DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
17 Ağustos 2020 Sohbeti
Çok muhterem kardeşlerimiz! Bugünkü mevzumuz Nebîler Silsilesiʼnden Zülkarneyn -aleyhisselâm-. Ondaki ibret ve hikmet dersleri, alacağımız…
Teberrüken üç İhlâs bir Fâtiha;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine;
Dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine;
Bu niyaz, bu ilticâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem, kıymetli kardeşlerimiz!
Zülkarneyn -aleyhisselâm-ʼın hayatından gereken en mühim alacağımız hisse, îman heyecanının bütün lezzetlerden öteye geçmesi. Başkasının, kendinin dışındakilerin kurtuluşu için bir çırpınmak, onların hidâyeti için bir çırpınmak. Bu fânî ömür sermayesini emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker içinde istikâmetlendirebilmek.
Zira Zülkarneyn -aleyhisselâm-, hayatı baştan sona, Allâhʼın dînini tebliğ için sefer etmekle, yani tevhid sancağını meşrık ve mağribe taşımakla geçmiştir. Yani çok uzun mesafeler… Rivâyete göre bir ucu tâ Atlas Okyanusuʼna kadar gidiyor, bir ucu Hindistan ve daha öteye kadar gidiyor, bir de yukarıya çıkıyor.
Zülkarneyn -aleyhisselâm-ʼın peygamber veya sâlih kişi olması üzerinde ihtilâf vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de 28 peygamber geçer. Bunların 25ʼi katʼî olarak peygamberdir, üçü de peygamber veyahut da sâlih olması ihtilâflıdır.
Zülkarneyn -aleyhisselâm- Hazret-i Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır. Asıl ismi İskender’dir. Ancak bu, Makedonyalı İskender ile karıştırılır. Makedonyalı İskender, o, Aristoʼnun talebesidir. O, hicretten üç asır evvel gelmiştir. Zülkarneyn -aleyhisselâm- ise, İbrahim -aleyhisselâm- zamanındadır.
Yahudîler bir peygamber geleceğini bekliyorlardı. Ve bir peygamber geldiğini duyunca, kendi cinslerinden olmadığını görünce üzüldüler çok. Müşriklere dediler ki:
“‒Siz gidip sorun; Ashâb-ı Kehfʼi sorun, Zülkarneynʼi sorun, rûhun mâhiyetini sorun! Eğer bu, doğru cevap verirse, hakîkaten peygamberdir; eğer değilse o zaman bu bir yalancıdır!”
Onlar da, Mekkeli müşrikler de gelip Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti üzerinde soru sordular.
Bunun üzerine cevap olarak Cenâb-ı Hak, Kehf Sûresi 83-84. âyetlerde:
“Bir de Sana Zülkarneyn’den suâl ediyorlar. De ki: «Size onun haberlerinden bir kısmını nakledeceğim.» (Mâlum; Kehf Sûresiʼnde ekseriyetle.) Gerçekten Biz, onu iktidar sahibi kıldık, ona, ulaşmak istediği her şeyi elde etmenin bir yolunu verdik.” (el-Kehf, 83-84) (Âlûsî, Tefsîr, XVI, 24; Vâhidî, s. 306)
Tâ meşrıktan mağribe kadar bir tebliğ hayatı üzerine oluyor.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a, Zülkarneyn’nin yeryüzünün doğularına, batılarına ulaşmaya nasıl güç yetiştirdiği soruldu. O da şu cevâbı verdi:
“Bulutlar boyun eğdiler. Lâzım olan her şey emrine verilir. (Yani her şey, ne varsa Zülkarneyn -aleyhisselâm-ʼın emrine verildi.) Nurlar ona açılır da gece ile gündüz kendisi için müsâvî olurdu.” (İbn-i İshâk, Sîret, s. 185)
Yani gündüz giderken siyah sancağı arkasına koyuyordu, gece giderken de beyaz sancağı önüne koyuyordu; gündüz-gece fark edilmiyordu. Öyle bir Cenâb-ı Hak ona güç verdi, öyle bir sefer hâlindeydi.
Baştan, bir Batıʼya doğru sefer etti. Orada âyet-i kerîmede:
“…Güneş’i, (sanki) kara balçıkta batıyor buldu.” (el-Kehf, 86)
Yani tam böyle, öyle bir geldi ki, demek ki, burada teşbih var. Yani öyle bir kıyıya geldi ki, Güneşʼin batışı; nasıl Güneş batarken iyice hava kararır, buradaki mecâzî olarak, kara bir balçıkta Güneş batıyor buldu. Akşam üzeriydi.
Orada bir kavme rastlıyor. O kavme tebliğ ediyor. Kavme diyor ki, yine âyet-i kerîmede:
“…«Kim haksızlık ederse muhakkak ona biz azâb ederiz (diyor. Yoldan çıkarsa, hidâyetten çıkarsa, dalâlete saparsa, nefsinin arzularına râm olursa.) Sonra Rabbine geri döndürülür (o, ölümle tekrar Rabbine döner, Oʼna hesabını verecektir.) O da onu görülmemiş bir azâb ile (yani Cenâb-ı Hak onu, bu tebliğe rağmen eğer îman etmezse, onu görülmemiş bir azâb ile) azaplandırır (buyruluyor).” (el-Kehf, 87)
“Fakat kim de (buyuruyor Zülkarneyn -aleyhisselâm-) îman edip amel-i sâlihler işlerse, ona mükâfat olarak en güzel âkıbet vardır, ona emrimizden kolay (güzel, yumuşak sözler) söyleriz.»” (el-Kehf, 88) buyruluyor.
Tabi Cenâb-ı Hak bunu Zülkarneyn -aleyhisselâm- vâsıtasıyla tebliğ etmiş oluyor.
Bu, batıdan sonra doğuya doğru bir yol tuttu. O da öyle bir yere geldi ki, âyet-i kerîmede, bunlar Güneşʼin çok hararetli olduğu bir yerdi. Güneşʼin sıcaklığında daima mağaralara, kuytulara sığınıyorlardı, Güneşʼin gücü azaldığı zaman da maîşetlerini temin için gayret ediyorlardı. (Bkz. el-Kehf, 89-90)
Bunlar; çıplak, evsiz-barksız şekilde yaşayan kişilerdi. Onlara tebliğ etti, İslâmʼa davet etti onları.
Daha sonra -üçüncüsü- kuzeye doğru bir sefer yaptı. Orada da dil bilmeyen, yani Zülkarneyn -aleyhisselâm-ʼın dilinden anlamayan bir kavimle karşılaştı. (Bkz. el- Kehf, 92-93)
O kavim dedi ki:
“‒Burada Ye’cûc-Me’cûc diye bir grup var. Bunlar bizi çok rahatsız ediyor. Bunlardan bizi kurtar.” dedi. Tercüman vâsıtasıyla konuştular.
