Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -12-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2019 – Mart, Sayı: 397, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey oğul! Dünyadaki bütün himmet ve gayretin; yemek-içmek, giyinmek, evlenmek, güzel ve rahat evlerde oturmak, mal-mülk ve servet toplamaktan ibâret olmasın. Bütün bunlar, nefsin rağbet ettiği şeylerdir.

Öyleyse kalbe mahsus himmet ve gayret nedir? Kalbin himmet ve gayreti, Allâh’ı aramaktır. Onun rağbet edeceği yegâne şey budur. Senin himmet, gayret ve rağbet edeceğin şey, senin için en mühim olandır, sana ehemmiyet verendir, yani Allah Teâlâ’dır. O hâlde senin ehemmiyet verip rağbet edeceğin şey de, Rabbin ve O’nun nezdindeki olmalıdır.”

[Dünya; ebedî hayattan önce, geçici bir süreliğine konakladığımız bir imtihan mekânı. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar, bir taraftan dolup diğer taraftan boşalan, iki kapılı bir han. Son insan da imtihanını olduktan sonra, bu fânî cihânın fonksiyonu bitecek, büyük infilâk/kıyâmet kopacak. Herkes kazandıklarını ve kaybettiklerini mîzânında bulacak, amel defterlerinden okuyacak.

Cenâb-ı Hak kullarını seviyor, tekrîm ediyor. Zira insanı yoktan var etti, mahlûkatın en şereflisi kıldı. Onu Cennet’ine davet buyurdu. Bu davete lâyık olabilmesi için de yardımcı olarak peygamberler ve kitaplar gönderdi. İlâhî kudret ve azametinin fiilî bir şâhidi ve delili olarak bu kâinâtı yarattı. İnsana, bunları idrâk edecek akıl ve kalp lûtfetti. Tefekkür edebilenler için bütün bunları bir îman anahtarı mâhiyetinde ihsân etti.

Eğer kalp, nefsâniyetle körelmemişse, insanın şu kâinat mektebinde gördüğü her şey, ona Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini hatırlatan “mârifetullah” dersleri vermektedir.

Öte yandan Cenâb-ı Hak insana, dünyaya dâir kırıntı kabîlinden birtakım ilimler de vermiştir. Bunları keşfedip kullanacak akıl bahşetmiştir. Fakat ilim de akıl da iki uçlu bıçak gibidir, hayra da kullanılabilir, şerre de. Eğer akıl, vahyin rehberliğinde merhaleler katetmişse; bu ilim, kulu mârifetullâha sevk eder, ilâhî kudret akışlarının tefekkürüyle rûhu derinleştirir, gönlü dâimâ Allâh’a ve âhirete meylettirir. Böyle bir rûhî derinliği olanla –Yunus Emre’nin sarı çiçekle hasbihâli misâli- hâl lisânıyla nebâtat konuşur, toprak konuşur, su konuşur, hava konuşur…

Zira Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:

“Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”

Cenâb-ı Hakk’ın sayısız ihsanda bulunup kıymet verdiği insan, şayet Rabbini unutup nefsânî arzuları peşinde ömür tüketirse, büyük bir nankörlüğe düşmüş olur.

Cenâb-ı Hak insana; zikir, fikir ve şükürle meşgul olup nazargâh-ı ilâhî olsun diye kalp vermiştir. Kul, kalbini Cenâb-ı Hakk’a tahsis ederse, Rasûlullah Efendimiz’e râm ederse, îman, İslâm ve ihsâna mekân ederse, huzur ve itmi’nân içinde olur. Bunun zıddına kalbini fânî dünya muhabbetlerine kaptırıp Rabbinden gâfil kalırsa, dünyadan ne elde ederse etsin, Kur’ânî ifadesiyle “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, (fakat boşuna) yorulmuş!”[1] demektir.

Atâullah el-İskenderî g’in dediği gibi:

“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..”

Cenâb-ı Hak, insanın daha dünyaya gelmeden evvel ana rahminde geçirdiği merhalelere atıfta bulunarak sorar:

“Ey insan! Seni yaratıp düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?!” (el-İnfitâr, 6-8)

Unutmayalım ki, son nefeste, kabirde, kıyâmette, hesapta, sıratta, velhâsıl ebedî hayatta bize fayda verecek olan; çölde görülen seraplar gibi fânî ve gelgeç sevdâlar değil, Rabbimiz’e bu dünyada ne kadar kulluk yapabildiğimizdir, O’nun rızâsı yolunda ne kadar gayret gösterebildiğimizdir.

