22 Mart 2021 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

22 Mart 2021 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, lâtif, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; cümle geçmişlerimizin, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, Şâbân-ı Şerîf’in bütün ümmet-i Muhammed için hayır ve bereket, rahmet olması niyaz ve duâsıyla; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!

Muhterem Kardeşlerimiz!

Sohbetimizin mevzuu, Âl-i İmrân Sûresi’nin 190 âyeti ile 200. âyeti arasındaki âyetler üzerindedir.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz naklediyor:

“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadetle geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı (yâ Rasûlâllah) çok severim. Ancak Sen’i sevindiren her şeyi de çok severim.» dedim.

Sonra kalktı Rasûlullah, güzelce abdest aldı, namaza durdu.

Ağlıyordu. O kadar ağladı ki, elbisesi, mübarek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu.

O, bu hâldeyken, Bilâl-i Habeşî namaza davete geldi. Efendimiz’i perişan gördü:

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde bu hüznünüz nedir, bu gamınız nedir?»

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–(Ey Bilâl!) Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. Ondan sonra:

«–Vallâhi bu gece öyle âyetler nâzil oldu ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!” buyurdu ve şu âyeti okudu; Âl-i İmrân, 190. âyet:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca geliş gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190) (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Maânî, IV, 157)

Yani Rabbimiz yer ve gökleri bizim için yarattı. Bir mekteb-i âlemin içindeyiz. Mü’min ilâhî azameti tefekkür edecek ve derinleşecek.

Yine diğer, Furkan Sûresi’nde:

“İbret almak veya şükretmek dileyen kimse için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O’dur.” (Furkân, 62)

Cenâb-ı Hak, tefekküre davet ediyor. Sâniye takdim, sâniye tehir yok. Kâinat, insan için tanzim edildi. İnsan bu cihânın bir endam aynası, bir mekteb-i âlem. Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar tahsil sahası ve herkesin imtihanı son nefeste bitecek.

Kabirde bir imtihan, kıyamette bir imtihan yok, bitmiş oluyor. Onun için Cenâb-ı Hak:

…Ancak müslüman olarak can verin.” Sakın ha, başka türlü can vermeyin!

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Onun için:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın azametine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.

258 yerde de Kur’ân-ı Kerîm’de “takvâ” geçiyor. Rasûlullah Efendimiz’in birçok hadîs-i şerîfinde, takvâ üzerine olmamız arzu ediliyor. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Eğer siz takvâ sahibi olursanız, Allah sizi (istikâmetlendirir, mârifetullahtan hisseler nasîb eyler)…” (Bkz. el-Bakara, 282)

Yine Cenâb-ı Hak bu kâinâtın insana bir âmâde olduğunu bildiriyor. Câsiye Sûresi 13. âyette:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olarak) size âmâde kıldı. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”

Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak âmâde, oradan çıkan binbir türlü lezzetli sebzeler, meyveler âmâde. Hepsi insan için. Yaratılan hayvanlar, insana âmâde.

Cenâb-ı Hak:

“…Düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.

Yani Cenâb-ı Hakk’ın ikramından kul ibret alacak, ders alacak.

Yine bir, gece-gündüz:

Gece bir, Güneş batıyor, Ay geliyor. Ay bitiyor, Güneş geliyor. İki büyük cisim, devamlı, insanlar için vardiya değiştiriyor.

Gece, bir ölüm tatbikatı. Uyuyorsun, her şeyden habersizsin, başka bir âlemde seni dolaştırıyorlar.

Seherde kalkıyorsun, “ba’sü ba’de’l-mevt”, sanki bir ölümden sonra tekrar kalkış.

Günün aydınlığı gelince, gecenin karanlığından bir iz kalmıyor. Gece gelince de gündüzün aydınlığından bir iz kalmıyor.

Bu da bizlere gösteriyor ki;

Rabbimiz, yaratılan bütün varlıklar yok olduktan ve kendilerinden hiçbir iz kalmadıktan sonra, onları diriltmeye, tekrar yaratmaya kâdirdir.

Cenâb-ı Hak yine buyuruyor:

“…Bu kâinâtı bir tomar kağıdı büker gibi bükeceğiz. Eski hâline getireceğiz. Bu bir ahittir/sözdür…” buyuruyor. (Bkz. el-Enbiyâ, 104) İlâhî azamet tecellîleri…

Bizleri yoktan var eden Cenâb-ı Hak, bizim duygularımıza, hissiyatımıza, hâlet-i rûhiyemize de âşinâ… Bize istîdat veriyor. Nefis de veriyor. Bu istîdatlarımızı hayra kullanmak.

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Nefs engelini bertaraf etmek. Kendisine dost olmak. Kendi, Dâru’s-Selâm’a dâvet ediyor. Fakat Cenâb-ı Hak bize; “وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ” buyuruyor. İlâhî müşâhedenin altında olduğumuzun idrâki içinde yaşayabilmek:

“…Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Ne kadar insan var, hayvan var, melek var, denizde var, havada var, cemâdat var; Cenâb-ı Hak zaman-mekândan münezzeh, her zaman bütün yarattıklarının hepsinin yanında.

Daha öteye:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

 (“…Biz o (insana) şah damarından daha yakınız.” [Kâf, 16]) buyuruyor. Şah damarından daha yakın…

Düşüncemizi bir kendimiz biliyoruz, düşündüğümüzü şimdi; bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Herkesten saklayabiliriz düşüncemizi, fakat Cenâb-ı Hak’tan saklayamayız.

Cenâb-ı Hak buyuruyor yine, A‘râf 69. âyetinde:

“…Allâh’ın nîmetlerini tefekkür edin (ve şükrüne koşun) ki felâha eresiniz.”

Demek ki Cenâb-ı Hak kulun devamlı şükür hâlinde olmasını istiyor. Bir boşluk olmayacak. Aldığımız nefesler bir şükür olmalı. Bakın bu, hastalık geldi, o akciğerden ıztırap çekenler, bir nefes almanın, bir nefes vermenin ne kadar bir ihtiyacı içinde!..