Zülkarneyn -aleyhisselâm- da:
“‒Demir kütüklerini getirin.” buyurdu. İki dağ yüksekliğinde o demir kütüklerini erittiler. Onun üzerine bakır döktüler. Bu şekilde bir set meydana geldi. Bu “Zülkarneyn seddi” olmuş oluyor. (Bkz. el-Kehf, 94-98)
Bu set, tabi bu mahfuz şimdi, gizli. Cenâb-ı Hak bunu gözden saklıyor bunu. Herhâlde artık toprağın altında mı bugün, nerede bilemiyoruz yerini. İki dağ arasında sadece. Cenâb-ı Hak nasıl birçok şeyler mahfuz, bu Zülkarneyn seddi de mahfuz.
Bu set kıyamete (yakın) açılacak, oradan bu Yeʼcûc-Meʼcûc denilen iki fırka, dünyaya dağılacak. Dünyayı büyük bir fitneye saracaklar. Suları kurutacaklar vs. olacak. Birdenbire çok üreyecekler bunlar. Meselâ bir kurban kesildiği zaman o bağırsaklar aktarılırken nasıl birdenbire sinekler dolar, ürer; bunlar da böyle üreyecekler, insanların neredeyse on misli olacak. Ve insanlar bundan çok eziyet görecekler, sıkıntı görecekler.
Birkaç tane rivâyet var. Bir rivâyette bunların enselerine bir kurt girecek, onlarla ölecekler. Ondan hayvanlar istifade edecek, onların etlerini yiyecekler. Bir kısmı onları gelecek bazı kuşlar şeye taşıyacaklar, okyanusa taşıyacaklar. Muhtelif rivâyetler var, âkıbetleri hususunda.
Bu Yeʼcûc-Meʼcûc 3 yere giremeyecek buyruluyor:
Mekke-i Mükerremeʼye giremeyecek, Medîne-i Münevvereʼye giremeyecek, bir de Kudüsʼe giremeyeceği bildiriliyor.
Burada sadece, Efendimizʼden bir şey var. Bu Zülkarneyn seddini delmeye çalışacaklar. Bir gün çalışacaklar, delemeyecekler. Diyecek ki reisleri “Ertesi gün çalışalım.”
Ertesi gün çalışacaklar, yine olmayacak. Bu, kıyamete yakın.
“‒Haydi dönün.” diyecek reisleri. “Yarın -inşâallah- seddi deleceksiniz.” diye ilk defa -inşâallah- tabirini kullanacaklar. Ondan sonra delecekler ve bunlar, dünyaya yayılacaklar. (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 18/6; İbn-i Mâce, Fiten, 33/4080)
İşte burada Kehf Sûresiʼnde bir kıyamet alâmeti olarak bu set açılacak, dünyaya bunlar yayılacak.
Aralarında tabi çok değişik şeyler var, mâlumatlar var.
Baştan Deccal gelecek. Îsâ -aleyhisselâm-ʼın Deccalʼla bir mücâdelesi olacak. Deccal, onun târifleri var… Hattâ Deccal ekstra şeyler gösterecek, insanları peşinden götürecek, gezdirecek, ekstra şeyler gösterecek, insanlar tâbî olacak.
Tabi burada tek olan şey, bakacağımız; şerîat. Bizim zamanımızda çıkabilir, çıkmayabilir. Şerîate uygun mu değil mi? Daima ölçü, şerʼ-i şerîf olmuş olacak.
Ondan sonra Yeʼcûc-Meʼcûc gelecek. Hep bunlar peş peşe gelecek kıyamet alâmetleri.
Bize buradan, Zülkarneyn -aleyhisselâm-ʼdan bize olan tebliğ; emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker. Yani nasıl bir îman heyecanı?.. Tâ düşünün, batıdan -belki Atlas Okyanusuʼndan- doğuya kadar, belki Hindistan, belki daha öteye kadar, o taraflardan kuzeye kadar bir îman heyecanını taşımak…
Demek ki bize de düşen, bu îman heyecanını taşıyabilmek. Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak her müʼmini ayrı ayrı nîmetler verdi, ayrı ayrı imkânlar verdi. Bu şekilde müʼmin, “Ben nasıl Cenâb-ı Hakkʼa kul olacağım? Nasıl Allâhʼın verdiği nîmetlere mukâbele edeceğim?..”
En büyük nîmet, îman. Dünya mahdut. Âhiret karşısında dünya:
اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا
(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46]) Sanki bir akşam karanlığı veyahut da bir sabahın erken vakti. Bu kadar geçici.
Velhâsıl Cenâb-ı Hakkʼın verdiği nîmetler bize, en büyüğü îman, Rasûlullah Efendimizʼe ümmet olmamız, Cenâb-ı Hakkʼın verdiği imkânlar. Bunlardan bir hesaba çekileceğiz.
Kime kadar? Peygamberlere kadar. Cenâb-ı Hak peygamberleri de hesaba çekeceğini buyuruyor:
“Biz, peygamber gönderdiğimiz kavimleri de (toplumları da) gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.” (el-A‘râf, 6)
Onlar da tebliğden hesaba çekilecek. Rasûlullah Efendimiz -mâlum- Veda Haccıʼnın sonunda:
“‒Tebliğ ettim mi?” Üç sefer… “Duymayan var mı, etmeyen var mı?”
Sahâbe-i kirâm:
“‒Evet, tebliğ ettin.” deyince, üç sefer, elini kaldırdı:
“‒Yâ Rabbi, şâhid ol.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i Hişâm, IV, 275-276)
Yani peygamberlerde dahî, hep bu endişe.
“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” diyor Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-:
“(Yâ Rabbi diyor) insanları dirilttiğin gün (kıyamette), beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyuruyor.
Demek ki bir müʼminin bu âyetlere bakarak, kendisi nasıl bir îman heyecanı içinde olacak, ona çok dikkat etmesi îcâb eder.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun…” (Âl-i İmrân, 102)
Bütün hayatımız şerîatin muhtevâsı içinde olacak. Bir vecd, istiğrak içinde olacak, rûhâniyet içinde olacak.
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. O da bir sefere mahsus! Sakın ha, başka türlü vermeyin, buyuruyor Cenâb-ı Hak. Ancak müslümanlar olarak can verin!
Demek ki bir müʼminin bütün endişesi, Yusuf -aleyhisselâm-ʼda olduğu gibi, bir son nefes selâmetine erebilmek…
Bu nasıl olacak, îman ile bir son nefesi verebilmek.
Yine Cenâb-ı Hak, bu nasıl olacak, îmân ile bir son nefesi verebilmek? Yine Cenâb-ı Hak, Muhammed Sûresiʼnin 7. âyetinde:
“Ey îmân edenler! Siz Allâhʼa yardım ederseniz (kul Allâhʼa nasıl yardım eder? Gücü veren Cenâb-ı Hak. Demek ki siz İslâmʼı yaşarsanız, İslâmʼı yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” buyuruyor.
Demek ki daima şunu muhasebe edeceğiz: Ben ne kadar İslâmʼı yaşıyorum? Âile hayatımda, ticârî hayatımda, evlâtlarımda vs… Ne kadar yaşatmanın bir heyecanı içindeyim?
Demek ki kıvam geldiği zaman, “Allah da yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” buyuruyor. Bu çok dehşetli bir âyet-i kerîme.