Dünyaya gelen her fânî gibi, bizler de âhiret yolcusuyuz. Bu yolculuğa her an hazırlıklı olmamız şart. Bunun için, bir an evvel nefsânî ihtirasları bertaraf edip rûhânî istîdatları inkişâf ettirerek Rabbimiz’e yakın bir kul olabilmenin cehdine girmemiz elzem.

Dolayısıyla gündelik hayatın maddî kaygıları, maîşet koşturmaları, dert ve sıkıntıları içinde boğulup aslî vazifelerimizden gâfil kalmayalım. Sık sık hâl ve gidişâtımızı gözden geçirelim. Kendimize soralım:

“Biz bu dünyaya sadece iyi bir okul bitirip diploma sahibi olmak, iyi bir makam-mevkî edinmek, mal-mülk-servet biriktirmek için mi gönderildik? Yoksa hayatın akışı içinde birer vâsıta olması gereken bu basamakları gâye hâline getirme gafletine mi sürüklendik?!.”

Şu âyet-i kerîmenin ihtârı ne müthiştir:

“…Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez!” (et-Tevbe, 24)

Peygamberler, selef-i sâlihîn ve onların izinden giden Hak dostları; “Esas hayat âhiret hayatıdır.”[2] şuuruyla, bütün gayretlerini Allah yoluna teksîf etmiş ve bu fânî dünyaya en ufak bir iltifat nazarıyla bakmamışlardır. Hâl böyleyken, onları örnek almak yerine, âdeta âhiretsiz bir dünya hayali içinde, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, dünya misafirhanesinde yerli edâsıyla oturmak, ne acı bir aldanıştır! Bir defalığına verilmiş olan ömür sermayesini, süflî arzular peşinde ziyan etmek, ne hazin bir ebediyet iflâsıdır!

Bir insanın gerçek değeri, bu fânî cihanda hangi arayışlar içinde ve neyin peşinde olduğuyla anlaşılır. Bu dünyada hedef ve arzularının istikâmeti, sırf dünyevî menfaatler olan bir insanın hakîkî değeri, bunların Hak katındaki kıymeti kadardır. Bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Allah katında dünyanın, bir sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur.[3] Dolayısıyla Allâh’ın değer vermediği dünyayı daha kıymetli görüp âhireti unutan kimseye, Allah da değer vermez.

Unutmayalım ki içimizde dünya meyli ile âhiret meylinin mücâdelesi, son nefese kadar devam edecek. Dünyadan nasîbimizi aramakla birlikte, kalbimizi dâimâ ukbâya yönlendirmeliyiz ki, dünya hırsı gönlümüzü işgâl etmesin.

Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 9-10)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiği, hakîkî izzet ve şeref sahibi bir kul; kalbini dünyevî ihtiraslardan temizleyen, onu maddiyâtın kasası olmaktan kurtarıp mâneviyâtın, yani îman, takvâ ve güzel ahlâkın hazinesi kılabilen kimsedir.

Velhâsıl bizler bu imtihan âlemine dünyalık kazanmak için değil, âhiretimizi kurtarmak için geldik. Dolayısıyla dünya ile âhiret arasında bir tercih söz konusu olduğunda gönlümüzün ibresi her dâim âhireti göstermelidir.

Hikmet ehli bir zât ne güzel söylemiştir:

“Dünya altından yapılmış ama fânî olsa, âhiret de çamurdan ama bâkī olsa, akıllı insan bâkī olanı fânîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dünya çamurdan ve fânî, âhiret de altından ve bâkī olursa, acaba ne yapmak lâzımdır?!”[4]]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey ahâlî! Allah’tan hakkıyla hayâ edin de gâfil olmayın. Ömürleriniz geçiyor, zamanınız tükeniyor. Yiyemeyeceğiniz, yemeye ömrünüzün yetmeyeceği mal-mülk ve servet toplamakla meşgulsünüz. Elde edemeyeceğiniz, ulaşamayacağınız şeyleri emel edinmekle meşgulsünüz. İçinde oturamayacağınız binalar yapmakla meşgulsünüz. Bütün bunlar, Rabbinizin huzûrundan sizi alıkoymasın!..”

[Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti zamanında birçok ülke fethedilmiş, Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytü’l-Mâl’e akmış, halkın refah seviyesi yükselmişti. Fakat Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- önceden olduğu gibi zarûret miktarı bir tahsîsat ile yetiniyor, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Onun bu hâline dayanamayan yakınları, kızı Hafsa Vâlidemiz’i elçi olarak gönderip, biraz imkânlarını artırmasını ve rahat etmesini arzu ettiklerini bildirdiler.

Hazret-i Hafsa, ashâbın bu teklifini babasına açtı. Peygamber Efendimiz’in açlıktan kıvranıp karnını doyuracak bir şey bulamadığı nice günlerine şâhid olmuş bulunan[5] Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya:

“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.

“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da sözlerine şöyle devam etti:

“–İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) de aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”[6]

Dolayısıyla her mü’min, rızkını helâlden kazanmak için çalışıp gayret etmelidir. Fakat ihtiyaç miktarıyla iktifâ etmeyi ve elindekine kanaat göstermeyi de bilmelidir. Allâh’ın kendisi hakkında takdir ettiği rızka râzı olmalıdır ki Allah da ondan râzı olsun.

Bunun aksine, hırsa kapılıp ihtiyaç fazlasına tamah etmekten sakınmalıdır. Şayet ihtiyacından fazlasını Allah verirse, onları da lüks ve israf için kendine harcamak veya cimrilik edip kendine biriktirmekten kaçınmalıdır. İhtiyaç fazlasını, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil için infâk etmelidir.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe birr’e (yani kullukta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)

Her mü’min, bu ilâhî hakîkat önünde kendisinin Cenâb-ı Hakk’a yakınlık derecesini test etmelidir. Ayrıca kendisinin bu hayatta âdeta bir emanetçi hükmünde olduğunu, dünya mülkünün yine dünyada kalacağını, âhirete ise o dünyalıkları nasıl kazanıp nereye sarf ettiğinin ağır hesabıyla gideceğini unutmamalıdır.

Günümüzün materyalist ve kapitalist dünyasının kamçıladığı tüketim çılgınlığı, gösteriş düşkünlüğü, güç gösterme hevesi, -maalesef- insanları daha çok kazanıp daha çok harcamak için, âdeta yarış atları gibi, çatlarcasına bir koşturmacaya itiyor. Zira hemen her şeyin kıymeti, maddiyatla ölçülüyor. Bu ise ruhlara zehir serpiyor, vicdanları dumura uğratıyor. Hamd, şükür, rızâ, kanaat, tevâzu gibi huzur membâlarını kurutuyor.

Hâlbuki kanaat ve tevâzu üzere, sâde bir hayat yaşamanın kazandıracağı gönül huzurunu, hiçbir maddî varlık temin edemez.

Bir gün ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında dünya nîmetlerinden bahsettiler. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır, sâde yaşamak îmandandır!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 1/4161; İbn-i Mâce, Zühd, 4)

Ahmed bin Hanbel Hazretleri de şöyle der:

“Mü’mine az bir mal kâfîdir. Muhteris kişiye ise çok mal bile kâfî gelmez.”

Zira mü’min, elindekine şükredip fazlasını infâk ettiği için, malının hayrını ve bereketini görür. Muhteris ise pintiliğinden ve israflarından dolayı buhranlar içinde, endişeli ve huzursuz bir hayat yaşar. Zira nefsinin tatminsizliği içinde sürekli gözü açtır.

“İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz…”[7] hadîs-i şerîfi de, muhterislerin bu hâlet-i rûhiyesini târif buyurmaktadır.

Unutmamak îcâb eder ki dünya hırsı, rızkı artırmadığı gibi, gönül huzurunu azaltır, mâneviyâtı zedeler, malın bereketini yok eder. İnsan ne kadar hırslı olursa olsun, eline ancak nasibi kadarı geçer.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kimin endişesi âhiret olursa, Allah, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona boyun eğerek gelir. Her kimin endişesi de dünya olursa, Allah fakirliği onun gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyadan da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“İnsanlarla hoş geçinmek ve dînin hudutlarını aşmamak şartıyla onlara muvâfakat etmek iyidir, mübârektir. Fakat bu muvâfakat ve hoş geçinme, eğer ilâhî hudutları aşarak ve Allâh’ın rızâsını çiğneyerek olursa, o zaman iyi değildir… Dînin hudutlarını çiğneme pahasına diğer insanlara muvâfakat etmek ve onlarla hoş geçinmek, kişiye hiçbir şeref kazandırmaz!..”

