08 Mart 2021 Sohbeti (İsrâ ve Mîrac)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

08 Mart 2021 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, lâtif, mübârek, mücellâ, musaffâ, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; cümlemizin geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, bilhassa Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyeti, hâl, karakter ve şahsiyetinden hisse alarak Mîraç gecesini aşk, vecd ile idrâk edebilmeyi cümlemize Cenâb-ı Hak ihsan buyursun. Şehid olan kardeşlerimize Cenâb-ı Hak rahmet eylesin. Mîraç gecesini dînimiz, vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyasına mübârek eylesin. Bu niyaz ile, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!

Kıymetli kardeşlerimiz!

Önümüzdeki Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece Mîraç Kandili. Yani 10 Mart. Bu mübarek gece, müstesnâ gece, Kadir Gecesi gibi, peygamberler arasında yalnız Efendimiz’e lûtfedilmiş bir gece.

Yani bu iki gece; Mîraç gecesiyle Kadir gecesi, 124 bin küsur peygamber arasında yalnız Efendimiz’e ikram edilmiş iki gece.

Tabi bu Mîraç gecesi bize Efendimiz’in Cenâb-ı Hak indindeki yüksek derecesini bildiriyor. Yani biz 124 bin küsur peygamberden, Cenâb-ı Hakk’ın en çok sevdiği Peygamber’e ümmet olduk. Rasûlullah Efendimiz vesîlesiyle -inşâallah- çok rahmetlere de nâil olacağız. Bilhassa Efendimiz’in şefaat rahmetine…

Rabbimiz, Habîb’ine yapmış olduğu bu özel dâveti Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildiriyor:

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (bir kısmını) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız (gelen peygamberlerle, bazı tabiat güzellikleriyle) Mescid-i Aksâ’ya gönderen Allah noksan sıfatlardan münezzeh. Ve O, gerçek işitendir ve görendir.” (el-İsrâ, 1)

Nübüvvetin 7. yılına kadar Peygamber âilesine ve müslümanlara karşı boykot îlan edildi. Bu boykot üç sene sürdü.

Müslümanlara, insafsızca alay, hakâret ve zulme uğradı. Ve îmanlar ağır imtihanlardan geçti. Açlığa mahkûm edildiler. Sabırlar çok zorlandı.

Müşrikleri bu zulme iten sebep;

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

Yani “Büyük Haber”, yani Âhiret Haberi idi. (Bkz. en-Nebe, 2)  Âhiret haberini istemiyorlardı. Çünkü âhiret haberi, onların, müşriklerin rahatını bozdu. Çünkü güçlü, güçsüzü istediği kadar kullanıyordu, eziyordu. Her şey güçlüye aitti. Bir kast sistemi vardı.

Hatice Vâlidemiz vefât etti. O seneye “Hüzün Senesi” dendi. Hatice Vâlidemiz’in, Efendimiz’in gönlünde çok ayrı bir yeri vardı. Daima Efendimiz’i en iyi tanıyan, hanımlardan, Hatice Vâlidemiz’di. Malıyla, canıyla daima destek hâlindeydi. Hatice Vâlidemiz vefat etti.

Efendimiz Tâif’e gitti. Tâif’te belki orada müslümanlara biraz önü açılır da orada İslâm yayılır diye…. Efendimiz orada taş kalpli insanlar tarafından taşlandı.

Efendimiz, peygamberler arasında en çok çileden geçen Peygamberimiz’dir. Tabi ümmete de misaldir. “En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Lâkin O’nun hayatında, en ağır çilelerden geçtiği hâlde, hiçbir zaman en ufak bir şikâyet yoktu. Dâimâ hamd vardı, şükür vardı ve zikir vardı.

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (el-Fecr, 28)

Olan bütün hâdiselerde, bütün zulüm hâdiselerinde, kendisine yapılan bütün hakaret, zulümlerde;

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (el-Fecr, 28) Allah’tan râzı hâldeydi, Allah da O’ndan râzıydı ki arkadan böyle bir mübârek bir gece kendisine ihsan edilecek.

MÎRAÇ; Hicretten 1,5 yıl evvel vukû buldu.

Daima meşakkatler, iptilâlardan sonra daima lûtuflar gelir.

Mîraç da çile, elem ve ıztırap yüklü bir Tâif seferinden sonra lûtfedildi.

Âyet-i kerîmede:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا ﴿5﴾ اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا ﴿6﴾

(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6]) buyruluyor. Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak bir kolaylık veriyor.

Dünya hayatımız da hepimiz için böyle. Yani hayat, daima bir düz çizgi şeklinde değil. Zaman zaman inişler var, çıkışlar var, med-cezirler var. Burada esas olan, kalbin muvâzenesini bozmamak. Kalbi bir temkin hâlinde, telvin değil de temkin hâline gelebilmesi.

Mîrâcın esas gerekçesi; Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e o âyetlerdeki ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışlarından bir kısmını göstermesi. Hepsini değil…

İsrâ Sûresi’nin birinci âyet-i kerîmesinde dikkat edilecek noktalar:

Birincisi; İsrâ, bir gece yürüyüşü. Çok büyük hâdiseler… Bu sebeple büyük hâdiselere Cenâb-ı Hak hep tenzihle başlıyor.

“سُبْحَانَ الَّذِيۤ” olarak. Eğer “سُبْحَانَ الَّذِيۤ” geliyorsa âyette, arkasından büyük bir hâdise bildiriliyor.

“سُبْحَانَ الَّذِيۤ”: Cenâb-ı Hak her türlü noksan ve sınırlı sıfatlardan münezzeh, her türlü mükemmel ve sonsuz sıfatlarla muttasıf ve idrak ötesi gücü. Yani idrâk, bu Zâtî sıfatları kavraması mümkün değil. Sonsuz kudretinin bir ifadesi.