Her an kul, şükür hâlinde olacak.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyoruz. Her rekâtta tekrarlıyoruz.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor İnsan Sûresi’nde:

“…İster şükredici ol, ister nankör ol.” (Bkz. el-İnsân, 3) Bu kadar nîmetler karşısında…

Kalp tefekkür edecek:

Şu kâinatta her şey, yani bir atomun, yok kadar bir varlığın içindeki bir sürü madde… Bir yok kadar maddede, müthiş bir derinlik. Makro âleme çıktığımız zaman o da sonsuz, ucu bucağı yok. Beşer idrâkinin ötesinde.

Cenâb-ı Hak her şeyi insan için yarattı. İnsan tefekkür edecek. Ve kâinatta ne varsa insana âmâde kılındı.

Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade ediyor:

“Ey kardeş diyor. Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın. Bedenin kemik ve et olarak hayvanlarla aynı. Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin. Eğer diken gibi düşünüyorsan (yani nefsânî arzularına mağlûp isen, ihtirasların içinde isen) ateşte yanacak bir kütüksün.”

Efendimiz de şöyle buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin…”

Yani ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akışları üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, azametini tefekkür edin. Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatı var. El-Bârî; hiçbir örneği yokken halketti. Karıncadan, karıncanın daha ufağından cesim varlıklara kadar. Denizde, havada vs… Bizim bilemediğimiz birçok varlıklar. el-Bârî, el-Musavvir. Şekillendirdi, rızkını veriyor, rızkı devamlı geliyor. Hayatı bir programlı geliyor, ekolojik bir denge içinde gelip gidiyor.

“Zât’ı üzerinde düşünmeyin…” buyuruyor. (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)

O mümkün değil Zât’ı. Çünkü akıl mahdut, akıl sınırlı, ilâhî azamet sonsuz. Onun için Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ı sıfat tecellîleri içinde düşünün, tefekkür edin buyuruyor.

“…Allâh’ın nîmetlerini kendiniz saymaya kalkarsanız, onu da sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyuruyor.

Nîmetler… Her mahlûkâta baktığımız zaman, düşünelim; o mahlûkat olarak dünyaya gelebilirdik. Diğer, gayr-i müslimlere baktığımız zaman; müslüman olarak dünyaya geldik, şükredeceğiz.

“اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ” diyeceğiz.

Rasûlullah Efendimiz’i düşüneceğiz. Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili, en yüce Peygamber’ine ümmet olduk.

“اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ” diyeceğiz.

Ve bir mü’min bunları dikkate alacak.

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (Bkz. et-Tekâsür, 8)

İşte ashâb-ı kirâm Allâh’ın verdiği bu nîmetleri düşündü; Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, insan olan her yere gitti. Allâh’ın verdiği bu îman nîmetini tebliğ etmek için.

İnsan, bir kendinden mes’ul, kendini ihyâ edecek, takvâ sahibi olacak, müttakî-müttakiye olacak. Ondan sonra İslâm’ı temsil edecek. Hâliyle, kāliyle İslâm’ı temsil edecek.

Ondan sonra gelen âyet, kalp nasıl bir kalp olacak? Cenâb-ı Hak:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki Cenâb-ı Hak, kuluyla kalbî beraberlik istiyor.

Bir mekteb-i âlemdeyiz. İbret ve harikalar dershanesi içindeyiz. Burada Rabbimiz hiç unutulmayacak. İhsan ettiği nimetlere mukâbil dâimâ hamd, şükür, zikir hâlinde yaşanacak. Değişen şartlar altında da sabır üzerinde bulunacak.

Dil zikredecek ama, kalp de ona iştirâk edecek. Kalp, iştirak ettikten sonra kalp, davranışlara geçecek, amel-i sâlih üzere bir istikâmette hayatını devam ettirecek.

Abdullah bin Büsr -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah Efendimiz’e iki bedevî soru sormak üzere geldiler. Onlardan biri:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ömrü uzun, ameli de sâlih olandır.” buyurdu. Diğeri de:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İslâm’ın hükümleri çoğaldı, bana öyle bir amel söyle ki, ona ben yapışayım.” dedi.

Efendimiz ona da şöyle buyurdu:

“–Dilin dâimâ Allâh’ın zikriyle ıslak olsun.” (Ahmed, IV, 188)

Yani, îzahı; gördüğün her şey, sana Allâh’ı hatırlatsın. Şu suyu içerken Allâh’ı hatırlatsın. Yediğin yemeğe bakacaksın, Allâh’ın sana getirdiği rızka bakacaksın, Allâh’ı hatırlayacaksın. Her lokma, sana Rabbini düşündürecek.

Besmele ile başlayacaksın, tefekkürle devam edeceksin, Allâh’ın sana ikramını, hamdele ile bitireceksin. Nâil olduğun her nîmet, seni Allâh’a daha yaklaştıracak. Çünkü her idrâk ettiğin nîmette şükrün artacak.

Mesela burada, âyette;

“…Ayakta, otururken, yanları üzerindeyken…” (Âl-i İmrân, 191)

Ayakta durmamız, ihtiyaçlarımızı karşılamak ve hareket etmek için bir nîmet. İki ayak üzerindeyiz. Cenâb-ı Hak öyle bir şey veriyor ki, dünyaya bir câzibe veriyor, yer çekimi kânunu, ayakta duruyoruz rahat rahat.

Oturmak, yatıp uzanmak da yorulduğumuzda rahatlamak için bir nîmet.

Mü’min, bütün bu nîmetlerden dolayı Rabbine şükür borcunu unutmayacak.

Daima, zihnî bilgiler Cenâb-ı Hak veriyor. “…Az bir ilim verdik…” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85)

Bütün okunan ilimler; matematik, tarih, coğrafya, fizik, kimya, insana ait psikoloji, pedagoji, sosyoloji vs. bütün ilimler, Cenâb-ı Hak bunu “az bir ilim olarak verdik” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85)

Tabi Kur’ân-ı Kerîm bütün bu ilimlerin muhtevasının hikmetini bize telkin ediyor. Bu zihnî bilgi, bunlar zihinde arşiv olacak, fakat onlar kalbe intikâl etmezse bir faydası yok. Kalbe intikâl edecek bu bilgiler, mârifetullah, Cenâb-ı Hakk’ın azametini düşünecek, eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a, sebepten Müsebbib’e, yani daima Fâil-i Mutlak Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Böylece bir zikir meydana gelecek.

