Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -13-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2019 – Nisan, Sayı: 398, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Siz, ölmeden önce nefislerinizi, yani hevâî arzularınızı, şeytanlarınızı öldürmelisiniz. Size, bilinen ve herkese şâmil olan ölümden önce, husûsî ölüm gerek. Siz, rûhun bedenden ayrılması mânâsındaki ölümden önce, kendinizde mevcut bulunan kötü hasletleri öldürmelisiniz…”

[İrfân ehli; «مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا» yani “Ölmeden evvel ölünüz.” buyurmuşlardır. Buradaki “ölünüz” ifadesiyle kastedilen; ecel gelip gayr-i irâdî olarak dünyaya vedâ etmeden evvel, nefsin meşrû olmayan isteklerini, tükenmek bilmeyen hırslarını, kendi irâdemizle terk etmemizdir. “Şeytanı öldürmek” ise, tıpkı Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail gibi, her hususta Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine tam bir teslîmiyetle itaat etmek, O’nun acı-tatlı her takdîrine rızâ göstermek ve iç âlemdeki nefsâniyet putlarını kırmakla mümkündür.

Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine riâyet edersek, şeytanı taşlamış oluruz. Fakat Rabbimiz’e itaatsizlik edersek, -Allah korusun- şeytan bizi taşlamaya başlar.

İnsanoğluna ilâhî imtihan hikmetine binâen verilmiş olan nefs, ne kadar terbiye edilirse edilsin, ölmek bilmez. Zaten matlup ve makbûl olan da onu öldürmek değil; ıslah ve terbiye ederek kontrol altında tutmaktır. Böylece onu rızâ-yı ilâhî hudutları içerisinde, hakkın ve hayrın hizmetkârı kılabilmektir.

Zira nefs, bir binek atı gibidir. Terbiye edilip dizginlenmezse, binicisini uçurumdan aşağıya atar. Fakat eğitilip ıslah edilirse, sahibini emniyet ve huzur içinde menzil-i maksûda ulaştıran sâdık bir hizmetkâr olur.

Bununla birlikte, ne kadar terbiye edilirsin edilsin, nefsin şerrinden hiçbir zaman emin olunamaz. Zira o, kulun irâdesinde en ufak bir zaaf belirdiğinde başını kaldırmak üzere pusuda bekleyen sinsi bir düşmana benzer. Bu sebeple her an ona karşı teyakkuz hâlinde bulunmak îcâb eder. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dahî;

“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsime bırakma!..”[1] niyâzında bulunmuştur.

Allâh’ın Habîbi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile nefsine karşı bu hâlde olursa, biz ne hâlde olmalıyız; bir hesâb edelim!..

Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- da kendisine atılan iftiradan aklanıp suçsuzluğu ortaya çıktığında, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere, şöyle buyurmuştur:

“Ben (yine de) nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet ettiği hâriç, nefs, aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” (Yûsuf, 53)

Dolayısıyla hiç kimse, hangi mânevî mertebede olursa olsun, nefsinin şerrinden emîn olamaz.

Nefsi değil, nefsâniyeti öldürmenin lüzumuna dâir, Mevlânâ Hazretleri’nin naklettiği şu temsîlî hikâye ne kadar ibretlidir:

Bir gün bir akrep, ırmağın kenarında dolaşıyordu. Bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona:

“–Burada ne yapıyorsun?” dedi. Akrep:

“–Irmağın karşı tarafına geçmek için bir çare arıyorum. Çünkü benim bütün kavmim ve çocuklarım, ırmağın öte yanındadır.” diye cevap verdi.

Kaplumbağa da yüksek şefkati ve yabancılara iyi davranma hasleti sebebiyle, onu yakın bir akrabasıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Fakat ırmağın ortasına geldiklerinde, akrebin tıynetinde bulunan sokma arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtına iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa irkilerek:

“–Ne yapıyorsun?!” diye sordu.

Akrep:

“‒Hünerimi gösteriyorum. Mâdem ki sen bana iyilik edip derdime derman oldun, ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat ve iyilik de ancak budur.” dedi.

Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı ve akrep boğuldu.

Bu kıssayı nakleden Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Haydi, kötü nefsi öldürün! Bu hususta ihmâl göstermeyin! Onu diri bırakmayın, çünkü o zehirli bir akreptir.”[2]

Unutmayalım ki bütün haramlara -imtihan sırrına binâen- nefsânî bir câzibe konulmuştur. Günahlar, tıpkı zehirli bal gibi, baştan lezzet veren, fakat sonu felâket olan tuzaklardır. Tezkiye edilmemiş bir nefs, her an bu tuzaklara düşmeye hazır hâldedir. Günahlar; takvâ hassâsiyeti kazanmamış olan, ham, nâdan ve gâfil nefisleri, bir mıknatıs gibi kendisine çeker. İşte bu sebeple nefsi tezkiye ederek onu her dâim kontrol altında tutmak elzemdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

(Nefsini kötülüklerden) temizleyen, kurtuluşa ermiştir. (eş-Şems, 9) buyurarak, ebedî kurtuluşun, bu mânevî arınmaya bağlı bulunduğunu beyân etmiştir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en büyük vazifelerinden biri de, “tezkiye”, yani ümmetinin iç âlemlerini temizlemektir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği sıfatlar, ancak iç âlem temizlendikten sonra kalplerde tecellî etmeye başlar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Mîrâc’a çıkmadan evvel “şerh-i sadr”a mazhar olmuştur. Zira Cenâb-ı Hak O’na acâyip ve garâip birtakım sırlar ve manzaralar gösterecekti. Bu sebeple Efendimiz’in iç âlemi yıkanıp îman ve hikmetle doldurulmuştu.

Demek ki bizler de Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmak ve âdeta Mîrâc iklîminden hisseler almak istiyorsak; evvelâ iç dünyamızdan kin, haset, riyâ, nifak, gurur, kibir ve emsâli bütün menfîlikleri gidermeliyiz. Bunların yerine îman, ihlâs, ihsan, takvâ, huzur, sekînet, şefkat, merhamet ve hikmet gibi güzellikleri yerleştirmeye gayret etmeliyiz.

Unutmayalım ki iç ve dış dünyamızı ne kadar Kur’ân ve Sünnet’in feyziyle, sâlih amellerin rûhâniyetiyle tezyîn edebilirsek, kulluk hayatımızda o kadar Hakk’a yakınlık iklîminden hisseler alabiliriz.

Diğer taraftan, haram ve şüphelilerden korunup helâllere ve sâlih amellere rağbeti artırmak sûretiyle nefsi kontrol altında tutmak, ömrümüzün her ânında lüzumlu olan bir kulluk vazifemizdir. Lâkin bu vazifenin, çok daha elzem olduğu husûsî zaman dilimleri de vardır.

Zira Cenâb-ı Hak, kullarına olan şefkat ve merhameti sebebiyle, zamanlar içinde müstesnâ bereket anları ihsân etmiştir. Bazı vakitleri, diğerlerinden daha fazîletli kılmıştır. Tâ ki kullar bu vakitlerde daha çok ilticâ etsinler, ilâhî rahmet ve mağfirete daha fazla nâil olsunlar. Günün 24 saati içinde seher vakti, haftanın günleri içinde Cuma günü, senenin ayları içinde Ramazân-ı Şerîf’i de ihtivâ eden üç aylar gibi.

Bilhassa idrâk etmekte olduğumuz bu üç aylar mevsimi, riyâzat ve mücâhede ile nefisleri arındırmanın, rûhâniyeti tezyîd edip takvâ üzere bir kulluk hayatına girmenin, hem lüzumlu hem de çok bereketli olduğu bir zaman dilimidir.

