, ayrıca kalpteki dünya ihtirâsının neticesidir. Bu menfîlikleri bertaraf edip gafletten kurtulmadıkça, takvâ ehlinin ibadetlerden aldığı mânevî hazzı duyabilmek imkânsızdır.

Bu bakımdan ibadetlerimizin keyfiyeti, aynı zamanda kalbimizin mânevî grafiği gibidir. Kendimizi bu hususta sık sık kontrol etmeliyiz:

* Namaz bizi ne kadar huşûya/Allah korkusuna, yüksek bir edep ve hürmete sevk ediyor? Fahşâ ve münkerden, haram ve kerahatlerden ne kadar alıkoyuyor? Namazın kadr ü kıymetini ne kadar idrâk edebiliyoruz? Cenâb-ı Hakk’a secde edebilme nîmetinin ne kadar şükrü içindeyiz?..

* Oruç bizi ne kadar takvâya sevk ediyor? Merhamet ve şefkatimizi artırıyor mu? Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini tefekküre vesîle olup şükür duygularımızı geliştiriyor mu? Bizi dedikodulardan, boş lâflardan, mâlâyânî ile iştigalden koruyor mu?..

* Zekât, infak, sadaka verirken seviniyor muyuz? Yoksa “malım azaldı” diye hayıflanıyor muyuz? Cenâb-ı Hakk’ın bize mülkü bir imtihan olarak verdiğini, malı azaltıp çoğaltmasının da bir imtihan olduğunu idrâk edebiliyor muyuz?..

* Bir din kardeşimizin derdiyle alâkadar olmak, bize külfet mi geliyor, rahmet mi?..

Bütün bunlar, bizim mânevî çehremizi seyredeceğimiz bir endam aynasıdır. Bu aynada hâlimizi sık sık gözden geçirip kusurlarımızın telâfisine, varsa güzel hâllerimizi daha da ziyadeleştirmeye gayret edelim.]

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi mârifetullah ve muhabbetullah ile ihyâ eylesin. İhlâs ve takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşayabilmeye cümlemizi muvaffak kılsın.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 14, sf. 673, Erkam Yayınları, İstanbul, 2010.

[2] Bkz. Yûsuf, 23.

[3] Bkz. Buhârî, Libâs, 61.

[4] Bkz. el-Feth, 29; ayrıca bkz. el-Mâide, 54.

[5] el-Câmiu’s-Sağîr, I, 58.

[6] Hâce Mûsâ Topbaş, Altınoluk Sohbetleri, c. 2, sf. 111.

[7] Bkz. Sâd, 30.