Kehf Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“De ki: Bir derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve edilse, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir.” (Bkz. el-Kehf, 109)

Diğer bir âyette de, yedi misli olsa, tabi bu, yedi, burada bir çokluk ifadesi, yine Allâh’ın kelimeleri bitmez, sonsuz. Yani bunu insanın, bir beşerin idrâk etmesi mümkün değil.

Bize, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilecek kadar bir idrâk, şuur verildi.

Yani “Sübhân” kelimesinden sonra gelen âyetlerde büyük bir hâdisenin vukuu bildiriliyor. Burada da, çok büyük bir hâdise; Efendimiz’in semâlara çıkışı ve bu, hemen hemen yok kadar bir zamanda çıkması, yok kadar bir zamanda dönmesi ve yok kadar zamanda çok ilâhî azamet tecellîlerinin ancak bir kısmının gösterilmesi.

Bu da Cenâb-ı Hakk’ın indinde Rasûlullah Efendimiz’in kıymeti… Bizi de Cenâb-ı Hak lûtfuyla keremiyle böyle en yüce bir Peygamber’e ümmet kıldı.

Efendimiz, bu yolculuğa çıkmadan evvel, “şakk-ı sadır” hâdisesi vukû buluyor. Yani Efendimiz: “Kâbe’nin yanındayken, o yarı yuvarlak Hicr mevkiinde göğsüm yarıldı, ilim ve hikmetle dolduruldu.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22-43; Müslim, Îman 264)

Çünkü çok ötelere götürülecek, o kalp, ona tahammüllü olacak.

Bu da gösteriyor ki, mânevî yükseliş, kalbî sâfiyetle müm­kün. Kalp mücellâ bir ayna gibi olacak. Öyle bir kalp ki, içinde nûr-i ilâhîden başka bir şeye yer verilmeyecek.

Kalp, nefsânî arzulardan ve kesâfetten kurtulunca, esrâr-ı ilâhînin tecellîleri gönlü sarmaya başlar.

Gönüllerin bu âlemin sır ve esrârını kavrayabilmesi için kalbin bir muâmeleden, yani tezkiye ve tasfiyeden geçmesi lazım.

Yani:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“Onu (nefsini) kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Peygamberlerin, Peygamber Efendimiz’in birinci vazifesi, Allâh’ın âyetlerini tebliğ etmek. İkinci vazifesi, onların gönül âlemlerini, îmana girenlerin, îman edenlerin gönül âlemini temizlemek. Bu şekilde o gönle Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları tecellî edecek. O tecellî neticesinde de Kitap’taki sırlar, Kur’ân-ı Kerîm’de derinleşme ve hikmet, o kalpte tecellî edecek.

Hikmet nedir? Hâdisâtın, vukuâtın sırrî tarafına, hikmet… Bu, kalbin sanatıdır. Kitap okumakla, bu tecellî etmez. Ancak bu, kalbin sanatıdır.

Yani gönüllerin, bu âlemin sır ve esrârını kavrayabilmesi için, kalbin bu muâmeleden, yani tezkiye ve tasfiyeden geçmesi zarûrî.

Çünkü nefs, harama açılmış bir imtihan penceresi. Mayasına haram temâyülü konulduğu için, haramı çeker. Yani harama bir câzibe Cenâb-ı Hak koymuştur. Haram, onun için çeker/cezbeder. Câzibe konmayan şeyler cezbetmez. Kimse ben ağaç kabuğu yiyeyim demez, toprak yiyeyim demez.

İşte tezkiye-i nefs, bunun için zarurî. Kurtuluş çâresi de, helâllere ve sâlih amellere rağbet etmek…

Sonra burada, âyette bir “Esrâ” bir “gece yürüyüşü”…

Ekseriyetle müsbet ve menfî hâdiseler, vukuatlar gece oluyor. Yani Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmalar veyahut da Cenâb-ı Hak’tan uzaklaşmalar, günahlar, mâsiyetler, gece işleniyor.

Cenâb-ı Hak, sâlih kullarını gecelerde namaz, tâat ve tefekküre davet ediyor. Seherler için bilhassa;

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor. Seherlerde Cenâb-ı Hak istiğfar kapılarını açıyor.

Yani ne kadar istiğfâra ihtiyacımız var, ne kadar bir gafletin içindeyiz?..

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahî, bu seherleri, ayakları şişinceye kadar bu secde yerini ıslatıncaya kadar, namaz kılardı ve duâ ederdi.

Yine, bilenlerle bilmeyenler arasındaki farkın bir maddesi de:

سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا (ez-Zümer, 9) Geceleri secde ve kıyam hâlinde olurlar.

Yine, ibâdurrahman / Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar;

سُجَّدًا وَقِيَامًا  (el-Furkân, 64) Yine onlar da gecelerde secde ve kıyam hâlinde olurlar. Yani seherlerde ruh gıda alacak. Beden gündüzde gıda alıyor. Fakat ruh da bu seherlerde gıda alacak, gündüze o rûhâniyetle girecek. Günahların câzibesine karşı bir mukâvemet olacak.

Cenâb-ı Hak, kulunu müstesnâ bir şekilde yürüterek ona Allâh’ın sonsuz kudret, azametini gözleri önüne seriyor.

Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak. Güç daima O’na ait. Bu sebeple hiçbir muvaffakıyette “ben” demek yok, daima “Sen yâ Rabbi” denecek. Daima kul, “Yâ Rabbi, Sen’in lûtfundur, Sen’in ihsânındır.” Yani kendine izâfe etmeyecek muvaffakıyetleri. Cenâb-ı Hakk’a izâfe edecek ve şükreden kul olacak.