Rabbimiz buyuruyor:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)

Baktığımız zaman en huzurlu insanlar, ashâb-ı kirâmı görüyoruz. Çünkü Cenâb-ı Hak’la beraber olmuş, artık Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın lezzeti, bütün dünya lezzetlerini siliyor, atıyor. Çakıl taşına dönüyor bütün dünya lezzetleri. Evliyâullah da öyle, hiçbir zaman dünyaya bir temâyülleri yok. Bütün gaye, Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul, olabilmek.

Fakat -Allah korusun- diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ı unutanlar, nefsinin hevâsına kapılanlar, ölümü unutanlar, onlar için bir felâlet Cenâb-ı Hak bildiriyor, Haşr Sûresi’nin 19. âyet:

“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…”

Yani Allâh’ı unuttuğu zaman, Allah da ona kendisini unutturuyor. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, kimin rızkını yiyor, o rızkı kim veriyor, geliş niye, gidiş niye, bu akış niye?.. Büyük bir gaflet içinde kalıyor. Bunlar, âmâ olarak yaratılacak. Yani dünyada kalbi âmâ olanlar, orada gözü âmâ olarak yaratılacaklar.

“–Yâ Rabbi diyecek, biz dünyada görüyorduk.”

“–Yok, siz dünyada görmüyordunuz.” buyuracak. (Bkz. Tâhâ, 125-126)

Tabi, en kötü şey, bunda, nefs-i emmâre. Yani canlı cenazeler bunlar. Dünyaya dalmakla âhiret unutuluyor.

Onun bir üstünü, bir iyisi onun;

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ

Cenâb-ı Hak: “Kıyamete andolsun (yemin olsun).” (el-Kıyâme, 1)

وَلَاۤ اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

(“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (di­riltilip hesaba çekileceksiniz).” [el-Kıyâme, 2])

O da, nefs-i levvâme de, inanıyor, amelleri de var ama dengesiz. Amellerin bir kısmı var, hayatın bütün muhtevâsında İslâm yok. Ticaretin bir kısmı yanlış, evlâtların bir kısmını yetiştirmekte yanlış. Ehemmiyet vermiyor;

“–Sonra olur diyor. Sonra tevbe ederim kurtulurum…” diyor. Bu da nefs-i levvâme oluyor.

Cenâb-ı Hak, hesaba çekileceksiniz buyuruyor.

Onun bir üstünde, nefs-i mülheme. Hakikat yoluna girmeye başlıyor. Takvâya doğru mesafe alıyor. İslâm’ın bütün muhtevâsı üzerine gayret ediyor, ihmâl etmiyor, fakat tam da olgun değil.

Onun bir üstü de nefs-i mutmainne. Cenâb-ı Hak orada:

“Ey itmi’nâna ermiş kulum.” (el-Fecr, 27) diyor.

Râdıye; sen Allah’tan râzı ol, diyor. Hayat, düz bir çizgi içinde devam etmiyor. Dâimâ medler var cezirler var, inişler var çıkışlar var, muvaffakıyetler var iptilâlar var, problemler var, muvaffakıyetler var. Buralarda kul, “râdıye” Allah’tan râzı. Varlıkta şımarmıyor, felâkette de; “Yâ Rabbi Sen’dendir!” diyor.

Sıhhati varken, bütün gücüyle Allah yolunda çalışıyor. Sıhhati gitmiş, olmadığı zaman, hasta olduğu zaman da “Yâ Rabbi, Sen’dendir.” diyor.

Râdıye, Allah’tan râzı oluyor.

Merdıyye, Allah da o kuldan râzı oluyor.

“Cennet’ime gir.” (el-Fecr, 30) buyuruyor.

Velhâsıl âyet-i kerîmenin devamı:

“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Fakat o zikir, ne şekilde olacak?

“…Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (derinden derine) tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Semâya bakar bir âlem, sonsuz bir âlem. Yedi kat semâ. Ucu bucağı da yok.

Atmosfer; hiç değişmiyor, aynı, azotu, oksijeni vs. Bir değişse ne olur? Bir mahlûkat kalabilir mi? Nasıl ilâhî bir tecellî…

Yer de nasıl… Bir sürü mahlûkat. İnsan, hayvan, vs. şu bu. Hepsini, o toprak besliyor. Hepsine ikram ediyor. O toprak hem besliyor, hem de sonra onun cürûfunu da temizliyor. Tekrar ona tekrar veriyor.

Yine bak toprağa; üzerine bastığımız toprak, bizden evvel gelmiş milyonlarca toprağa dönmüş cesetlerin üzerinde dolaşıyoruz. Yani sanki milyonlarca üst üste çakışan gölgeler gibi.

Yine, Dünya’ya gelecek birçok insanın da tohumu üzerinde dolaşıyoruz. Oradan sebzeler, meyveler çıkacak. Onları insan yiyecek, yine insan tohumu olacak, yine oradan insan gelecek. Yani hayat topraktan toprağa akış. Her şey, düşünen insan için, bir azamet tecellîsi…

Onun için Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50])

اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…])

اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…Akıl sahipleri.” (Âl-i İmrân, 7]) buyuruyor.

O, zikir hâlinde olanların durumu, kalbî durumu; daima bir tefekkür hâlinde;

“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. Sen bunları yâ Rabbi boşuna yaratmadın derler. Bizi Cehennem azâbından koru derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Demek ki zikredecek, “Yâ Rabbi Sen Sübhan’sın.” İlâhî azamet karşısında; “Bizi Cehennem azâbından koru!” diye…

رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

(«…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azâbından koru!» [el-Bakara, 201])

Bu duayı unutmayacak…

Sâdî-i Şîrâzî buyuruyor:

“Olgun insanlar için (kâmil insanlar için) ağaçlardaki tek bir yaprak mârifetullâhı anlatan bir dîvandır. (Bir tek yaprak. O nasıl yeşeriyor, nasıl o ağaçların dibinden çıkan, sanki bir motor var, oraya kadar suyu, yağmur suyunu götürüyor. Sonbaharda kuruyor, dökülüyor. Baharda tekrar diriliş oluyor.) Gâfiller için ise bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

Bakar, hiçbir şey anlamaz, diğer mahlûkâtın baktığı gibi…

Yine bir Hak dostu buyuruyor:

“Bu cihân, âkiller için (akıl sahipleri için) seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür); ahmaklar için (diyor) yemekle şehvet!” diyor.