Onun için, kendimizi ihyâ etmek için, birincisi tezkiye lâzım. Cenâb-ı Hak:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ buyuruyor.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى buyuruyor.
“Nefsini kötülükten arındıran, kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)
“Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14)
Demek ki iç âlem temizlenecek. Bu iç âlemde, gönül âleminde Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî sıfatlarının mazharı olacak, tecellî edecek bu gönülde. Bu gönül ne olacak? Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak devamlı. Bir ihsan hâlinde olacak. İlâhî müşâhedenin altında olduğunu idrak ve şuur hâlinde olacak, irfan olacak, muhabbet artacak…
Ne olacak tezkiye neticesinde:
İptilâlar ve musibetler… Çünkü dünyada Cenâb-ı Hak imtihan olarak iptilâlar veriyor, musibetler, herkese ayrı ayrı, çeşit çeşit. Bunlara bir sabırla… Demek ki sabırla bir mukâvemet edebilmek. Cenâb-ı Hak:
“…Sabır ve namaz ile Allâhʼa ilticâ edin…” (Bkz. el-Bakara, 153) buyuruyor.
Demek ki kul, iptilâ, musibetler karşısında sabır gösterecek. Hattâ namaz kılacak, Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edecek. Bu şekilde iptilâ ve musibetleri, isyan etmeden geçirecek.
Tabi en büyük iptilâ ve musibetler de peygamberler başından geçiyor, en zor musibetler. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor, “en çok iptilâlar çemberinden geçen benim” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)
İkincisi; unutkanlığı zikirle (bertaraf etme) olacak. Kul Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. Her gördüğü yerde, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. Çünkü Cenâb-ı Hak bu kâinâtı kevnî âyetlerle dolu. Her âyet, ilâhî azamet, ilâhî kudret tecellîsi, neye baksan. Çiçeğe bak, kendine bak, atmosfere bak, toprak terkibine bak, neye bakarsan bak… Cenâb-ı Hak;
“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor. Yani hiç unutmazlar.
Dünya bir mektep, âhiret mektebi. Bu mektebin dersi de Cenâb-ı Hakkʼı unutmamak. Ne zaman? “Ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken…”
Unutmamanın neticesi de bir tefekkür artacak:
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)
Cenâb-ı Hak bu gökleri niye yarattı, yeri niye yarattı, insan niye geldi?..
“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler…”
Bu tefekkür neticesinde kalp rahmetle dolar.
“…(Yâ Rabbi!) Sen Sübhânʼsın derler. Bizi Cehennem azâbından koru derler (ilticâ ederler).” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki unutkanlığı zikirle (bertaraf etmek)… Yani zikrin daimî bir hâle gelmesi. Namazın vakti var, orucun vakti var, fakat zikrin vaktini Cenâb-ı Hak, yok, bildirmiyor. Devamlı kul, devamlı Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak, Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. İhsan duygusu içinde, ilâhî kameranın altında, ilâhî müşâhedenin altında olduğunun idrâki içinde olacak.
Üçüncüsü: Nankörlüğü şükürle (bertaraf etmek)…
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…İster nankör ol, (İnsan Sûresiʼnde) ister şükredici ol.” (el-İnsân, 3)
Cenâb-ı Hak yine Câsiye Sûresiʼnin 13. âyetinde:
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık…”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi insan için. İnsan hepsinden ders alacak, ibret alacak. Cenâb-ı Hakkʼın “el-Musavvir” sıfatını tefekkür edecek. Nasıl Cenâb-ı Hak yoktan, bir emsâli yokken nasıl halk etti? El-Bârî, el-Musavvir sıfatını bir tefekkür hâlinde olacak.
“…Şükrederseniz artırırım…” (İbrahim, 7) buyruluyor.
Demek ki kul, devamlı bir şükür hâlinde olacak. Kendinden bir aşağıya bakacak, şükür hâlinde olacak. Kendinden mânen yukarıdakine bakacak, ona erişmeye çalışacak, Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edecek, bir şükür hâlinde olacak.
Allah korusun, en ufak bir isyana düşmeyecek. Hatırına yanlış bir şey gelirse, hemen istiğfâra mürâcaat edecek.
Diğer bir husus, müslümana hiç yakışmayan şey; cimrilik ve çılgın israf. Bunu da cömertlikle bertaraf edecek.
Yani israfta da pintilikte de “Mal benimdir!” demektir o. Fakat Cenâb-ı Hak; “Mal benimdir.” istemiyor onu. Mal, “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” “Mülk Allâh’ın”dır.
Onun için kul, hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Şükreden bir kul olacak. Şükür de, Allah ne verdi kendisine, bunu Allah yolunda sarf edecek.
“Sevdiklerinizden vermedikçe (Allâh’a yaklaşamazsınız)…” (Âl-i İmrân, 92) buyruluyor. Vücut gücü, zihin gücü, mâlî güç, ne güç varsa Allah yolunda seferber edilecek.
Velhâsıl; hodgâmlık diğergâmlıkla, bencillik fedakârlıkla istikâmetlenecek.
Riyâ… Daima şeytan vesvese verir. İnsanda kendini gösterme meyli vardır. Hâlbuki insan, daima hiçliğini unutmayacak. Bir hiçten meydana geldi. Hiçten yaratıldı. Onun için riyâ, gösteriş vs. O, küçük şirktir, buyruluyor. Ondan kurtulmak için daima mütevâzı olacak.
Cenâb-ı Hak:
“İbâdurrahman yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
İnsanın gafleti oluyor, bilmeden, farkında olmadan yanlışlıkları oluyor. Tek çâre buna da bir reçete:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
Seherlerde uyanık olmak, “seherlerde istiğfar etmek” (Âl-i İmrân, 17) Kalbi Cenâb-ı Hakk’a açabilmek, “Aman yâ Rabbi!” diyebilmek.
İnsan gaflete düşüyor, düştüğü zaman da tefekküre… Şu suyu içerken tefekkür et, şu su nasıl meydana geliyor, nasıl bir tatlı su, deniz suyu olsaydı ne yapardık? Nasıl su semâlara çıkıyor, temizleniyor, tekrar geliyor…
Velhâsıl tefekkürün artması.
Demek ki birincisi, insanın gönül âlemini, kendisini tezkiye etmesi. Emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker. Çünkü niye? İn’ikâs olacak. Eğer gönül âlemini temizlemezse in’ikâs olmaz.
Meselâ Efendimiz’in sohbetlerinde sahâbe; “Sanki başımızda bir kuş var, kıpırdasak uçacak zannederdik.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37)
Niye? Oradan in’ikâs oluyor.
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ buyruluyor. “…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119)
Niye? Sâdıklardan ne gelecek? İn’ikâs gelecek. Feyz gelecek, rûhâniyet gelecek.
“Gâfillerle oturma!” buyruluyor. (Bkz. el-En‘âm, 68; en-Nisâ, 140)
Gâfillerden ne olacak? Ondan da gaflet gelecek.
Onun için birincisi, kalp, bu şekilde, bu hâle gelecek.