Efendimiz, o Mekke Fethi’ne girerken devenin üzerindeydi, bir secde hâlinde giriyordu. Çok büyük bir muvaffakıyet, kansız bir zafer. Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

(“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” [Buhârî, Rikāk, 1]) buyurdu.

Etrafındaki olan ashâb-ı kirâma herhangi bir benlik, enâniyet gelmesin. Yani; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Bir Hak dostu da buyuruyor ki:

“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!”

Yani mâsivâdan kurtulunca, günahların câzibesinden kurtulunca, Cenâb-ı Hak ile dostluk başlıyor.

Yani bir nehir, denize aktığı zaman, Sakarya Karadeniz’e aktığı zaman, artık Karadeniz’de Sakarya’yı bulmak imkânı yoktur. Artık o, Karadeniz’in Sakarya bir damlası olmuştur.

Tam işte; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi, tarih boyunca pek çok peygamberin gönderildiği bu iki tevhid merkezi arasında… Bu hâdise, İslâm’ın, bütün semâvî dinleri şümûlüne alan, tek dîn olduğunu ifade ediyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mescid-i Aksâ’da bütün enbiyâya imâmeti, bunun başka bir tezâhürü. Bütün peygamberlere namaz kıldırdı.

Tabi nasıl namaz, nasıl geldiler? Bu tarafı bizim için meçhul.

Mekke, konumu itibarıyla Âdem -aleyhisselâm-’dan Peygamber Efendimiz’e kadar bir tevhid merkezi.

Kudüs ise, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a kadar bir tevhid merkezi.

Bu yürüyüş de, bu esrâ hâdisesi de, iki tevhid merkezi arasında olmuş oluyor.

Mîraç’ta, zaman ve mekân ortadan kaldırılıyor. Çok az, yok kadar bir zaman içinde oluyor. Sonsuz mesafeler…

Yine, zerreden küreye kâinat, Efendimiz’e bir vitrin hâline geliyor. Hayal ötesi şeyler Efendimiz’e seyrettiriliyor. Cennet ve Cehennem gösteriliyor. Cenâb-ı Hak ile mükâleme oluyor.

Mîraç’ta Cenâb-ı Hak:

“–Konuş benimle Ey Rasûlüm!” ifâdesinden sonra -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalb-i pâkine ilham ettiği ifadelerle Cenâb-ı Hakk’a, Efendimiz buyuruyor:

اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ

Yani mânâsı:

“Her türlü tâzim, ihtiram, güzellikler, hamd ve senâ, salevat gibi kavlî ve bunlara ilâveten namaz, oruç gibi fiilî; zekât gibi mâlî ibadetlerin hepsi Hak Teâlâ’ya âittir.”

Cenâb-ı Hak da Efendimiz’e iltifat buyuruyor:

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ

“Ey Nebî! Dünya ve âhirette selâm ve Allâh’ın rahmeti, bereketi Sen’in üzerine olsun!” buyuruyor.

Yine Rasûlullah Efendimiz:

اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ

“Selâm üzerimize ve sâlih kulların üzerine olsun!” buyuruyor Efendimiz.

Yani burada “sâlih kulların üzerine olsun”. Demek ki her Tahiyyat’ta sâlih kullara bir dua gidiyor.

Demek ki sâlih olmak, kolay değil tabi. Bütün nefsânî arzular bertaraf edilecek. Fakat büyük bir mükâfat; bu sâlihlere, hep Tahiyyat’ta dua gitmiş oluyor.

Şu var ki Allah Rasûlü, selâma, -engin bir şefkat ve merhametinin muktezâsı olarak- ümmetinin sâlihlerini de bu Tahiyyat’a ilâve ediyor.

Bu mukâlemeye hayran olan Cebrâil de:

أَشْهَدُ أَنْ لَا اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهَ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ

“Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed Mustafâ, Allâh’ın kulu ve Rasûl’üdür.”

Bu şekilde Tahiyyat tamamlanıyor.

Bir kimse namazda birisine selâm verse namazı bozulur. Burada Rasûlullah Efendimiz’e her şeyde biz selâm veriyoruz. Demek ki bu da Rasûlullah Efendimiz’in Cenâb-ı Hak indindeki kıymetini ve değerini gösteriyor.

Namaz; Efendimiz’in Mîraç’tan ümmetine bir hediyesi. Âmene’r-Rasûlü de hediyesi. Meâli şöyle:

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti, mü’minler de (îmân ettiler. Demek ki îmânın bir zarureti, akâid baştan).

Her biri Allâh’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere îmân ettiler.

«Allâh’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapamayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sanadır» dediler.” (el-Bakara, 285)

Mü’min, Allâh’ın ve Peygamber’in her emri karşısında:

“سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا” “işittik ve itaat ettik” diyecek.

Devamında:

لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا

Devam ediyor.

 “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar…” (el-Bakara, 286)

Yani;

مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ

Tâkat fazlasını verme! Fakat tâkati istiyor. Herkesin tâkati ayrı. Ne kadar ilâhî bir lûtufta bulunmuşsa, ona mukâbil tâkati var.

Meselâ ashâb-ı kirâm bunun derdindeydi.

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Hem bir mü’min kendini ihyâ edecek, tezkiye edecek, bir de devrin akışından kendisini mes’ûl görecek, tebliğ edecek. Çünkü “…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

İşte ashâb-ı kirâm Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Dağıstan’a gitti, Afrika’ya girdi, Kayrevan’a gitti. Yani bir mü’min, bedel ödeyecek. Yani Allâh’ın verdiği bu îman bedelini ödeme mecburiyetinde.