Rabbimiz bu ilâhî dershâneyi, insan için yarattı ve tezyin etti. İnsan bu kâinat kitabının sayfalarını çevirecek.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَۚ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Orada ilâhî azamet ve kudret akışlarını okuyacak. Düşünecek, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini tefekkür edecek, zikrini artıracak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Düşünecek;

–Güneş ve Ay kimin için semâda dönüyor? İki takvim nasıl dönüyor semâda? İki takvim arasında saniye bir takdim-tehir yok.

–Soluduğumuz hava kimin için? (21 oksijen, 77 azot)

–Hayvanlar kime hizmet ediyor? Arı olsun, inek olsun, koyun olsun, diğer mahlûkat olsun…

Kalp okuyacak, göz görecek, kalp okuyacak. Göz, kalbe bir gözlük mâhiyetinde. Bu okumayı güzel ve doğru yaptığı takdirde, Rabbine yakın bir kul olacak. Yani zâhirî dünyası ile kalbî dünyası birbirine âhenk teşkil edecek.

Yine Mevlânâ’dan, güzel bir şey var:

“Âmâ bir kimse bile diyor, noksansız bir Güneş’in doğduğunu görmese de hararetinden anlar.” diyor.

Her şey Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî tecellîsi.

En hazin şey, insanın bu kadar ilâhî azamet karşısında abus ve alık kalması. -Allah korusun- gâfillerin işi oluyor. Yani neye benziyor gâfillerin işi? Hazine üzerinde oturmuş, aç kalan insana benziyor.

Cenâb-ı Hak buyuruyor Enfâl Sûresi 22. âyette:

“Şüphesiz ki Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”

Cenâb-ı Hak yine Duhân Sûresi’nde:

“Biz gökleri (semâvâtı ve) yeri, bunlar arasında bulunan her şeyi, bir oyun-eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38) buyuruyor.

Her şey bir hikmete mebnî…

Yine Mü’minûn Sûresi’nde:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı, sizin hakikaten huzurumuza (gelip hesap vermeyeceğinizi mi zannediyorsunuz?) (Bkz. el-Mü’minûn, 115)

Kul, Cenâb-ı Hakk’ın emirleri istikâmetinde yaşayacak. Lâkin hiçbir zaman ameline de güvenmeyecek. Dâimâ Rabbine ilticâ hâlinde olacak.

Efendimiz, Fâtıma Vâlidemiz’i çok severdi. Fakat ona öğütlerinden birinde:

“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle!..”

Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme buyuruyor. Yani ben şunun eteğine yapışırım, bunun peşinde koşarım, yok o!..

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Ben de âcizim diyor Efendimiz…

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bir talebesine yazdığı mektupta:

“Aman diyor, oğlum diyor, Allah’a yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul-mûteber olan, hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum…” (Mektubât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. Mektup)

Yani tam sâlih olduğuna. O kadar bir Cenâb-ı Hakk’ın azametinin tecellîsi karşısında, o kadar bir âciz hâlde kalıyor ki;

“Aman diyor, benim için ne olursun diyor, ben amelime güvenmiyorum, benim için, son nefesim için duâ et.” buyuruyor.

Yusuf -aleyhisselâm-’ın bir duâsı var:

“اَللّٰهُمَّ تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ”

(“…(Ey Allâh’ım!) Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat.” [Bkz. Yusuf, 101])

Bir kişi tavaf yapıyor, hep bu duayı okuyor.

“تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ”

Arkadaşı diyor ki:

“–Niçin başka dua okumuyorsun?” diyor.

“–Bir diyor, arkadaşım diyor, son nefesi iyi olmadı diyor. Onun için bu duaya hep devam ediyorum.” diyor.

Buyruluyor:

“(Nasıl yaşarsanız, öyle) vefat edersiniz, öyle haşrolursunuz.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Ebû Heyseme -radıyallâhu anh- diyor:

“Bir kişi diyor, son nefesini veriyordu diyor. Yanına gittim diyor. Gâfilmiş diyor, çok diyor. Ben kelime-i tevhîd getiriyordum, o da elinde sanki bir para kesesi var, keseyle böyle oynuyordu, benim kelime-i tevhîdimi hiç duymadı, öyle geçti gitti.” diyor.

Onun için hep Cenâb-ı Hak bize takvâyı emrediyor. Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kendimizi;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“…Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4])

İlâhî kameranın altında olduğumuzun idrâki ve şuuru içinde olabilmemiz. Tabi her an için, tabi bu kolay da bir iş değil. Bu, kalbin sanatı olmuş oluyor.

Mârifetullahta mesâfe katedebilmek için dikkat edilecek üç şey Zümer Sûresi’nde bildiriliyor. Birincisi;

“سَاجِدًا وَقَائِمًا” Seherlerde uyanık olmak, secde ve kıyam hâlinde olmak, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olabilmek. (Bkz. ez-Zümer, 9)

Bunun için rûhânî hayatı inkişâf ettirmek… Bu şekilde gündüze girmek, gündüzleyin nefsânî arzulara karşı bir mukâvemet teşkil etmesi bu seher. Kendini dedikodudan, vs.den, boş şeylerden, kendimizi kurtarabilmek.

İkincisi;

“يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” Dâimâ bir mü’min, istediği kadar amel-i sâlih sahibi olsun, peygamberler bile kıyamette, ümmetlerine tebliğden endişe içinde, hesabından. Cenâb-ı Hak burada bir mü’minin;

“يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” bir âhiret endişesi içinde olmasını arzu ediyor.