Burada tabi helâl gıda şart, sâdıklarla beraber olmak şart, ibadetler, tâatler, bir vecd, bir istiğrak içinde îfâ edebilme var. Burada saydığımız meseleler var. Kalp, bununla tezkiye olacak.
Yani dersimiz bu. Bu dünya mektebinin dersi bu. Bu dersle öbür taraftan karne alacağız. Cenâb-ı Hak:
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Orada karnemiz de gösterilecek.
اِقْرَاْ كِتَابَكَ
“Kitabını oku, bugün (hesap sorucu olarak) nefsin sana kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Bu tezkiye olmuş bir kalple de emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münkerde bulunacak.
Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
Nisâ Sûresi 80. âyette:
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…”
Diğer âyetlerde; Allâh’a itaat, Allah Rasûlü’ne itaattir. Burada Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir, buyruluyor.
Demek ki önümüzde rehber, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz… Her hâlimizi O’nunla mîzân etme durumundayız. Sahâbe her hâlini Efendimiz’in hâliyle mîzân etti: “Benim bu hâlime Allah Rasûlü tebessüm eder miydi? Yoksa üzülür müydü?..” Hep bu endişe içindeydi ashâb-ı kirâm.
Efendimiz; her türlü çileye katlandı. Müşrikler alay etti, hakaret etti, tehdit etti. Efendimiz bütün bu zulümlere tahammül etti. Ömrü boyunca da aşk-şevk ile fedâkârâne bir şekilde tebliğde bulundu.
Bir kişinin, bir çocuğun müslüman olmasına sevindi. Bir kölenin müslüman olmasına sevindi.
Müdrik el-Ezdî -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Babamla birlikte hac yapıyorduk (diyor, câhiliye haccı). Minâ’da konakladığımızda bir toplumla karşılaştık. Babam;
«–Bu cemaat niçin toplanmış?» diye sordu. Dediler ki:
«–Bu kişi kavmini (atalarının) dîninden çeviriyor.»
«–Peki bu kişi ne diyor?»
«–Lâ ilâhe illâllah!» diyor.
«–İnsanlar ne yapıyor o zaman “Lâ ilâhe illâllah!” diye tebliğe davet edince?»
«–Efendimiz’in yüzüne tükürüyorlar, kimi başına toprak atıyor, kimi hakaret ediyor.»
Öğleye kadar bu hâl devam etti diyor, sabahtan öğleye kadar.
O sırada diyor, yakası açılmış ufak bir kızcağız geldi diyor. Ağlamaya başladı. Elinde bakraçla Efendimiz’in yüzünü siliyordu. Efendimiz;
«–Kızım ağlama dedi. Bunlar gelip geçer dedi.
Evlâdım dedi, yakanı başörtünle ört dedi. Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete mâruz kalacak diye korkma!» buyurdu, telkin etti.
Bu gelenin kim olduğunu sordum;
«–Bu, kızı Zeyneb.» dediler.” (Bkz. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, V, 130; Heysemî, VI, 21)
Efendimiz, Tâif’te taşlandı. Ayaklarından kanlar aktı. Ve taşlayanlara bedduâ etmedi, onlara duâ etti.
“–Yâ Rabbi! Bunların neslinden îman ehli getir.” diye duâ etti. Onlara merhamet etti. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Allah yolunda taşlandı, vatanından sürüldü, hicret etme durumunda kaldı. Açlıktan, mübârek karnına taş bağladığı oldu. Fakat hiçbir zaman ümitsizlik, bezginlik göstermeden tebliğe devam etti.
“–Biraz ben dinleneyim şu hurma ağacının altında, bir hafta, on gün, bir gün dinleneyim.” demedi. Devamlı bir tebliğ hâlinde ve tebliğ hâli de Efendimiz’e büyük bir lezzet veriyordu, Cenâb-ı Hakk’ı tebliğ etmek. Bu da bir nevî bir zikirdi.
Velhâsıl istirahat, bir mü’min için, kabirde. Kabirde uzun uzun istirahat var, tâ kıyâmete kadar. Nasıl istirahat edeceksin? O istirahat yerini burada seçeceksin. Bu dünyada nasıl istirahat etmek istiyorsan, orada da seni o şekilde istirahat ettirirler. Cennet bahçelerinden bir Cennet olmasını istiyorsan, dünya da cennet olacak, Hak yolunda gayretlerinle dünya da cennet olacak. Eğer yok, -Allah korusun- aksi hâlde, “Cehennem’den bir çukur” buyruluyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 26) Orada uzun müddet tatil olacak işte.
Ashâb-ı kiram da Efendimiz’i gördüğü gibi, Efendimiz’le beraber olmak. Efendimiz’i, insanlıkta bir âbide gördü, hayran oldu. Ben nasıl kıyamette, öbür tarafta -bu dünya geçici- nasıl orada beraber olurum, endişesi içindeydi. Onun için “Yâ Rasûlâllah! Emret!” diyordu. Efendimiz’in her arzusunu yerine getirmek, ashâb-ı kirâma büyük bir lezzet hâline geldi.
“–Bizans kralı Herakliyus’a bu mektubu kim götürecek?” deyince, küçük-büyük hepsi ayağa kalkıyordu. “Âkıbetleri ne olacak?” düşünmüyorlardı. Yeter ki Rasûlullâh’ın kalbinde o kişinin bir yeri olsun. O kalp, o kişiyi unutmasın…
Sormuyordu:
“–Yâ Rasûlâllah! Evet bu mektubu götüreceğim ama bu ıssız çölleri, sarp dağları ben ne şekilde aşacağım? Kralların kelle uçurmaya hazır cellâtları karşısında ben bu mektubu nasıl okuyacağım?..” diye bir endişe göstermiyorlardı.
Allah Rasûlü’nün mektubunu taşımak, O’nun risâletini aşk ve vecd içinde tebliğ etmek heyecanıyla, ölümü bile göze alıyorlardı. Ölümü istihfâf ediyorlardı. Tek arzuları, (Allah Rasûlü’nün) yüreğinde bir muhabbete nâil olmaktı. Çünkü Efendimiz’den gelen en çok tebliğ onlara:
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Esas hayat âhiret hayatı.” olması. (Buhârî, Cihad, 110)
Câlib-i dikkattir ki, Vedâ Haccı’na iştirâk eden 120.000 sahâbî var. Gelemeyen; ihtiyar, çoluk-çocuk, 30.000 de öyle olsa, 150.000 sahâbî var. Çoğunluğu gurbet diyarlarında vefât etti. Yani nerede bir insan topluluğu var, o insan topluluğuna İslâm’ı tebliğ edeyim…
Nasıl Zülkarneyn doğuya gitti, batıya gitti, yukarıya çıktı; ashâb-ı kirâm da aynı minvâl üzereydi.
Velhâsıl bütün gâye, o “çöle inen nur” hidâyet nûrunu bütün dünyaya yaygınlaştırmaktı.
Efendimiz’in telkini şu idi:
Her müslüman devrin akışından kendisini mes’ul görecek. Bütün insanların hidâyetinden kendisini mes’ul addetmeli. Efendimiz ashâb-ı kirâma bilhassa bu şuuru telkin ediyordu.