Buna nereden başlayacağız? Kendimizi ihyâ edeceğiz. En başta evlâtlarımızdan başlayacağız.

Küçük yaşta başlayacağız. “Sonra kılar, sonra yapar…” Sonrası yok! O küçükken nasıl alışmışsa o şekilde gider. Evlâtlar, anne-babaya bir emanettir. Bilhassa bugün…

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendine (ait)tir.

Rabbimiz! (Devam ediyor âyet.) Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma.

(Bu da Cenâb-ı Hakk’ın bir merhameti:) Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. (Daha evvelki ümmetlere, daha çok ağır teklifler vardı. Fakat ümmet-i Muhammed’e, Efendimiz’in hürmetine, Efendimiz’in sevgisine, bize olan yükler hafif gayet.)

Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri de yükleme!

Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (el-Bakara, 286)

Demek ki biz, her “Âmene’r-Rasûlü” okurken, Cenâb-ı Hakk’a bu şekilde bir ilticâ, bir duâ hâlindeyiz.

Efendimiz bu iki âyet hakkında:

“Bakara Sûresi’nin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana onlar yeter; (yani bu iki âyetin rûhâniyeti yeter) onu her türlü kötülükten korur.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 10; Müslim, Müsâfirin 255) Buhârî hadîsi.

Ondan sonra, âyet-i kerîmeye geldiğimiz zaman, bu sûreye, Necm Sûresi:

“Andolsun O’nu, Sidretü’l-Müntehâ’nın (yani yarattıklarının son noktasının) yanında önceden bir defa daha görmüştü.” (en-Necm, 13-14)

Peygamber Efendimiz’in Sidretü’l-Müntehâ’da gördüğü, Cebrâil’di. Cebrâil, aslî sûretiyle gözüküyor. Altı yüz kanadıyla bütün semâyı kaplıyor. (Bkz. Müslim, Îman, 280)

İşte Sidre-i Müntehâ, yani  “en son hayret” mânâsını ifade ediyor. Yani akılların, daha fazla hayrette kaldıkları bir makam.

Cebrâîl, Sidre-i Müntehâ’da:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız Sen gideceksin!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Cibrîl niye?” diye sordu.

O da cevâben:

“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)

Cennetü’l-Me’vâ, müttakîlerin / takvâ sahiplerinin ve şühedanın / şehidlerin varacakları bir mekân olmuş oluyor, dehşetli bir mekân.

Rasûlullah Efendimiz, Muaz -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e gönderirken şöyle buyurmuştu:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Efendimiz, Yemen tarafına döndü:

“Ben, nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Demek ki bu nefes-i Rahmânî eğer varsa, o nefes-i Rahmânî’yi, Rasûlullah Efendimiz duyuyor, işitiyor demektir.

Nedir bu nefes-i Rahmânî? Takvâ ile yaşanan bir hayat.

Ondan sonra gelen âyet, Necm’de:

“Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. (Gördüğü hârikulâde şeyler karşısında) gözü kaymadı, sınırı aşmadı.” (en-Necm, 16-17)

Mûsâ -aleyhisselâm-’da bu olmadı. Mûsâ -aleyhisselâm-’a otuz artı on, kırk gün oruç tutturuldu. Kalp, mükâlemeye hazır hâle geldi. Sırrî bir mükâleme oldu. Mûsâ -aleyhisselâm- kendini kaybetti. Dünyada mı, âhirette mi, nerede olduğunu kaybetti.

“–Yâ Rabbi, Sen’i illâ göreceğim.” dedi. Israr etti.

Cenâb-ı Hak:

“لَنْ تَرٰینِى” buyurdu. “Ben’i göremezsin.” buyurdu.

Israr edince, bir dağı gösterdi:

“–O dağa bak.” dedi. Bir zerre kadar, Zât’ından bir nur oraya in’ikâs etti, dağ infilâk etti, Mûsâ -aleyhisselâm- düştü, bayıldı. (Bkz. el-A‘râf, 143)

Sonra kalktı, istiğfâr etti. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı gören, üç gün, düşüp bayılıyordu o nûrun tesiriyle. (Bkz. Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l- Me’sûr, c. III, s. 116)

Fakat burada;

“…Sidre’yi kaplamıştı. (Rasûlullâh’ın) gözü kaymadı ve sınırı da aşmadı.” (Bkz. en-Necm, 16-17)

Ondan sonra gelen âyet, Necm 18. âyet:

“Andolsun ki, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.”

Cenâb-ı Hak bir kısmını gösteriyor.

Bir rivâyette Rasûlullah Efendimiz o gece Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu gördü. Allâh’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren delilleri gördü.

Cebrâil’i, gök ile yer arasını doldurmuş hâlde, refreften bir elbise içinde görmüştü. (Bkz. Tirmizî, Tefsir 53/3283)

Refrefin mâhiyetini bilmiyoruz.

Bundan maksat, Rasûlullah Efendimiz’in İsrâ ve Mîraç gecesi gidişinde-dönüşünde gördüğü hârikulâde şeylerdi.

Efendimiz buyuruyor:

“O gece göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.” (Buhârî, Salât, 1) Buhârî hadîsi.

Yani kaderi yazan kalemin gıcırtıları… Fakat bu nasıl bir kalem, nasıl bir gıcırtı?.. Dünyevî intibâlarla Rasûlullah Efendimiz bildiriyor.

Tabi burada kalemin gıcırtıları… Burada Cenâb-ı Hak için mâzî, muzârî, hâl diye bir şey yok. Mâzî de, muzârî de aynı andır.