Bir gurbet âlemine çıkacağız. Fakat amellerimizle çıkacağız.

Üçüncüsü;

Dâimâ ilâhî bir rahmet dileyen bir kimse olacağız. Duâ hâlinde. Bir mü’min daima duâ hâlinde yaşayacak… Hep peygamberlere baktığımız zaman, peygamberler hep duâ hâlinde yaşıyorlar.

Velhâsıl zâhir bilgiler olacak. Kâfî değil, kalp devreye girecek, muhabbet artacak.

Mevlânâ Hazretleri’nin babası Sultânu’l-Ulemâ idi. Belh’ten, Orta Asya’dan geliyorlardı. Bir müddet bazı yerlerde Karaman vs. oralardan sonra Konya’ya geldiler. Mevlânâ kendisini babasından aldıklarıyla inkişâf ettirdi. Bilgi olarak, Selçuklu Üniversitesi’nin dersiâmı durumuna geldi. Tabi o zaman, meşhur Mevlânâ değildi.

Şems-i Tebrizî diye bir derviş geldi. Gönlü taşan bir derviş. Ona bir muhabbet ilkā etti ve gitti. Mevlânâ, o zâhirî bilgiler, o kalbî bilgilerle mezcoldu, ondan sonra “piştim” ve “yandım” dedi. O kalbî bilgiler olmadan evvel, “hamdım” diyor.

Velhâsıl demek ki bu kadar kalbî hayatı inkişâf ettirmek. Çünkü tecellâ-yı ilâhî, kalptedir. Esmânın tecellî mekânı kalptir. Nasıl dünyada maddî olarak en kıymetli yer Kâbe ise, insanda da kalptir. Onun için Kâbe ile kalbi çok kıyaslarlar tasavvufî kitaplarda.

“Piştim” ifadesi, satırlardan sadırlara intikâl etmesini yansıtıyor. Satırlarda da bilgi, oradan sadırlara, kalplere. Sır ve hikmetlere vâkıf olmaya başlıyor o şekilde. Akılla sırlara, hikmetlere vâkıf olunmaz. Peygamberlerin bir vazifesi de o kalp âlemini temizlemek, ondan sonra Kitap ve hikmetin telâkkî etmesi. Akla ait kitapları bir tarafa bırakıyor, kâinat kitabının sayfalarını çeviriyor, yani hikmetler, sırlar ortaya çıkıyor. O zaman da “yandım” diyor.

Yani bir dalgıç misali. Dalgıç gücü kadar derine doğru iner. Her indiği derinlikte ayrı ayrı manzaralar seyreder. Cenâb-ı Hak:

“Biz, cinleri ve insanı, ancak Allâh’a kulluk etmesi için yarattık.” buyuruyor. (Bkz. ez-Zâriyât, 56)

Dünyaya geliş; bu kulluk, dershâne. Başka bir şeyde mantığı yok zaten. Bütün her şey de insan için. Bütün hayvanat vs. Yani hedef, Allâh’ı kalpte tanımak olacak. Zihinle kalp müşterek hâle gelecek.

Onun için âyette buyruluyor, Fâtır Sûresi’nin 28. âyetinde:

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereği gibi) korkar…”

Demek ki zihnî bilgi kâfî değil. Bu, Cuma Sûresi’nde, o Benî İsrâil âlimlerine, kitap yüklü merkepler gibidir buyuruyor. (Bkz. el-Cum’a, 5) Merkep, üzerindeki kitabın ne olduğunu bilmez.

Demek ki o zâhirî ilimler kalbe intikâl ettikten sonra esas orada bilgi başlıyor. Zikir oluyor, mârifetullah’tan nasipler geliyor.

Yine Cenâb-ı Hak Enfal Sûresi’nde:

“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, (Nasıl bir insan bir dehşetli manzara görür, kalbi titrer böyle heyecanlanır, atmaya başlar, demek ki daima Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.

Ashâb-ı kirâm meselâ bir fırının önünden geçerdi ki, Cehennem hatıra gelirdi, ya kalbi atmaya başlar yahut da düşüp bayılırdı.) kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanlarını artıran (Kur’ân-ı Kerîm Allâh’ın kitabı…) Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2) Tevekkül, teslimiyet.

Onun için Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Akıl diyor, Mustafa’ya kurban olsun.” diyor.

“Men bende-i Kur’ân’em diyor. Ben diyor, Kur’ân’ın bendesi/kölesiyim diyor. Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım.” diyor.

Böyle bir huzur bulduğunu söylüyor.

Yani burada seven, sevilene râm olması lâzım. Seven sevilene râm olursa, orada ufuklar açılır. Seven kalptir, akıl değil. İnsan Rasûlullah Efendimiz’e muhabbetle râm olursa, o müstesnâ gönülden hisseler almaya başlar. Muhabbet ölçüsünde in’ikas gerçekleşir. Efendimiz’in hâliyle hâllenmeye başlar.

Zira zirvede Ebû Bekir -radıyallâhu anh-…

Bir gün Efendimiz buyurdu ki:

“Ben herkese bedelini verdim, bana kim ne hizmet ettiyse bedelini verdim, Ebû Bekir hâriç.” dedi.

Ebû Bekir Efendimiz:

“–Yâ Rasûlâllah dedi. Ben dedi, Siz’den başka mıyım dedi, benim, malım, canım, her şeyim Sen değil misin?” dedi. Bir gayriden gözükmek, Ebû Bekir Efendimiz’e ağır geldi. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Demek ki muhabbet ölçüsünde in’ikâs oluyor.

Efendimiz bir Yemen’e döndü şöyle, Yemen tarafına:

“Ben dedi, buradan gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyuruyor. (Bkz. Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Hakîkaten bizde muhabbet ne kadarsa, nefes-i Rahmânî de o kadar bizde.

Es’ad Erbilî Hazretleri de, o da bir yangının içinde. O da “yandım”ı başka türlü anlatıyor:

Tecellâ-yı cemâlinden Habîbim nev-bahâr ateş (diyor)

Gül ateş bülbül ateş sümbül ateş hâk ü hâr ateş

Hep devam ediyor. Dursam ateş, kaçsam ateş, bir yangının içinde…

Fuzûlî öyle:

Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su

Habîbim fasl-ı güldür bu, akar sular bulanmaz mı?

