“Bize Kur’ân yeter!” diyerek zâhiren sûret-i haktan görünen bir sloganla, Kur’ân’ın tafsîli, tefsîri ve hayata tatbiki demek olan “Sünnet”i dışlayan din tahrifçilerine karşı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu îkazlarını aslâ unutmamalıyız:
“Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size; «Bu Kur’ân’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur!)» demesi yakındır. Dikkat edin! Allâh’ın Elçisi’nin haram kıldıkları, Allâh’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 6; İbn-i Mâce, Mukaddime 2; Tirmizî, İlim 10; Ahmed b. Hanbel, 6/8)
Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok ilâhî emrin hayata nasıl tatbik edileceği de bildirilmemiştir. Onları ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tatbikâtından öğrenmekteyiz.
Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de “ölü eti” yemenin haram olduğu bildirilmiştir. Bu hususta, canlı yakalandıktan sonra kendi kendine ölen balığın müstesnâ olduğunu ve onun yenilebileceğini ise Sünnet’ten öğrenmekteyiz.
Yine Kur’ân’da namaz ibadeti emredilmekte, fakat onun nasıl kılınacağının tafsîlâtı; yani rekât sayıları, içinde okunacak sûre ve duâları, tâdil-i erkânı gibi hususlar, hep Sünnet’ten öğrenilmektedir.
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde:
“Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve O’nun Peygamber’inin Sünnet’idir.” buyuruyor. (Hâkim, I, 171/318; Muvatta, Kader, 3)
Yani “size yalnız Kur’ân-ı Kerîm’i emanet bırakıyorum, o size yeter” buyurmuyor. Zira Kur’ân-ı Kerîm’i, Sünnet-i Seniyye şerh ve îzah ediyor. Dolayısıyla Sünnet olmadan İslâm yaşanamaz.