Yani orada Rasûlullah Efendimiz öyle bir yüksek mevkîye çıkartıldı ki, orada kâinâtın mukadderâtını/kaderini yazan kalemlerin seslerini işitmiş, idrâk ötesi hakîkatlere muttalî olmuştu.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Sizler, benim bildiğimi bilseydiniz, yemezdiniz, içmezdiniz, sahralara düşerdiniz, ailelerinizin yanına dönemezdiniz.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Yani idrak ötesi hakîkatlere muttalî oluyor Efendimiz orada.

Yine Buhârî’den naklediliyor:

“Burak ile Beytü’l-Makdis’e vardıktan sonra, büyük, sert bir kaya üzerinden (Efendimiz) semaya çıktı. Beytü’l-Makdis’te de bütün peygamberlere namaz kıldırdı.”

Onun da keyfiyetini bilemiyoruz.

Gökte İbrahim -aleyhisselâm- ile görüştü. İbrahim -aleyhisselâm- O’na:

“–Sâlih oğul, hoş geldin! Sâlih Peygamber hoş geldin!” dedi.

Mîraç’ta Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e semâ kapılarının açılması, O’nun nübüvvetinin sadece Mekke ve Kureyş ve Sakîf ile sınırlı olmadığını, O’nun bütün Cihânın Nebîsi, Efendisi olduğunu göstermektedir.

Bu âlemde O, kâinâtın Efendisi, cihânın efendisi. Ebediyet âleminde ise Cennetlerin Efendisi.

Bir mü’min de, takvâsı ve O’na benzediği kadarıyla Cenâb-ı Hakk’ın indinde mûteber bir kul oluyor.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir” (Buhârî, Edeb, 96)

Onun için ashâb-ı kirâm, Efendimiz’e o kadar bir muhabbet vardı ki, insanlıktan bir âbide gördü, daima; “Emret yâ Rasûlâllah!” diyordu. Yani Rasûlullah Efendimiz’in ona bir şeyi emretmesi, onun için büyük bir nîmetti, büyük bir iltifattı. Hattâ:

“–Bu mektubu kim götürecek?”

Hepsi ayağa kalkıyordu. Nasıl götüreceğim, nasıl olacak, o çölleri nasıl, dağları nasıl aşacağım, o kelle uçuran cellâtların karşısında nasıl okuyacağım?.. Hiçbir endişe yoktu. Yeter ki Allah Rasûlü’nün gönlünde bir yeri olsun.

Dünyanın dört bir tarafına giderken de sahâbî yorulmuyordu, üşenmiyordu. O, Rasûlullah’tan gelen bir haz, bir takviye hâlindeydi, enerji veriyordu.

Bizim için, Tevbe Sûresi 100. âyet:

(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler (13 sene her türlü cefaya katlandı, îmandan en ufak bir tâviz vermediler, canlarını vermeye râzı oldular.) Ensâr (Medîneliler), onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, (yani Mekkelilere, Medînelilere benzeyen) işte Allah onlardan râzı olmuştur. (Mekkelilerden, Medînelilerden ve onlara benzeyenlerden Allah râzı olmuştur.) Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”

Demek ki Efendimiz’in o 23 senelik nebevî hayatını iyi okumak lâzım ve duymak lâzım. Okumak da kâfî değil, duymak lâzım.

Cebrâil’in üç îkazı var, bu da çok mühim:

Efendimiz hutbeye çıktı. Üç sefer “âmîn, âmîn, âmîn” buyurdu. Sahâbî dediler ki:

“–Yâ Rasûlâllah (bir muhatap yok, kim dua etti de ona) âmîn buyurdunuz?”

Efendimiz buyurdu:

“–Cebrâil, (üç sefer îkazda bulundu. Birincisi;) anne-babası ihtiyarlar, evlâdı ona bîgâne kalır, (Cebrâil;) o rahmetten uzak olsun.” dedi. Efendimiz “âmîn” dedi.

İkincisi:

“–Yâ Rasûlâllah! Sen’in bir yerde ismin geçer, duygusuz kalır, salevât-ı şerîfe getirmez, o da rahmetten uzak olsun.” dedi.

Üçüncüsü:

“Ramazân-ı Şerîf’e girer, affolmadan çıkar, o da rahmetten uzak olsun.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek,  IV, 170)

Tâlimat, Cebrâil’in üç tane tâlimâtı.

Velhâsıl yine Mîrâc’a dönelim:

Mîrâc ile insânî tekâmülün varacağı son nokta gösterildi. Vuslatın zirvesine, ancak “kulluk”la çıkılabiliyor.

“عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ” demek ki, peygamberlik de kulluğun üzerinde büyük bir merhale.

Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’e:

“–Ey Muhammed, Sen’i ne ile şereflendireyim?” buyurdu.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“–Yâ Rabbi! Sana kul olma şerefiyle beni şereflendir.” dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ İsrâ Sûresi’nin ilk âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Âlûsî, XV, 4)

Zaten dünya bir mektep, dershâne. Ve bu dershânenin dersi:

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâh’a kul olmak.

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye. [İbn-i Kesîr, IV, 255]) Mârifetullahtan nasip alabilmek, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek.

Sidre-i Müntehâ’dan sonra o Refref’le vukû bulmuştur. Tabi Refref’in mâhiyetini tam olarak bilemiyoruz.

Sidre’den sonraki, “iki yay” bildiriliyor. Yani Araplar, sulh yaptığı zaman, yayları üst üste koyarlardı. Âyet-i kerîme de “iki yay miktarı”, Cenâb-ı Hak ile Rasûlullah Efendimiz yakın oldu. (Bkz. en-Necm, 9) Keyfiyeti meçhul bize. Bu, Habîb ile Mahbûb arasında, ümmete mahrem bir münasebet.