Yani:

“Yâ Rasûlâllah diyor. Bu gül/bahar mevsiminde akarsuların büyük bir coşkunlukla akması sebebiyle bulanması gibi, Sen’in gül sîmâna karşı aşkımın coşkunluğundan dolayı, gözümdeki yaşlar kanlı olarak artık akıyor.” diyor.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri kalbî merhalelerinin durumunu şu şekilde anlatıyor:

“Ben diyor ilk hacca gittiğimde sadece Kâbe’yi gördüm diyor.

İkinci gidişimde Kâbe’yi hem de Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet tecellîlerini gördüm orada diyor. Üçüncü gidişimde ise Kâbe’yi görmedim, sadece Rabbimin ilâhî azamet ve kudret tecellîleri orada müşâhede ettim.” diyor.

Yine Mevlânâ diyor ki:

“Kâbe’ye gidenler diyor, orada diyor, Kâbe’nin Rabbi ile buluşmaya baksınlar diyor. Orada Kâbe’nin Rabbi ile buluşurlarsa her yerde Kâbe’yi görürler diyor. Her yerde Kâbe’yi bulurlar.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, lûtufları bize, Kur’ân-ı Kerîm kelâmdaki mûcize.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ buyuruyor Cenâb-ı Hak. Yani “…takvâ ehline rehber.” (el-Bakara, 2)

Kur’ân-ı Kerîm insanlara son çağrı.

اَلرَّحْمٰنُ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾

“Rahman Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

Burada Cenâb-ı Hak merhamet sıfatını bildiriyor. “Rezzâk öğretti.” buyurmuyor. Rezzâk sıfatını değil de Rahmân sıfatını bildiriyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak ne kadar Peygamber Efendimiz’e, O’nun ümmetine ne kadar merhametli…

“İnsanı yarattı. (Kur’ân ile istikâmetlenecek.) Ona «عَلَّمَهُ الْبَيَانَ» beyânı…” (er-Rahmân, 3-4)

Hikmetler, sırlar insana… Hep Cenâb-ı Hak lûtfunu bildiriyor.

“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah o zaman öğretiyor…” (Bkz. el-Bakara, 282) İstikâmetlendiriyor.

Yine Mevlânâ diyor:

“Kur’ân-ı Kerîm’in zâhirini bir okka mürekkeple yazmak mümkün diyor. (Bir okka mürekkeple Kur’ân-ı Kerîm’i bir hattat yazar diyor.) İhtivâ ettiği bütün sırları ifade etmeye ise sahilsiz deryalar mürekkep, yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa yine kifâyet etmez.”

İç içe demek hikmetler, açıldıkça açılıyor.

İnsan takvâ neticesinde Kur’ân’da derinleşir. Kur’ân’daki sırlardan nasîb almaya başlar.

Diğer mucize, Kâinat. Kevnî âyet diyoruz buna. İlâhî bir laboratuvar. Yani bir laboratuvar ki, hikmet olmayan hiçbir şey yok. Her şey bir hikmet.

Kur’ân ve kâinat, kavlî mûcize, kevnî mûcize. Mihrâkında, Peygamber Efendimiz, insandaki mûcize.

İki itaat birleşiyor burada, âyette:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

Yani; “Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Nisâ Sûresi, 80. âyet.

Ahmed ibni Hanbel buyuruyor:

“Mushaf-ı Şerîf’e baktım; otuz üç yerde Rasûlullâh’a itaatin emredildiğini gördüm.” buyuruyor. (İbn-i Batta el-Ukberî, el-İbânetü’l-kübrâ, no: 99; İbn-i Teymiyye, es-Sârimü’l-meslûl, Beyrut 1417, I, 59)

Cenâb-ı Hak hiçbir peygambere O’nun üzerine, hayatı üzerine yemin olsun demiyor, yalnız Efendimiz’e “لَعَمْرُكَ” buyuruyor. “O’nun hayatı üzerine yemin olsun.” buyuruyor. (Bkz. el-Hicr, 72) Üsve-i hasene…

Ashâb-ı kirâmı en çok sevindiren hadîs-i şerîf, yüzbinlerce hadis içinde;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Efendimiz’i yakından tanıdı ashâbı. Yakından tanıyınca, dünyevî her şeyi, Allah ne verdiyse, hepsini Allah yolunda seferber etti.

Sahâbî; itaatte, muâmelatta, muâşerette, hak-hukukta, velhâsıl Allah Rasûlü’ne benzemenin bütün gayreti içinde hayatını istikâmetlendirdi.

Yine düşünelim. Önümüzde Kadir Gecesi var. Daha evvel Miraç geçti. İki gece Efendimiz’e ait, hiçbir peygamberde yok iki gece. Efendimiz’in semâya, sonsuzlara, Cenâb-ı Hak’la mülâkî olması. Kadir gecesi de bin aydan hayırlı. Yani Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i ne kadar seviyor, Efendimiz’in sevgisiyle ümmetini çok seviyor, seksen küsur senenin faziletini Cenâb-ı Hak bir gecede veriyor. Tabi o fazilete ermenin gayreti içinde olacağız.

İşte iki ay var. Receb, Şâbân. Ramazan’a mülâkî olma… Ramazan’ın yirmi gününde takvânın coşması, son on gün içinde Cenâb-ı Hak Kadir gecesini ihsan ediyor. Tek geceler, 27. gece, artık o gecelerde aranacak -inşâallah-.

Efendimiz’in, benzememizin hususiyetleri:

Bir defa, birincisi ibadette rûhâniyet. Yüksek takvâ isteniyor bizden. Kalp ve beden âhengi içinde. İbadetler bize bir nîmet. Namaz, fahşâdan-münkerden koruyacak. Oruç, nîmetleri hatırlatacak, tefekkürü artıracak.