Câfer bin Ebî Tâlib 13 sene Habeşistan’da kaldı. Efendimiz’e o kadar hasret olduğu hâlde dönmedi ki oranın tamamı hemen hemen müslüman oluncaya kadar orada kaldı.
Efendimiz de ne kadar takdir etti. Hayber’deyken geldi;
“–Câfer dedi, bugün dedi, Hayber’in fethiyle mi sevineyim, yoksa seni görmemle mi sevineyim?” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 414)
“Bana ne kadar çok benziyorsun.” dedi. (Buhârî, Megâzî, 43; Müslim, Cihâd, 90/1783)
Hattâ o zaman kendinden geçti, bu, Mevlevîlerin döndüğü gibi zikretmeye başladı.
Ukbe bin Nâfî… Tâ Afrika’ya kadar gitti. Akdeniz önüne kadar geldi:
“–Yâ Rabbi dedi, önüme koca bir derya çıktı dedi, daha öteye gidemiyorum.” dedi. (Bkz. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 187)
Vehb bin Kebşe… Cenâb-ı Hak Çin’e gönderdi. Çin’e gitti. Efendimiz’e hep hasretti. “Aman dedi, gideyim Medîne-i Münevvere’ye, döneyim dedi. Bir Efendimiz’i göreyim, tekrar Çin’e gideyim.” dedi. Medîne-i Münevvere’ye geldi, Efendimiz vefât etmişti. Üzüldü göremediği için. Fakat “Allah Rasûlü beni Çin’e tebliğe göndermişti…” Tekrar oraya, Çin’e döndü ve kabri de Çin’de kaldı.
Yine İbn-i Abbas’ın kardeşi, o da Semerkand’a kadar gitti, birkaç sahâbî ile beraber. Onun da kabri orada.
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri. O da seksen küsur yaşında;
لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) hadîs-i şerîfine nâil olmak için seksen küsur yaşında iki sefer İstanbul’a geldi.
Velhâsıl ashâb-ı kirâm; “Nasıl biz Allah rızâsını kazanacağız? Nasıl Allah Rasûlü’nün gönlünde bir yerimiz olsun?..” bunun endişesi içindeydi.
Fakat Efendimiz şunu buyuruyor:
“…Benim ümmetimin başı da sonu da hayırdır.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81) İş, o hayırlı ümmetin içine girebilmek.
Efendim, en mühim; hizmet kadrosu oluşturmak…
Bu çok mühim. Yani hizmet kadrosu olmazsa neyle tebliğ edeceksin? Efendimiz o Mekke’nin, en şiddetli, o zulmün en şiddetli zamanında Dâru’l-Erkâm’ı kurdu. Orada İslâm, Dâru’l-Erkam’dan tebliğ ediliyordu. İnen âyetler tebliğ ediliyordu.
Medîne-i Münevvere’ye teşrif etti, hemen Ashâb-ı Suffe’yi kurdu. Ashâb-ı Suffe’de yetiştiriyordu Efendimiz, tatbikat yaptırıyordu inen âyetleri, dünyanın her tarafına, insan olan her yere gönderiyordu.
Efendimiz, onları ne kitap, defterle, zâhirî bir eğitim değil, kalpten kalbe hâl ve gönül terbiyesiyle yetiştiriyordu. Yani takvâ ile yetiştiriyordu.
Meselâ; infak âyetleri inmeye başladığı zaman, dağa çıkıp odun kestiler, çarşıda satıp Efendimiz’in huzûruna getirdiler. Veyahut da arkalarında su taşıdılar kırbalarla, o suyun bedelini Allah Rasûlü’nün önüne getirdiler.
Ömer -radıyallâhu anh- geceleri dolaşıyordu; bir garip, bir kimsesiz var mı, bir aç insan var mı, diye.
Zeynelâbidîn Hazretleri vefat ettiği zaman, yıkarken teneşirde, sırtında birtakım yaralar gördüler;
“Allah Allah dediler, acaba ne hastalık vardı?”
“–Yok!” dedi yanındaki bir arkadaşı. “Hiçbir hastalığı yoktu. O, sırtında kimseye belli etmeden un taşıyordu. Taşıdığı unu kimse görmeden gariplerin kapısına bırakıp gidiyorlardı.”
Ashâb-ı kirâm böyle bir maddî ihtiyaç için de gayret ederken, daha ziyade onlara bir de tebliğ vazifesi görüyordu.
Yani velhâsıl Efendimiz ashâbını ilim ve hâl ile donattı. Ondan sonra krallara gönderdi, dünyanın her tarafına gönderdi.
Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in taht-ı terbiyesinde, gerçek bilenlerden oldu, âriflerden oldu. Daima şükür içinde yaşadılar. Yoksulu da, hastası da, zengini de fakiri de, infak ederek hepsi bir şükür hâlinde yaşadılar. Gönüllerinde dünya sevgisi iyice azaldı. Hedef, Allah Rasûlü ile beraber olmak oldu.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfine nâil olarak âhirette de Efendimiz’le beraber olma oldu hedef. Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, dünyada olduğu gibi âhirette de Efendimiz’le beraber bulunabilmek, en büyük gâyeleri oldu.
Tefekkür gelişti, insan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin tefekkürler başladı…
Hayat, Allah rızâsına endekslendi.
Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik, zirveleşti.
Ashâb-ı kirâm riyâzat hâlinde yaşamaya başladı. Dünyadan müstağnî olarak yaşamaya başladı.
Bugün olduğu gibi aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu.
“Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” telâkkîsi gelişti.
Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü’nde fânî oldular. Onlar için hayatın en büyük lezzeti, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâliyle yaşamak ve yaşatmakta oldu. O zamanki dünyanın üçte birine ulaştılar o zamanki şartlarla.
Cenâb-ı Hak umum/genel olarak da:
“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Dünya bir pazar, âhiret pazarı, bir mektep. Demek ki burada Allah sana mal verdi, nasıl kullanacaksın, ne kadar bir riyâzat hâlinde yaşayacaksın, üstünü infak edeceksin…
Allah sana can verdi, bu canı nerede kullanacaksın? Nefsânî arzuların peşinde mi, yoksa Allah rızâsında mı? Nereye kadar?
“…Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir. Allah’tan daha çok sözünde duran kim vardır?
O hâlde Allah ile yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük bir kazançtır.” (et-Tevbe, 111) buyruluyor.
Bu insanların fârikaları nelerdir o zaman? Âyet-i kerîmenin devamında, bu alışverişi yapanlar Cenâb-ı Hak’la;
“Tevbe edenler.” (et-Tevbe, 112)
Demek ki kul daima istiğfar hâlinde olacak.
“İbadet edenler.” (et-Tevbe, 112)
İbadette bir huşû olacak.
“Hamd edenler.” (et-Tevbe, 112)
Bir şükür hâli olacak.
“Oruç tutanlar.” (et-Tevbe, 112)
Dünyada bir yolcu hissiyâtıyla yaşayanlar.
“Rükû edenler ve secde edenler.” (et-Tevbe, 112)
Rükûlar, ayrı bir güzellik olacak. Rükûlardan, secdelerden bir rahmet taşacak gönle.