Mâlum olduğu üzere çeşitli meslek grupları belli aralıklarla toplantılar, sempozyumlar, seminerler yaparlar. Ticaret erbâbı, diğer işlerini bir kenara bırakıp, ticaretlerini daha kârlı hâle getirmek ve imkânlarını artırmak için fuarlar düzenlerler. Sporcular, çok mühim bir müsâbakaya çıkmadan evvel, kampa girer, her türlü ihtilâttan men kararı alırlar. Kuvvet ve gayretlerini asıl gayelerine teksif edebilmek için, dış dünya ile alâkalarını asgarîye indirirler. Diğer meslek erbâbı da kendi meslekleri üzerinde ihtisas kazanmak için böyle husûsî zamanlar ayırırlar.

Ebediyet yolcusu olan mü’minler de, kulluk hayatlarını gözden geçirmek, hata ve kusurlarını gidermek, Hak katında makbûl görülen hâl ve davranışlarını daha da ziyâdeleştirmek için, böyle zaman dilimlerine muhtaçtırlar.

İşte üç aylar, kandiller, Ramazân-ı Şerîf gibi mübârek zamanlar, îman heyecanının tazelenip kulluk gayretlerinin artırılacağı en feyizli vakitlerdir. Bütün mü’minlerde meydana gelen müşterek bir îman vecdi, ibadet şevki ve Hakk’a yakınlık iştiyâkı ile kulluk hayatının yeniden nizâma sokulacağı, mânevî fırsat demleridir.

Bilhassa bu mübârek mevsimde fânî menfaat kaygılarını bir kenara bırakıp, Cenâb-ı Hakk’ın ebedî kurtuluş için bildirdiği hakîkî kazanca daha çok yönelmemiz îcâb eder. Rabbimiz bunu âyet-i kerîmede şöyle târif buyurmaktadır:

“Allâh’ın Kitab’ını okuyanlar, namazı ikāme edenler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarf edenler, «تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ» aslâ zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)

Bu uhrevî kazancın ilk maddesi, “Allâh’ın Kitab’ını okumak”tır. Yani Kur’ân ile hemhâl olmak, Kur’ân’ı yaşamak ve yaşatmaktır. O yüce Kitab’ın tebliğ ve tâlim hizmetlerine de emek vermek veya destek olmaktır.

Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;

“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilir:

Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O kişi, Kur’ân ile gece gündüz meşgul olup onunla amel eder. Diğeri, Allâh’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz bu malı infâk eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)

İkinci madde, “namazı ikāme etmek”tir. Yani bedenin kıblesi Kâbe iken, kalbin kıblesi de Kâbe’nin Rabbi olacak şekilde, kalp ve beden âhengi içinde, huşû ile namaz kılmaya gayret etmektir.

Üçüncü madde ise “infâk etmek”tir. Yani Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, onlardan mahrum olanlarla paylaşmaktır. Zaruret varsa -kalbi riyâdan korumak kaydıyla- açıktan, zaruret yoksa gizli olarak hayır-hasenatta bulunmaktır.

Lâkin Rabbimiz sadece bu üç aylarda değil, ömrümüzün her safhasında bu gayretleri göstermemizi istemektedir. Biz kullarına üç aylar gibi hazine değerindeki mânevî fırsatları lûtfetmesinin hikmeti ise, kalbî hayatımızı, bu vakitlerde daha çok inkişâf ettirerek, bütün bir ömrümüzü yüksek bir kulluk şuuruyla yaşamaya alışmamızdır.

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Hacca gidenler orada Beytullâh’ın sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

İşte bunun gibi, mübârek üç ayları idrâk edenler de, onu lâyıkıyla ihyâ ederek Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erebilirlerse, artık onlara, yaşadıkları her zaman dilimi, üç aylar gibi ilâhî rahmet, bereket ve mağfiretin coşup taştığı bir mevsim hâline gelir. Rabbimiz bütün bir ömrümüzü Ramazân-ı Şerîf rûhâniyetiyle yaşayıp son nefesimizi de bir bayram sabahı huzuruyla verebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Nasıl ki nefs, izzet ve celâl sahibi Hakk’a karşı çıkıyor, O’na itaat etmiyorsa, aynen bunun gibi, sen de nefsinin arzularına râm olma, ona itaat etme! Nefsine karşı çıkıp onu dinlememe irâdesine sahip olduğun zaman, hak olmayan hususlarda başkalarını dinlememeye de muktedir olabilirsin.”

[Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla kullukta bulunabilmek için, nefsin hakîkatini idrâk edip onun hilelerine karşı tedbirli olmak îcâb eder. Aksi takdirde nefs, sahibini aldatır, ona yanlışı doğru gösterir.

Nefsine mağlup bir kul, bâtıl ehlinin zehirli fikirlerine de kolayca aldanır. Zira onların fikirleri; nefse hoş gelen, sûret-i haktan görünüp kişiyi bâtıla sürükleyen, dışı güzel fakat içi çürük meyveler gibidir.

Bu sebeple mü’min, nefsinin hoşuna giden bir şeyle karşılaştığında, evvelâ durup düşünmelidir. Onun, dünya ve âhireti için gerçekten faydalı mı, yoksa netice itibâriyle zararlı mı olduğunu, îman ve takvâ eleğinden geçirerek karar vermelidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımda olsaydı, bu hâlime tebessüm mü ederdi, yoksa üzülür müydü, diye düşünmelidir. Zâhiren saâdet gibi görünen nice hususun, hakîkatte ebedî bir felâket sebebi olabileceğini, aslâ göz ardı etmemelidir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Cennet, nefsin sevmediği şeylerle; Cehennem ise, nefse hoş gelen ve nefsin arzuladığı şeylerle çevrilmiştir.” (Buhârî, Rikāk, 28; Müslim, Cennet, 1)

İslâm’la şereflenmiş olan eski bir hristiyan misyonere sormuştum:

“–Günümüzde Hristiyanlığın içi boşaldı, Avrupa’da kiliseler satılıyor. Bilhassa hakîkati arayan mütefekkir kesimden İslâm’a yöneliş var. Fakat bu, niçin büyük kitleler hâlinde olmuyor?”

Şu cevabı verdi:

“–Çünkü İslâm (nefs plânında yaşayanlar için) zor. Bugünkü Hristiyanlık’ta ise her şey serbest. Müslümana günde beş vakit farz namaz var. Senede bir ay farz oruç var. Malının kırkta biri zekât var. Daha öteye; infak var, ahlâkî mes’ûliyetler, hukukî hükümler vs. var… Bunların hiçbiri Hristiyanlık’ta yok.”

İşte bu yüzden muharref dinler, ruhları tatmin etmese de nefislere hoş geldiği için devam ediyor.

Hakîkaten kulluk, hem günahlardan korunmak, hem de sâlih amellere koşmak için, bazı zorluklara katlanmayı, fedakârlık göstermeyi, sıkıntılara sabretmeyi, nefsin rahatını terk etmeyi gerektirir. Meselâ oruç tutarak belli bir müddet kendini aç bırakmak, ham nefislerin hoşlanmadığı bir şeydir. Zekât ve infaklar, canın yongası olan malı muhtaçlarla paylaşmaktır. Bu da ham nefislerin zoruna giden bir hâldir. Abdest, namaz, hac da böyledir.

Hâlbuki bütün bunlar, îman lezzetini tatmış bir mü’min için, büyük bir zevk ve saâdettir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın gazabından kurtulup O’nun muhabbet ve rızâsına vesîle olacağı için, gönle huzur veren, hamd ve şükür ifadeleridir. Bütün ilâhî emir ve nehiylere riâyet de böyledir. Zâhiren nefse ağır gelse de neticesi itibâriyle saâdet ve selâmet vesîlesidir.

Sahâbeden Abdurrahman bin Avf  -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri de âdeta bu hakîkatin bir ifadesidir:

“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefsin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp (her şeyimizi geride bırakarak) hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle bize (mânevî bir ferahlık), üstünlük ve zafer yolları açıldı…

Yine Allah Rasûlü’nün maiyyetinde Bedir Gazvesi’ne çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti.

Velhâsıl biz, en büyük hayırlara hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)

Nitekim; “Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.” denilmiştir.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Kim ki nefsine bir kadir-kıymet payı ayırırsa, bilsin ki bu takdirde kendisinin kadri-kıymeti yoktur!”