Zekât, infak, sadaka… Mülk, Allâh’ındır. Cenâb-ı Hak verdiği nîmetlerle test ediyor:

“Sevdiklerinizden vermedikçe (Allâh’a yaklaşamazsınız, güzel bir kul olamazsınız) birre vâsıl olamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92)

Hac bir ibret, kefen iklimi. Fedakârlık. İsmail -aleyhisselâm-’ı düşüneceksin. Kurban nedir, orada esas İsmail -aleyhisselâm-’da onu, bir kurban neticesinde İsmail -aleyhisselâm- onu severek kurban olmaya giriyor. Cenâb-ı Hak mükâfat, peygamberlik veriyor. Kâbe’yi inşâ ettiriyor. Soyundan en şerefli peygamberi sulbünden veriyor.

Hep bunlar neyle oluyor? Fedakârlığın neticesinde oluyor.

Onun için ibadetler büyük bir nîmet. Külfet değil.

Efendimiz’de incelik, zarâfet, hassâsiyet, rikkat…

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha öteyeyim (buyuruyor, ona daha yakınım diyor.) Bir kimse ölürken diyor, mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç ve yetimler bırakırsa, bana aittir…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Cum’a, 43)

Efendimiz ümmetinin de o hâlde olmasını isterdi ki, Enes diyor, Rasûlullah’ın son ânıydı diyor, artık diyor, konuşamaz hâle geldi diyor, tekrarlıyordu; “namaz, namaz, namaz” ikincisi “emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Eytam ve erâmil; yetimler ve dullar. Kimsesizler, garipler.

Yani Efendimiz son nefesinde bile daima bir nezâket, zarâfet içinde mü’minin olmasını arzu ediyordu.

Diğer bir husus:

Ahlâkta nezâket. O kadar bir ahlâk vardı ki:

“–Niye böyle yaptın sen böyle!” demiyordu.

“–Bana ne oluyor ki ben böyle görüyorum.” (Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3) Yani galat-ı ru’yeti kendine izafe…

Yahut da “Şu falanca, falanca, falanca, -bir meçhule atıyordu- niye böyle yapıyor?” diyordu. “Sen niye böyle yaptın?” demiyordu. Yani insanlığı, Cenâb-ı Hak, Rasûlullah Efendimiz’le telkin ediyor.

Fudayl bin İyâz şöyle buyuruyor, Rasûlullah Efendimiz’in o rûhâniyeti içinde öyle bir hâle geliyor ki:

“Vallahi diyor, senin diyor, bir köpeğe ve hınzıra bile haksız yere ezâ vermen helâl değildir diyor. Ki diyor, bir müslümanı sen nasıl rahatsız edebilirsin!” diyor. (Zehebî, Siyeru Aʻlâmi’n-Nübelâ, VII, 396)

Bir hayvanı bile rahatsız etmeye hakkın yok diyor. Yılan ve akrep gibi öldürülmesi gereken muzır hayvanları bile bir vuruşta öldürmeli, onlara bile cefâ çektirmeyeceksin diyor.

Yine diyor ki

“Ben diyor, (tabi mü’minde bir hassasiyet olacak) ben diyor, bakarım, merkebimin diyor, huyu değişmişse, anlarım ki bende bir yanlışlık var. Bendeki yanlışlık aksetti.”

Gönülde letâfet, Rasûlullah Efendimiz’de:

Enes diyor:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ ederdi, evindeyse ziyâret eder, hasta ise şifâ dilerdi.” buyuruyor. (Heysemî, II, 295)

Yani bütün mahlûkat Efendimiz’in gönlünde idi. Bir kişi hidâyete geliyordu, bir köle hidâyete geliyordu, Efendimiz seviniyordu. Bir kişi kurtuldu diyordu.

Bir yanık karınca yuvası görüyordu:

“Kim yakabilir Allâh’ın verdiği bir canı?!” diyordu, üzülüyordu. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Maalesef eskiden tarlalar yakılıyordu.

Deve üzerinde sohbet eden bir cemaat gördü:

“–Niye hayvanlara eziyet ediyorsunuz? Yük taşıttırdığınız kâfî değil mi? İnin aşağıda oturun sohbet edin.” diyordu. (Bkz. Ahmed, III, 439)

Mekke Fethi’ne giderken, yavrusunu emziren bir anne köpek, yavruyu emziriyor. “Siz öbür taraftan geçin.” buyurdu orduya.

Zekât develerini veriyordu. Zekât develerini dağıtırken de:

“Aman dedi, bunu alın götürün, toz-toprak üzerinde bırakmayın, sütünü alırken de tırnaklarınızı kesin, memelerini incitmeyin.” (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

“Tamamen hepsini çekmeyin, yavrularına da bırakın.” (Bkz. Heysemî, VIII, 196)

Sîmâsındaki nûr-i melâhat.

Yahudî âlimlerinden Abdullâh bin Selâm, dedi ki Medîne’de, “Bana bir gösterin.” dedi. Şöyle bir seyretti:

“Bu insan yalan söylemez!” dedi. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Demek buradan şunu görüyoruz. Bir insanın sîreti, iç yapısı, sûretine akseder. Onun sûreti, sîretini tanıştırır.

Mü’minler de çok hassas olacak. Cenâb-ı Hak:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

(Yapacağınız hayırları) kendini Allah yoluna adayanlara yapın…” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Fakat onlar içinde diyor “teaffüf”, iffet sahibi olanlar vardır ki onlar kendilerini belli etmezler diyor. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 273) Yani mü’minde bir hassâsiyet olacak.

Lisanlardaki selâset, fesâhat, belâgat…

قَوْلاً كَرِيماً (el-İsrâ, 23)

قَوْلاً لَيِّناً (Tâhâ, 44)

قَوْلاً مَيْسُوراً (el-İsrâ, 28)

Bir mü’minin dili, bir rahmet dili olacak.

Bir gün Lokman Hakîm’e sormuşlar:

“–Efendim demişler, siz hekimsiniz, hastalarımıza ne yedirelim? Ne tavsiye buyurursunuz?”

Lokman Hakîm de şu güzel, özlü cevabı vermiş:

“–Hastalarınıza acı söz yedirmeyin, ondan başka ne yedirirseniz zararı olmaz…”

Sadece ona acı söz yedirmeyin.