“İyiliği emredip (emr-i bi’l-mârûf) kötülükten alıkoyanlar, hudûdullah (Allâh’ın hudutları) içinde (şeriatin hudutları içinde) yaşayanlar, o mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 112) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Sonsuz bir saâdet müjdeleniyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış (bir ümmetsiniz) hayırlı bir ümmetsiniz. (Cenâb-ı Hak o istîdâdı veriyor.) İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)
Yani yaşayacak, yaşatacak…
Yine Efendimiz bir, istikbâle âit bir hadîs-i şerîf bildiriyor:
“Siz yardım görecek, ganimetler elde edecek ve birçok memleketler fethedeceksiniz. (İşte mâzîde oldu bu.) Sizden kim bu vakte erişirse, Allah’tan korksun, iyiliği emredip kötülükten nehyetsin…” (Tirmizî, Fiten, 70/2257)
Yani oradaki şeye dalmasın, dünyaya dalmasın.
Yine Efendimiz buyuruyor -mü’min, dâimâ hayırlara anahtar, şerlere kilit olmalı- zira Peygamber Efendimiz, hayra anahtar ve şerre kilit olanları müjdelemiş; “Ne mutlu onlara!” buyurmuştur. (Bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 19)
Demek ki her hâlimizi; “Allah Rasûlü yanımızda olsaydı ashâb-ı kirâm gibi, benim bu hâlime tebessüm eder miydi, etmez miydi?..”
Tabi burada umum felâketler geliyor, fitneler karşısında. Âyet-i kerîmede Enfâl Sûresi’nde;
“Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirâyetle hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allâh’ın azâbı çok şiddetlidir.” (el-Enfâl, 25)
İşte virüs geldi. Burada tabi, esâsında bu, suçu irtikâb edenlere de geliyor, isyan edenlere; etmeyenlere de geliyor. Demek ki etmeyenler, burada ne oluyor, terfi-i derecât oluyor.
Bu virüs niye geldi? Baktığımız zaman hep hadîs-i şerîflerde işaret… Bir tekini söyleyeyim ben, olan hadîs-i şerîflerde, Efendimiz buyuruyor ki:
“Eğer fuhuş artarsa, iffetsizlik artarsa, bu iffetsizlik alenî olarak işlenirse, Cenâb-ı Hak bilinmeyen hastalıklar zuhur ettirir.” (Bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623)
İşte virüs…
Tabi daima hayatımızı ashâb-ı kirâmın hayatıyla, asr-ı saâdetle bir mizan etmek durumundayız.
Bir Tebük Seferi vardı. Bu Tebük Seferi ilk haçlı seferidir. Zor bir zamanda oldu bu. “Gazvetü’l-Usra” denildi, “zorluk harbi” dendi. Tâ sahâbe Medîne’den kalkacak, 1.000 km. gidecek Tebük’e kadar. Orada Bizans’la mücâdele edecek. Çünkü Bizans, İslâm’ı kaldırmak için bir sefer hazırlığında, öyle şâyialar gelmişti. Tabi bu, hurmaların piştiği zamandı. Onları, ashâb-ı kirâm gidecek, kim toplayacak onları? Birtakım kıtlık vardı. Fakat ashâb-ı kirâm bu sefere neyi var neyi yok, hattâ kimi bir avuç hurma getiriyordu, kimi bir çuval doldurup getiriyordu. Bu zor sefer, zorluk harbi olarak biliniyordu.
Burada seferden kaçanlar vardı. Bunlar, kalbinde nifak alâmeti olanlar. Onlar diyorlar ki:
“–Bu kadar sıcakta bu sefer mi olur?” diyorlardı. Cenâb-ı Hak o seferden kaçanlara, sıcak diyenlere, hava sıcak diyenlere Cenâb-ı Hak âyette:
“–Cehennem daha sıcak.” buyuruyordu. (Bkz. et-Tevbe, 81)
Demek ki hizmetten uzakta durmak, çok büyük bir felâket. Kiminde münâfıkta şeytanî fikirler meydana geliyordu. Güya Rasûlullah Efendimiz’i kandıracaklar:
“–Efendim diyorlar, orada diyorlar Bizans kızları gelir, biz zaafa kapılırız, ondan gitmeyelim.” diyorlardı. Yani bir hayrı söylerken kendilerine göre bir şerri irtikâb ediyorlardı.
Efendimiz döndüğü zaman seksen kişi daha evvel Efendimiz’e birtakım yalan uydurarak sefere iştirak etmediler. Tabi bunların, âyetle, yalan söyledikleri ortaya çıktı.
Cenâb-ı Hak o sefere iştirak etmeyen, kalbinde nifak alâmeti olanlara âyet-i kerîmede:
“Onlar leştir, murdardır.” buyurdu Cenâb-ı Hak. “Sen bir daha onları yanına almayacaksın.” buyurdu. (Bkz. et-Tevbe, 95)
Bunlardan üç kişi doğruyu söyledi. Bunlara da Efendimiz “Gidin dedi, âyet bekleyin.” dedi. Elli gün sonra âyet geldi.
Elli gün içinde bunlar ihtilâttan men edildi. Hattâ selâm veriyorlardı bu üç kişi; Hilâl, Kâ‘b ve Mürâre, ashâb-ı kirâm selâmını almıyordu.
“–Niye almıyorsunuz, biz müslüman değil miyiz?” dediklerinde;
“–Allah Rasûlü daha iyi bilir.” diyorlardı.
Bunların ikisi bütün gazvelere katılmış, yalnız Tebük’e katılmamıştı. Biri yalnız Bedr’e katılmamış, diğer bütün gazvelere katılmıştı. Sırf Tebük’e katılmadığı için. Çünkü Tebük bir zor zamandı, müslümanların çok zorlandığı bir zamandı. Bir haçlı seferiydi.
Bugün de biz Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamamız lâzım.
Menfî televizyon, menfî internetlerle -maalesef- gençlik, insanlık, yanlış yollara sevk ediliyor:
Ahlâksızlığa sevk ediliyor, iffetsizliğe sevk ediliyor, merhametsizliğe sevk ediliyor, hodgâmlığa sevk ediliyor, aileler yıkılıyor, çocuklar perişan oluyor, sokakların insafına bırakılıyor.
Böyle bir durumda bugün de bir Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamamız lâzım. Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ı hatırımıza getirmek lâzım. Ashâb-ı kirâm nasıl tâ Çin’den dünyanın bir ucuna kadar, tâ Ömer bin Abdülaziz zamanında tâ İspanya’ya kadar, İslâm’ın tebliği için nasıl bir heyecan yaşadılar? Bugün de aynı heyecanı yaşamak ve arkamızda bir îman heyecanı bırakabilmek, bir miras bırakabilmek, insan mirası bırakabilmek…
Tabi burada çok hadîs-i şerîfler var, misaller de çok ashâb-ı kirâmda. Yine bir misal var Kur’ân-ı Kerîm’de. Bu, Dâvud -aleyhisselâm-’da “ashâb-ı sebt” var, “cumartesi ashâbı”. Bunda bir münafık grup var. Bunlar, balık tutmak yasaktı, dünyevî işler yasaktı, bunlar hileye getirdiler; “Biz ağı atarız, Pazar günü seçeriz.” dediler. “Bugün tutarız, pişirmesini Pazar günü yaparız.” dediler. Türlü türlü hilelere girdiler. Bunları Cenâb-ı Hak maymunlar hâline çevirdi.