[İslâm; ferdiyetçiliği değil, içtimâîleşmeyi telkin eder. İnsanlarla ülfet edip hoş geçinmek, dînimizin tavsiye ettiği güzel ahlâktandır. Lâkin bunun da birtakım edep ve kâideleri vardır. Zira bir müslüman, insanlarla hoş geçinebilmek adına Cenâb-ı Hakk’ın hukukunu çiğneyemez. Mü’min bilir ki; Hâlık’a isyan hususunda hiçbir mahlûka itaat yoktur.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İsrâiloğulları’nın nasıl bozulmaya başladığını şöyle haber vermiştir:

“İlk zamanlar, kötülük yapan birini görünce:

«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde, onunla birlikte yiyip içmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti…” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336)

Demek ki fânîlerin iltifat, teveccüh ve takdîrini kazanmak, yahut onların kınama ve dışlamasından kurtulmak maksadıyla ilâhî ölçülerden tâviz vermek, îman şuuruyla bağdaşmaz.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allâh’ındır.” (Fâtır, 10)

“…Asıl izzet/üstünlük, ancak Allâh’ın, Peygamber’inin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (el-Münâfikûn, 8)

Dünyada şeref ve îtibar bulmak için, İslâm düşmanlarına yakınlık göstermek ve onları desteklemek, kişinin Allah nezdindeki îtibârını yerle bir eder. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizin gazabını üzerinize çekmiş olursunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)

Yani dünyevî bir menfaat için ehl-i küfre, münâfıklara veya fâsıklara îtibar ve iltifat etmek; Allâh’ın gazabını celbeder. Bu hâl, dünya menfaati için âhiretten vazgeçme gafletidir. Bir damla uğruna sonsuz bir deryayı feda etme hamâkatidir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın dediği gibi:

“İnsanların en câhili; kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır. Yani Allah rızâsı yerine kul rızâsına meyledendir.”

Dolayısıyla mü’min, ilâhî hudutların çiğnendiğini bildiği her türlü çevreden, kat’î sûrette uzak durmalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte;

“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır…” buyrulmuştur. (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993)

Hazret-i Mevlânâ bu hakîkati şu teşbihle îzah eder:

“Allâh’a yemin ederim ki kötü yılan, kötü dosttan iyidir! Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ebedî ateşe atar, yakar yandırır!..”

Mâlum olduğu üzere, insanın şahsiyet ve karakterine en çok tesir eden iki büyük müessir vardır:

  1. Kazanç ve gıdâsının helâliyet derecesi. Helâlse hayra, haramsa şerre sevk eder.
  2. Beraberinde bulunup ülfet ettiği kimsenin mânevî durumu. Hayırlı insan hayra, şerli insan şerre götürür. Nitekim; “Misin yanında duran, mis; isin yanında duran, is kokar!” denilmiştir.

İmâm Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi; fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir.

Zira hâllerde sirâyet özelliği vardır. Nasıl ki kâinatta birtakım ışınlar var; alfa, beta, gama, mor ötesi ışınları vs… Kalpten de çıkan birtakım görünmez ışınlar var. Bunların müsbetine “feyz” ve “rûhâniyet” diyoruz, menfîsine ise “gaflet” ve “kasvet” diyoruz.

Sâlih ve sâdık mü’minlerden dâimâ feyz, rûhâniyet ve pozitif enerji sirâyet eder. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak;

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.

Bunun zıddına, din düşmanları ve fâsıklarla beraberlik ise, felâket getirir. Bu itibarla yine âyet-i kerîmede;

“…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68) buyruluyor.

Hadîs-i şerîfte de:

“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” buyruluyor. (Heysemî, X, 281)

Diğer taraftan, müsbet veya menfî hâller, mekânlara bile sirâyet etmektedir. Bu sebeple günah ve mâsıyet mekânlarından ve kahr-ı ilâhînin tecellî ettiği muhitlerden de titizlikle sakınmak îcâb eder.

Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte Tebük Seferi’ne giderken, vaktiyle Semûd Kavmiʼnin helâk edildiği Hicr bölgesinde konaklamışlardı. Ashâb, oradaki kuyulardan ihtiyaçları için su almış ve bu sudan hamur yoğurmuşlardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara; aldıkları suyu dökmelerini, yaptıkları hamurları da develere yedirmelerini ve ancak Sâlih -aleyhisselâm-’ın devesinin gelip su içtiği diğer kuyudan su almalarını emretti.[8] Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ridâsıyla başını örttü ve o vâdiyi geçinceye kadar süratle yol aldı.[9]

Ne kadar ibretlidir ki aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, ilâhî kahrın tecellî mekânı olması sebebiyle, bugün bile oralardan geçenler, o sulardan abdest almazlar.

Kahr-ı ilâhîyi celbeden haramların işlendiği, ilâhî hudutların çiğnendiği mekânlardan dahî bu kadar sakınmak gerekirse, günümüzde o haramları veya emsallerini işlemeye devam eden ehl-i küfür veya fâsıklarla ülfetten ne kadar sakınmak gerektiğini bir düşünelim.

Bilhassa bugün, beşerî münâsebetlerde “uydum kalabalığa” hastalığından kurtulmak elzemdir. Bir müslüman olarak ölçümüzün; toplumdaki yaygın kanaat ve alışkanlıklar değil, Allâh’ın emir ve nehiyleri olduğunu, hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Cenâb-ı Hak, bizlere ashâb-ı kirâmı örnek nesil olarak takdîm ediyor. Âyet-i kerîmede; “onlara güzellikle tâbî olan”[10] ihsân ehli mü’minlerden olmamızı telkin buyuruyor. Dolayısıyla kendi hâlimizi, içinde yaşadığımız toplumla değil, ashâb-ı kirâm ile kıyaslamamız îcâb eder.

Meşrû ve makbul olan örf, âdet ve geleneklerde topluma elbette uyulabilir. Fakat İslâm’a aykırı bir hususta topluma uymak, üstelik bir de gaflet şaşkınlığı içinde; “Canım ne var bunda, herkes yapıyor!” diyerek Allâh’ın râzı olmadığı hâllere rızâ göstermek, kişiyi -Allah korusun- hak yoldan sapmaya sürükler.

Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Sahâbeden Abdullah bin Mesʻûd -radıyallâhu anh- bir düğün yemeğine davet edilir. O güzîde sahâbî, düğün evine geldiğinde takvâ hassâsiyetiyle bağdaşmayan bir durumla karşılaşır ve içeri girmez. Ev sahibi;

“‒Ne oldu, niçin girmiyorsunuz?” deyince de, İbn-i Mesʻûd -radıyallâhu anh- şu cevâbı verir:

“‒Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

«Kim bir kavmin sayısını artırırsa onlardandır. Kim bir kavmin yaptığı işten râzı olursa, o işi yapanlarla ortak olur.»” (Bkz. İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, VIII, 319)

Günümüzde, mânevî eğitim noksanlığı sebebiyle maalesef şer’î esaslara riâyet edilmeyen ortamlar çoğaldı. Bazı müslüman ailelerin düğünlerinde dahî kadın-erkek ihtilâtına, mahremiyete, helâl-haram hudutlarına lâyıkıyla dikkat edilmediğini üzülerek müşâhede ediyoruz. Tabi böyle tâvizlerle başlayan evliliklerde de huzur olmuyor. Ne hazindir ki son istatistiklere göre toplumda boşanmaların giderek arttığı bildiriliyor.

Unutmayalım ki bizler Cenâb-ı Hakk’a ne kadar kul olabilirsek, o kadar ilâhî yardımlara mazhar olabiliriz.]

Cenâb-ı Hak; ümmet-i Muhammed’e huzur, saâdet ve dirlik, milleti­mize de her dâim hak ve hayırda birlik ve beraberlik ihsân eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] el-Ğâşiye, 3.

[2] Buhârî, Rikāk, 1.

[3] Bkz. Tirmizî, Zühd, 13.

[4] Ebû’l-Abbâs Ahmed bin Muhammed İbn-i Acîbe, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Kâhire 1419, II, 112.

[5] Bkz. Müslim, Zühd, 36.

[6] Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125; Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.

[7] Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119.

[8] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 40.

[9] Bkz. Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd 38-39.

[10] Bkz. et-Tevbe, 100.