Namaz farz oldu:

Kur’ân-ı Kerîm’de bize bildirilen farzlar, Cebrâîl vâsıtasıyladır. Fakat bu farzlardan yalnız namaz, Cebrâîl’siz, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak tarafından bildirildi. Namazda onun için ayrı bir sır var.

Hakîkaten buyruluyor:

“Namaz, dînin direği, mü’minin mîrâcı.” (Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, IV, 300/2550; Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)

Onunla kazanılacak kemâlât/olgunluk, irfan, hiçbir ibadetle kazanılamaz.

Onun için ilk farz olan namazdır. Ondan üç buçuk sene sonra, oruç ve zekât farz oldu.

Namazlarımız, bizim mîraçlarımızın irtifâ ölçüsüdür. Cenâb-ı Hak namaz husûsunda;

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Yani, beden kıbleye dönecek, kalp Cenâb-ı Hak’la beraber… Kalbin kıblesi, Cenâb-ı Hak olacak.

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyruluyor.

Yine Cenâb-ı Hak, felâha eren kulların kıldığı namazın, huşû ile olduğunu Cenâb-ı Hak bildiriyor.

الَّذِينَ هُمْ فِى صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ

“Onlar ki, namazda huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 2)

Yani bir namazın fıkhî şartları var, zâhirî şartları; bir de kalbî şartı var. Huşû” buyruluyor. Huşû; tevekkül ve teslîmiyeti artırır. Cenâb-ı Hak huşû sahibi bir mü’mine sığınak, barınak, hattâ bir liman olur, istinadgâh olur. Böylesi bir kul, Yüce Kudret’e sığınmakla, ebedî huzur ikliminin içine girmiş olur.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor zor zamanlarda:

“…Sabır ve namazla Allâh’a ilticâ edin…” (el-Bakara, 153) buyuruyor.

Namazın fıkhî şartları nasıl tahâret ve abdest ise, mânevî şart ise Cenâb-ı Hak ile kalben beraberlik olması isteniyor.

Efendimiz namaz için “gözümün nurudur” buyuruyor. “Dünyanızdan üç şey sevdirildi.” buyuruyor, “üç şey sevdirildi”. Birincisi… Yani Rasûlullah Efendimiz üç şeyi çok sevdi. Bir, “namaz”ı çok sevdi. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Evlâdını seven anne-baba, yavrusunu ufak yaşta namaza alıştırmalı, ikram etmeli, gönül alıcı şeyler vermeli. Onu o şekilde başlatmalı. O zamanla namaz kılmaya başlar ve namaza devam eder.

Birincisi, namaz. İkincisi, sâliha hatun, sâliha hanım.

Anne-babanın kız çocuğuna ihtimam göstermesi lâzım. Çünkü âile, kız yavrularla devam edecek. Cenâb-ı Hak hanımlara, erkeklere nisbeten daha fazla bir hissiyat vermiştir.

Rûhu’l-Beyan tefsirinde; çocuk sele düşse, baba giremez diyor o selin akışına. Fakat anne kendini atar, buyuruyor.

Onun için kız evlâtlarının sâliha olarak yetişmesine, bir Kur’ân Kursundan geçmesine, ona -inşâallah- çok dikkat edelim.

Sonra “eyvah, vah vah”lar, kıyamet gününde çok “keşke”ler olur. O zaman evlât, babadan dâvâcı olacak, anneden dâvâcı olacak.

“Gözümün nûru namaz.”

Üçüncüsü de:

“Meleklerin sevdiği, güzel koku.” (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Yani müslüman, tabi tertemiz olacak, temizlik îmandandır. Bilhassa erkekler de yine namaza giderken, çıkarken vs. beşerî münasebetlerde, koku olursa, bir ferahlık verir. Nasıl bir buket ferahlık veriyor…

Diğer taraftan, namazı huşû ile edâ eden bir toplumda psikiyatrik bir rahatsızlık yoktur. Asr-ı saâdette bir psikiyatrik bir rahatsızlık yoktu. Bugün de dolu!..

Demek ki Efendimiz’in toplumunda bir psikiyatrik bir rahatsızlık yoktu. Zekât, sadaka ve infak ibadetini gönül huzuruyla yerine getiriyorlardı ve sosyolojik bir buhran da yoktu.

Fakiri vardı, zengini vardı, hastası vardı, şeyi vardı, fakat bir buhran yoktu. Yani asr-ı saâdette psikiyatrik bir buhran yoktu, sosyal taşkınlık ve rahatsızlık da yoktu!

Efendimiz namazı cemaatle kılma hususunda hiçbir mâzeret kabul etmiyor.

Abdullah ibni Ümmi Mektûm var. Bu, âmâ idi. Efendimiz’in müezzini oldu.

“–Yâ Rasûlâllah, benim evim uzak dedi. Gözlerim görmüyor dedi. Beni götürecek kimse yok dedi. Yolda haşerat var dedi. Ben dedi, evimde namaz kılsam olur mu?” dedi.

Efendimiz bir müddet sükût etti. Sonra âmâya dedi ki Efendimiz:

“–Hayya ale’s-salâh’ı, hayya ale’l-felâh’ı duyuyor musun?”

“–Duyuyorum yâ Rasûlâllah!” dedi.

“–O zaman ne hâl olursa olsun devam et.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/552)

Yine, A‘râf Sûresi 31. âyette:

“Ey Âdemoğulları! Her (mescide gidişinizde veya her) secde edişinizde güzel elbiseler giyin…”

Bir fânînin huzûruna çıkarken nasıl dikkat ediyoruz, namaz Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkış da nasıl dikkat edeceğiz, nasıl bir ihtiram göstereceğiz?