[Gurur ve kibre kapılarak kendini büyük gören, hakîkatte Allah indinde kendini küçük düşürmüş olur. Kim ki kusur ve noksanlarının farkında olmaz, Allâh’ın sonsuz kudret ve azameti karşısında bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk etmezse, kendisine bir kıymet ve kudret izâfe etmiş olur. Bu ise Cenâb-ı Hakk’ın “Kibriyâ/büyüklük, azamet” sıfatına ortaklığa kalkışmak demektir. Lâkin tevhîd akîdesinin ortaklığa aslâ tahammülü yoktur.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, kibrin ilk temsilcisi olarak iblis gösterilmektedir. O, Cenâb-ı Hak’tan gelen; “Âdem’e secde et!” emri karşısında büyüklük taslamış, neticede bu kibri onu küfre sürüklemiştir.[3] Allah Teâlâ, iblisin bu davranışına karşı:

“…Böbürlendin mi, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?” (Sâd, 75) buyurmuştur. Böylece onun secde etmeyişinin gerçek bir yücelikle alâkası bulunmadığını ve sadece büyüklük kuruntusundan kaynaklandığını beyân etmiştir.

Yüksek mânevî derecelere ermiş olan Bel’am bin Bâûra da nefsine uyup benliğin pençesinde perişan oldu.

Yine Kârun, Allâh’ın lûtf u keremiyle ihsan ettiği nîmetleri kendine izâfe ederek, “Ben kazandım.” dedi, şımarıp azgınlaştı. O da dayanıp güvendiği bütün servetiyle yerin dibine gömülerek kahroldu gitti.

Demek ki büyüklenip gururlanan kimseyi, Allah Teâlâ rezil-rüsvay eder, hor-hakir kılar. Buna mukâbil, hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Allah rızâsı için alçak gönüllü olanı, Allah yüceltir.” (Müslim, Birr, 69)

Bu yüzden bizler de, herhangi bir nîmet veya muvaffakıyete eriştiğimizde, bir sâlih amel işlediğimizde, bir hayır-hasenatta bulunduğumuzda, bundan nefsimize pay çıkarmamalı; bilâkis hiçlik, mahviyet ve acziyetimizi îtirâf ederek Cenâb-ı Hakk’a şükretmeliyiz. Unutmayalım ki bizler bu dünyaya arz-ı hâl için geldik, arz-ı endâm için değil!..]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Amelleriniz, hakkınızdaki en güzel şâhitlerinizdir. Allah, kullara aslâ zulmedici değildir. Azıcık iyi amele, çok mükâfat verir. Kötü huylardan sâlim-berî olan birine aslâ fâsid demez. Sâdık, dürüst, doğru birisini de aslâ yalancılıkla isimlendirmez…”

[Kişinin ilâhî hesap günü, lehinde ve aleyhinde en büyük şâhidi, yine kendisi olacaktır. Âyet-i kerîmede:

“O gün, onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını Biz’e elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” (Yâsîn, 65) buyrulmaktadır.

Yani âhiretteki mükâfat da cezâ da bu dünyada kendi yaptıklarımızın karşılıklarıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bizim hiçbir iyiliğimize ihtiyacı olmadığı gibi, hiçbir kötülüğümüzden de O’nun şân-ı ulûhiyyetine zerre kadar ziyan gelmez. Kul, yapıp ettikleriyle ancak kendi saâdet veya felâketini hazırlamış olur. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz…” (el-İsrâ, 7)

“O gün hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.” (Yâsîn, 54)

“Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 44)]

Rabbimiz, bilhassa şu mübârek üç aylarda takvâ zırhına bürünerek her türlü günahtan titizlikle sakınabilmeyi, sâlih amellere büyük bir iştiyakla koşabilmeyi ve gönül dünyamızı Ramazân-ı Şerîf’e güzelce hazırlayabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] el-Câmiu’s-Sağîr, I, 58.

[2] Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 497.

[3] Bkz. el-Bakara, 34.