Müslümanlar iki gruba ayrıldı. Bir kısmı dediler ki:
“–Bunlara tebliğ etmeyelim. Bunlara tebliğ etmenin faydası yok.” dedi. “Bunlar zaten belâlarını bulmuş.” dediler.
Öbür grup dedi ki:
“–Yok, biz tebliğ edelim, mes’ûliyetten kurtulalım.”
Tebliğ edip mes’ûliyetten kurtulanlar, tebliğ edenler kurtuldu. Yine tebliğden geri kalanlara, onlara ayrı bir, büyük bir cezâ geldi.
Yine Cenâb-ı Hak bu, îman heyecanını bildiriyor, nasıl îman muhafaza edilir?
Sihirbazları bildiriyor. Mûsâ -aleyhisselâm-’a tâbî olup Firavun’dan ayrılan sihirbazları bildiriyor. Firavun, onları tehdit etti:
“–Size azâbın en çetinini tattıracağım dedi. Kollarınızı, bacaklarınızı çapraz kestireceğim dedi. Hurma dallarına astıracağım!” dedi.
Onlar da cevaben der ki:
“–Firavun dediler, senin azâbın dünyaya aittir dediler. Biz nasıl olsa Rabbimiz’e döndürüleceğiz.” dediler.
Fakat Firavun kestirmeye başlayınca, öyle bir ıztırap başladı ki, Firavun’a karşı en ufak bir tâviz vererek îmanlarının zaafa uğramasından korktular:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
dediler. “Yâ Rabbi! Bizim üzerimize sabır dök (sabır yağdır, îmandan bir taviz vermeyelim). Müslüman olarak canımızı al.” (el-A’râf, 126) dediler.
Ashâbu’l-Uhdûd var. O zamanki Îsevîleri hendeğe gömerek yakıyorlardı. Onlar da direndiler. Cenâb-ı Hak onları bildiriyor.
(Yâsîn’in) ikinci sayfasında Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Taşlandı, bir tâviz vermedi. Vefat ederken, dünyaya ait perdeler kapandı, öbür tarafa perdeler açıldı. Kavmine acıdı; “Keşke kavmim de Allâh’ın bana bu ikramını bilseydi.” dedi. (Bkz. Yâsîn, 27)
Velhâsıl tarihte bu çok. İlk Îsevîler, onlar da meselâ; sirklere attılar ilk müslümanları. Onlar da aslanların, kaplanların dişleri arasında îmanlarını muhafaza ettiler.
En mühim, îmânı muhafaza etmek. Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
(“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” [Âl-i İmrân, 102]) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak ashâb-ı kirâmı bildiriyor:
“Muhâcirler, Ensâr, onlara tâbî olan ihsan sahipleri.” (Bkz. et-Tevbe, 100)
Onlar gibi olmamızı Cenâb-ı Hak bildiriyor bize. Allâh’ın rahmeti tecellî edecek.
Cenâb-ı Hak o fedakâr ashâb-ı kirâm üzerine âyet indi. Mus’ab bin Umeyr ve emsali üzerinde, Ahzab Sûresi 23. âyet:
“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler (canlarını vererek ispat ettiler). Onlardan kimi adağını ödedi; canını verdi, kimi de şehidliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler.”
Cenâb-ı Hak böyle bir, bizden bir îman istiyor. Onun için esas fetih, toprak fethi değil, toprağı kanla sulamak, toprak hudutlarını genişletmek değil; esas fetih, esas cihad, gönüllerin fethidir, insanları hidâyete kavuşturmaktır.
Tevbe Sûresi’nin 103. âyeti indi:
“(Ey Peygamber!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, bununla onlar (kir ve günahlardan) temizlensinler, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin! Ve onlara duâ et! Çünkü Sen’in duân, onlar için sükûnettir (onların ıztıraplarını yatıştırır). Allah çok iyi işiten ve bilendir.”
Âyet-i kerîmedeki “Sadaka al!” emrinden sonra ashâb-ı kirâm bir infak seferberliğine başladı. Herkes nesi varsa, Allah Rasûlü’nün önüne döktü. Hiçbir şeyi olmayanlar da, dağdan odun kestiler, yahut sırtlarında su kırbası taşıyarak onu bir infak hâlinde yaşadılar.
Maddî ve mânevî güçlerini, dünya hayatının gel-geç lezzetlerinde zâyî etmeyip, âhiret yoksulu olmaktan kendilerini kurtardılar. Malın ve mülkün hakîkatte Rabbe âit olduğunun, kulun ancak muayyen bir zaman için onların sadece emanetçisi olabileceğinin şuuru içinde yaşadılar. Şu kısacık dünya hayatını, ebedî âhiret saâdeti kazanabilmek için bütün güçlerini sarf etmekte gayret ettiler.
Velhâsıl çok misaller var ashâb-ı kirâm devrinde.
Yine bir misal; Ebû Hüreyre naklediyor:
Bir kişi böyle su arkının olduğu bir yerden geçiyor; yeşillik, güzel, suyun aktığı bir yerden geçiyor. Çok hoşuna gitti. Dedi ki:
“–Ben dedi, burada dedi, kalsam, ömrümün sonuna kadar burada ibadet etsem, ne güzel dedi. Fakat Allah Rasûlü’ne sormadan da onu yapmam olmaz.” dedi.
Rasûlullah Efendimiz’in huzûruna gitti:
“–Yâ Rasûlâllah dedi, müsâade edersen dedi, ömrümün sonunu ben bu su arkının aktığı yerde, o yeşilliklerin olduğu yer, orada geçireyim.” dedi. Efendimiz:
“–Sakın öyle yapma dedi. Sakın öyle yapma dedi. Senin dedi orada kalmandan dedi, Allah yolunda cihâd etmen, şu kadar, şu kadar, şu kadar üstündür.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)
Efendimiz, hizmet edenleri çok seviyordu. Bir siyâhî kadın, Afrikalı bir kadın kumları temizliyordu. Tabi orada seccâdeler kumdandı. Kumları yıkıyordu kadıncağız, temizliyordu. Hizmet ehli bir hanımdı. Efendimiz onu göremeyince sordu:
“–Nerede bu hanım?” dedi.
“–Yâ Rasûlâllah vefat etti!” dediler.
“–Niye bana haber vermediniz?” dediler. Rasûlullah’a, herkes vefat ettiği zaman haber vermiyorlardı.
“–Niye haber vermediniz?” dedi. “O zaman bana kabrini gösterin.” dedi. Efendimiz kabrine gitti, duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)
Demek ki Rasûlullah Efendimiz hizmet edenleri, fedakârlıkta bulunanları o kadar çok seviyor.