Cenâb-ı Hak, -bir de insana olan bir lûtfu- insan anatomisini secdeye en müsait şekilde halketti ki kul bol bol secde etsin, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşsın…

Yine kıyâmet gününde, hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli mekânda ilâhî bir gölge ile taltîf edilen yedi sınıf kimseden biri de “kalbi mescidlerde asılı olanlar.” (Bkz. Buhârî, Ezan 36, Zekât 16, Rikāk 24)

Yani namazlarını cemaatle mescidde kılanlar. Yine en mühim, namaz, bütün haramlara kaşı bir mukâvemet oluyor:

“…Muhakkak ki namaz, fahşâdan-münkerden (hayâsızlıktan ve kötülükten) men eder…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor.

Namaz kılıyor; düzgün işler yapmıyor, istikâmeti düzgün değil. Demek ki onun namazı ona göre bir namaz. Yani Cenâb-ı Hak, sırf şekilde kalan, gâfilâne bir namaz istemiyor. Böyle namaz kılanlar hususunda:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara.” (el-Mâûn, 4) buyuruyor.

Allâh’ın verdiği bu nîmeti, takdir edemiyor.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, zaman zaman yüreğinden kazan kaynaması gibi ses duyardık.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Yine Cenâb-ı Hak Müddessir Sûresi’nde “Sekar Cehennemi”ne girenlerin beş vasfından ilk başta:

“Namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.

Cennet’e girenler…

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) Büyük selâmla karşılaşacaklar.

Cennet’e girenler soracak:

“–Siz niçin Cehennemliksiniz?” diye. Allah ömür verdi, Peygamber gönderdi, Kitap gönderdi; siz niçin Cehennemliksiniz?

Onlar:

“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.

Onun için en, evlâdına merhametli anne-baba, ufak yaşta evlâdını namaza alıştırandır.

Sonra;

“–Fukarâya yemek yedirmezdik.” diyorlar.

Cimri oluyor, hasis oluyor, Allah ne verdiyse kendine harcıyor. Mülkün, Allâh’a değil de kendine ait olduğunu zannediyor.

Üçüncüsü:

“–Bâtıla dalanlarla biz de bâtıla dalardık.”

İşte bugün görüyoruz, bir cep telefonu, yediden yetmiş, her istediği yere girip çıkıyor…

“–Cezâ gününü…”

Tabi kalp zindana dönüyor;

“–Cezâ gününü de yalanlardık. O hâlde ölüm de gelip bize çattı.” diyor. (Bkz. el-Müddessir, 43-47)

Ebû Firas vardı. Bu, Efendimiz’i çok seviyordu. Kuyudan su çekerdi veya çeşmeden su alırdı, Efendimiz’in kapısına koyardı her gece. Efendimiz de onunla hâcetini görür, abdest alırdı.

Bir gün dedi ki:

“–Ebû Firas dedi, ben herkese mukâbilini veriyorum, mukâbilini ne istersin, dünyadan iste.” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah dedi, ben dünyadan istemiyorum.” dedi.

“–Yok Firas dedi, beni müşkül durumda bırakma dedi. Ben borcumu ödeyeyim.” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah, ben dedi, Cennet’te Sen’inle beraber olmak istiyorum.” dedi.

“–Firas dedi, çok zor benden istediğin.” dedi.

Efendimiz’in makâmı, peygamberlerle beraber, onların en üstünde.

“–Çok zor istedin benden diyor. Onun için, madem öyle, bana yardım et dedi. Çok çok Allâh’a secde ederek huşû ile, bana yardım et.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Salât, 226)

Demek ki namazımız çok mühim.

Mîraç gecesinde de, gerçi Sâmi Efendi Hazretleri’nin müstehab olarak 12 rekât namaz bildiriyor ama, kazâ namazı olan, illâ kazâ namazı kılsın. Yine kazâ namazını fazladan kılsın, çünkü gâfilâne kılmış, yahut da tam dikkat edememiş namazları olmuştur.

Efendimiz olabildiği namaz kılardı. Farz namazları kılardı, Sünnet, Nafile, Duhâ, Evvabin, Teheccüd, Terâvih, Hâcet, Şükür, Husuf, Küsûf, Vudû gibi namazlar kılardı. Sanki dışarıdan görenler Efendimiz’i hep namaz kılıyor zannederdi.

Rasûlullah Efendimiz için secdeler, hayatının en lezzetli anlarıydı. Efendimiz’in hiçbir günahı olmadığı hâlde geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Yorgun düşünceye kadar saatlerce Kur’ân okurdu. Tabi bu, Kur’ân-ı Kerîm de çok mühim.

Yani, buyruluyor; Rabbimiz’e yakın olmak istiyorsak, hayatımızı murâkabe edelim: Ne kadar Efendimiz’e benziyoruz? Rabbimiz’in kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm ile ne kadar yakınız? Kur’ân-ı Kerîm’e hizmetimiz var mı? Ne kadar?

Bilhassa yavrularımızı Kur’ân iklimi ve ahlâkı üzerine yetiştiriyor muyuz?

Esas tahsilin Kur’ân-ı Kerîm tahsili olduğunun şuur ve idrâki içinde miyiz?

Müslümanların derdiyle dertleniyor muyuz?

Gariplerin, kimsesizlerin, yalnızların duâsını alabiliyor muyuz?

Bütün mahlûkâtı kuşatacak şefkat ve merhamete sahip miyiz?

İbadet hayatımız nasıl?