İslâm, kaba bir lisân istemiyor. Kaba söz mü’mine yakışmıyor. Lokman Sûresi’nde yine:

“…Seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19) buyuruyor.

Duygulardaki incelik:

Efendimiz daima yetimlerin, gariplerin, kimsesizlerin hâmîsiydi. Daima sorardı:

“Bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bir garibin gönlünü aldınız mı? Hidâyet bekleyen bir kimseyi hidâyete eriştirdiniz mi?

Bir mü’min bütün kardeşlerini, kendine zimmetli olarak görecek. Efendimiz, yemezdi, yedirirdi. Yedirmekle doyardı kendisi yemekle değil. Yani bir müslümanın ihtiyacını gidermenin zevkiyle, kendi açlığını unuturdu. Yani dertli bir gönül gördüğünde, onu selâmete çıkarmadan huzur bulamazdı Efendimiz.

Diğer Efendimiz’in hususiyeti:

Nazarlardaki derinlik:

Hikmet, sîmâdan tanımak… Yani nazardaki derinlik, ders alacak. Bir ağaca bakacak, meyveleri ağaç insana arz ediyor. Kendisi yemiyor meyvelerini.

Toprak, insan için nasıl çalışıyor…

Fâil-i Mutlak’ı düşünecek, Cenâb-ı Hakk’ı düşünecek. Toprak hem yediriyor, hem de onun yedikten sonra cürufunu temizliyor.

Velhâsıl:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“Onu (nefsini) kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Demek ki; “İç âlemi temizleyen, felâha erdi.” buyruluyor.

Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanan kâmil insanların, Hak dostlarının vasıfları hulâsaten şöyledir:

  1. Cenâb-ı Hakk’a muhabbette seviye kazanmışlardır. Bütün mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakarlar.

Meselâ Bayezid-i Bistâmî Hazretleri bir misal. Bir ağacın altında yemek yediler, devam etti yola. Baktı torbası üzerinde bir karınca dolaşıyor. “Ben karıncayı vatan-cüdâ ettim.” dedi. Döndü, tekrar karıncayı ağacın altına bıraktı. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı…

  1. Tevekkül, teslîmiyet ve rızâ hâlinde yaşarlar. Râdıye…

Ömer bin Abdülaziz’e soruyorlar:

“–Sen hayatta neyi çok seversin?” diyorlar. O da:

“–Kaderimi severim diyor, kaderime râzı olurum diyor. O kaderime râzı olmam, bana büyük bir lezzet verir.” buyuruyor.

  1. Dâimâ Hak dostları Cenâb-ı Hakk’a hamd ederler. “Elhamdülillah” içinde yaşarlar.
  2. Hevâ-heveslerine tâbî olmayı, mâsivâ ile alâkayı terk etmişlerdir. Hevâ-heveslerinden, ateşten kaçar gibi kaçarlar.
  3. Yokluk içinde kendi benliklerinden geçerek ilâhî muhabbette fânî olmuşlardır. Sakarya’nın Karadeniz’e akması gibi. Artık o, Sakarya’yı Karadeniz’de bulamazsın. Onlar fânî olmuşlardır Rasûlullah’ta, Cenâb-ı Hak’ta fânî olmuşlardır.

Onun için Fusûsu’l-Hikem’de buyruluyor:

“Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım…” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Yani ilhâmî olan ilâhî tecellîler yoğunlaşmıştır. Meselâ bir misal verirler, Muhammed Pârsâ Hazretleri, yatsı namazından çıkıyor, mescidin bahçesinde kendisine bir hâl oluyor, öyle donup kalıyor. Sabah ezanı okunuyor, tekrar câmiye giriyor. Sır…

İşte:

“Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrımdır…” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48)

Fususu’l-Hikem’de. Tabi bilemiyoruz mâhiyetini, o başka bir âlem.

  1. Nîmetlerin kadrini idrâk etmişlerdir. Fânî nimetlerin bütün lezzetleri, ilâhî nîmet karşısında kaybolmuştur.

Bütün hâl, hareket ve ibadetlerde işlerin en hayırlısı olan orta yolu tutarlar. Yani Kitap ve Sünnet üzerinde, ifrat ve tefrite düşmezler. Telvin değil, bir temkin hâlinde yaşarlar.

Sözlerine sâdık, aslâ vaatlerinden dönmezler. Âyette de:

“…Bu, sâdıkların sıdkının fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119) buyruluyor kıyamet günü.

  1. Ayıpları örterler. Kimsenin sır ve ayıplarını başkalarına ulaştırmazlar.

وَلَا تَجَسَّسُوا (el-Hucurât, 12) Tecessüsleri yoktur.

Özellikle gönül sırlarını aslâ aslâ ifşâ etmezler. “Settâr” esmâsından hisse almışlardır.

Yumuşak ve tatlı sözleri mahzâ ilim ve hikmettir. Kur’ân lisânı ile konuşurlar.

İnsanları güzel ahlâka irşâd ederler. Onlara numûne olurlar.

Kalpleri bir dergâh hâlindedir. Kalplerinde bir mahşer kaynar. Herkesin, ümmetin derdi, onun kalbindedir.

Onun için Mevlânâ ne diyor:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

“Gel diyor, geriye dön de gel.” diyor.

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

“Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.”

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

“Yüz kere de bozmuşsan yine gel.” diyor. Çünkü burada diyor, îmânın, aşkın, vecdin, istiğrâkını gör diyor. Onun için onların kalpleri bir dergâhtır.

Onları dış görünüş itibariyle diğer insanlardan farklı olarak görmezsin diyorlar. Yani iç dünyaları bir kibrit-i ahmer gibidir, yani eşleri bulunmaz onların.

Kendilerine ikram ve ihsan olunan marifetten insanları nasiplendirirler. Dertleri, o nasibi tevzî etmektir.

Velhâsıl;

Yüce Rabbimiz, Efendimiz’in o zarif, ince, muhteşem hayatındaki sır ve hikmetlerden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin inşâallah…

Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..