Bir âyet-i kerîme var. Cenâb-ı Hak; Mekke Fethi’nden evvel infak edenler, hizmet edenler, Allah Rasûlü ile, Kitap ve Sünnet istikâmeti üzerinde. Bir de Mekke Fethi’nden sonra hizmet edenler, “fetihten önce infâk edenler”. Çünkü Mekke Fethi’nden önce infâk etmek, çok zordu. İmkânlar çok daha azdı. Allah yolunda gayret etmek, infâk etmek, zor zamanlarda, onun ecri de çok daha yüksek. (Bkz. el-Hadîd, 10)
Cenâb-ı Hak “قَرْضًا حَسَنًا” (güzel borç) buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11, 18; el-Mâide, 12; el-Müzzemmil, 20; et-Teğâbün, 17)
Yani Cenâb-ı Hak borç istiyor. Yani bu, Cenâb-ı Hakk’ın vereceği ecrin mükâfâtını bildiriyor, seviyesini bildiriyor.
Velhâsıl müslümanlar, birbirini yıkayan iki el gibi olacak. Daimâ bir mü’min, bir mü’min kardeşinden mes’ûldür. Ve muhtaçtır. Kim dünyada kardeşine muhtaçsa, o kardeşi de onun kıyamet günü duâsına muhtaç. Onu da unutmayacak.
Zülkarneyn -aleyhisselâm- yaptığı seferlerinin birinde, ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Onların bütün şeyi, bir nefs engeliydi. Oradaki insanların dünya serveti nâmına altın, gümüş gibi hiçbir şeyleri yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ediyorlardı. Sebzelerini korumak, yetiştirmekte ihtimam gösteriyorlardı.
Ayrıca bu kavimde herkes, kendi mezarını kazar, her gün kazdığı mezarı temizler ve ibadetlerini o mezarın içine girerek yaparlardı.
Zülkarneyn -aleyhisselâm-, bunların hükümdarlarını çağırttırdı, reislerini çağırttırdı. Hükümdar biraz sertçe:
“–Ben kimseyi istemiyorum dedi. Beni isteyen de yanıma gelsin!” dedi.
Zülkarneyn -aleyhisselâm-, bu söz üzerine hükümdarın yanına gitti, o aşiret reisinin:
“–Ben seni dâvet ettim, gelmedin?” diye sordu. Hükümdar da:
“–Sana bir ihtiyacım yok dedi, olsa gelirdim dedi, ihtiyacım olsa.”
Bunun üzerine Zülkarneyn dedi ki:
“–Bu hâliniz nedir dedi. Sizdeki bu hâli ben kimsede görmedim!” deyince, hükümdar:
“–Biz, altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bir kimsenin eline bunlardan bir miktar gelince, bu sefer daha fazlasını isteyerek huzuru bozuluyor. Yani ihtirâsa kapılıyor, huzuru bozuluyor. Onun için dünyalık peşinde değiliz.”
Zülkarneyn:
“–Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor, ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu.
Hükümdar:
“–Dünyalık peşinde koşmamak için böyle yapıyoruz. Mezarları görüp de günün birinde oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden biz vazgeçiyoruz.” dedi.
Zülkarneyn yine:
“–Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz; sütünden, etinden istifâde etseniz olmaz mı?” dedi.
Hükümdar:
“–Midelerimizin hayvanlara mezar olmasını istemiyoruz. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazımızdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız dedi. Yani biz riyâzat hâlinde yaşıyoruz…”
Yine Zülkarneyn -aleyhisselâm-’ın diğer bir ibretli nasihati:
Birisi Zülkarneyn -aleyhisselâm-’a:
“–Bana îmânımı ve yakînimi (Allâh’a yakınlığımı) kuvvetlendirecek bir öğüt ver!” dedi.
O da dedi ki Zülkarneyn -aleyhisselâm- öğütlerinde:
“–Gazap edip kimseye kızma! Zira şeytanın insana en çok hulûl ettiği ân, gazap ânıdır.
Sakın acele etme! Acele ettiğin zaman, nasîbini zâyî edersin.
Yakın ve uzak herkese karşı mülâyim ol (yumuşak huylu ol)! İnatçı, inkârcı ve zâlim olma!” diye cevap verdi.
Zülkarneyn -aleyhisselâm- da, hükümdardı, dünyaya sahip, çok zengin, ölmeden evvel, vefatından önce şu nasihatte bulunur Zülkarneyn -aleyhisselâm-:
“–Beni yıkayın, kefenleyin! Sonra beni tabuta koyun! Yalnız kollarımı tabutun dışına doğru sarkıtın. Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazinelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne sahip olmama rağmen, kabre eli boş olarak gittiğimi görsün. Hizmetkârlarım ve hazinelerimin de bu dünyada kalarak benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”
Söyledikleri aynen yapıldı. Âlimler bu vasiyeti şöyle tefsîr ettiler:
“Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Doğuya, batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız asker vardı. Hiçbiri emrimden dışarıya çıkmadı. Dünya, baştan başa benim irâdem altında idi. Sayısız hazinelere sahip oldum. Fakat dünya nîmetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi dünya malı dünyada kaldı, mezarıma eli boş gidiyorum! Sizler de âhirette size faydalı olan işleri yapın!..”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Zülkarneyn’in vasiyetiyle işaret ettiği hakîkati şöyle beyan buyurur:
“Üç şey takip eder ölüyü kabre kadar: Çoluk-çocuğu takip eder, malı ve ameli takip eder. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikāk, 42; Müslim, Zühd, 5)
Velhâsıl Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil bir millet kıldık…” (el-Bakara, 143)
Efendimiz buyuruyor:
“…Benim ümmetimin başı mı sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)
Cenâb-ı Hak -inşâallah- ümmetin sonunda, nasıl biz ashâb-ı kirâm gibi, yani ona benzer fedakârlıklarda -inşâallah- bulunmayı Cenâb-ı Hak nasip eylesin ki, sonu olan hayırlı bir ümmetten olalım.
Efendimiz buyuruyor ki:
“–Ben onları diyor, Havz kenarında bekleyeceğim.” buyuruyor.
“–Nasıl tanıyacaksın yâ Rasûlâllah?” denilince;
“–Nasıl, alınları, ayakları beyaz olan atlar hemen tanınır, ben de o kardeşlerimi öyle tanıyacağım buyuruyor.
Onlarla beraber bir grup daha gelecek diyor. Diyecekler ki:
«–Yâ Rasûlâllah! Bunlar Sen’in sünnetini tanımadılar, Sen’in sünnetini îfâ etmediler.» Ben de onlara:
«–Siz o zaman geri dönün!» diyeceğim onlara.” (Bkz. Müslim, Tahâret, 39; Fedâil, 26; Nesâî, Tahâret, 110/150; İbn-i Mâce, Zühd, 36; Muvatta’, Tahâret, 28; Ahmed, II, 300, 408)
Cenâb-ı Hak -inşâallah- bizlere Kur’ân’ı hayatımızın muhtevâsı içinde yaşamayı, Sünnet-i Seniyye’nin istikâmetinde, rûhâniyet ve feyz kazanabilmeyi, rûhumuzdan rahmet taşırabilmeyi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yeryüzünde temsilcisi olabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..