Namaz, kulun daha bu dünyada iken Rabbine mülâkî olmasıdır. O’nun huzuruna çıkmasıdır. Namaz, Hak âşıklarına doyulmaz bir heyecandır. İşte Mevlânâ diyor ki:

“Bir abdest al diyor, o abdest hiç bozulmasın diyor. Bir namaz kıl diyor, o namaz diyor, (bir vecd ile bin secde edecek bir namaz) o namaz bitmesin.” diyor.

Tabi namazda teslîmiyet vardır. Onun içindir ki, ham nefse namaz zor gelir. Birçok mâzeretler uydurur. Nefislerine mahkûm olanlar, namaza yaklaşamazlar. Veya nefs engelini aşamayanlar, sûret yapısında kılarlar ve gerçek namaz, pek az kimseye nasîb olur.

Yine buyruluyor:

“İki kişi aynı zaman, aynı mekânda iki rekât namaz kılarlar, aralarında fark, yer ile gök arasındaki…” diye bir rivâyette var. (Bkz. Gazâlî, İhyâ)

Cenâb-ı Hak:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz, Allâh’a saygıdan kalbi ürperenlerin dışında herkese (namaz) zor ve ağır gelen bir vazifedir.” Bakara, 45. âyet.

Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- diyor ki:

Bir adam Rasûlullah Efendimiz’e geldi ve:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana (dîni) öğret, çok kısa ve öz olsun!” dedi.

Efendimiz buyurdu:

“–Namaza kalktığın zaman, dünyaya vedâ eden bir kimse gibi namaz kıl! (Son namazın gibi.)

(İki:) Özür dilemen gereken bir sözü söyleme!

(Özür diliyorsun ama, bir cam kırılırsa istediğin kadar yapıştır, o çatlak izi belli olur.)

İnsanların elinde bulunan şeylerden de ümidini kes (yani müstağnî ol)!” buyurdular. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın dört tane derdi var. Birincisi, kendisinin namazı. Tabi çok ötelerde namaz kılıyor ama yine az görüyor. Demek ki ufuklar açılıyor. Ne buyuruyor:

“Yâ Rabbi (diyor) beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle…” (İbrahim, 40)

Çünkü bir babanın, annenin en çok üzerinde duracağı, anne yavrusuna merhameti varsa, onu ufak yaşta sevdirerek, okşayarak namaza alıştırması.

“Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelenleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duâmı kabul et!” (İbrahim, 40)

“Nefsini kötülüklerden arındıran, Rabbinin ismini zikredip namaz kılan, felâha erer.” (el-A‘lâ, 14-15) buyruluyor A‘lâ Sûresi’nde.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Hayırlı ameliniz, namazdır…” (Muvatta’, Tahâret, 6)

“Kıyâmet günü kulun hesâba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmiş ise, felâha erer ve maksûduna nâil olur. Namazlarını edâ etmemiş veya gafletle kılmışsa, kaybeder ve hüsrâna uğrar. Şayet farzlardan bir şey noksan olursa, (yine Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu):

«Kulumun nâfile namazları var mı, bakın?» buyurur. Farzların eksikliği nâfilelerle tamamlanır. Sonra kul diğer amellerinden de bu minvâl üzere hesâba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413; Nesâî, Salât, 9/462)

Çook hesaplarımız var!

Yine Efendimiz buyuruyor:

“–Amellerin hangisi en fazîletlidir?” diye sorulduğunda;

“–İlk vaktinde kılınan namaz.” (Tirmizî, Salât, 13/170; Ebû Dâvûd, Salât, 9/426)

Ezan okunduğu zaman hayatı durdurmak lâzım.

“Aman şu telefon geldi, aman şunun cevabı, aman şununla konuşayım…” derken, on rekâtlı namaz, otuz rekât gibi ağır gelir. Onun için namazı en güzel vaktinde cemaatle kılmak.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı vardır, son vaktinde ise affı vardır.” (Tirmizî, Salât, 13/172)

Tabi Efendimiz bunu hemen vaktinde namaz kılarak ümmetine numûne idi.

“–Allâh’a en sevgili amel hangisidir?” gibi sorulara Allah Rasûlü şu cevabı verir:

“–Allah için çok secde etmeye bak! Zira kendisi için secde yaptığında, Allah Teâlâ seni bir derece yükseltir ve bir günahını siler.” (Müslim, Salât, 225)

Yine burada bir, namazı canlandırır Efendimiz:

“Bir kişi rükû ve secdesini tam yaparak namazı güzel bir şekilde edâ ederse, namaz o kişiye:

«–Beni muhâfaza ettiğin gibi Allah da seni muhâfaza etsin!» der. Namaz yükseltilir (ve kabul edilir, buyruluyor).

Kişi rükû ve secdesini tam yapmayarak namazını güzelce edâ etmezse namaz ona:

«–Beni zâyî ettiğin gibi Allah da seni zâyî etsin!» der. Kıldığı namaz, bir paçavra gibi toplanıp o kişinin yüzüne çarpılır.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, III, 143; Süyûtî, Câmi, I, 58/364)

Bir de namaz kılmayanın hâlini düşün!

Yine Efendimiz:

“En kötü hırsızlığı yapan insan, namazından çalan kimsedir…” (Ahmed, V, 310; Dârimî, Salât, 78)

Efendimiz yine buyuruyor, rükûsunu, secdesini tam olarak yapmamızı bildiriyor Efendimiz:

“Rükû ve secdeden kalkınca belinizi tam olarak doğrultunuz.” (Bkz. Ahmed, V, 310; Dârimî, Salât, 78)

Yani “Semiallâhu li-men hamideh” deyince hemen secdeye gitmek yok. “Rabbenâ ve leke’l-hamd” diyecek kadar bir duruş…

Meryem Sûresi 58-59. âyet:

“…Onlar, çok merhametli olan Allâh’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, (maalesef işte) bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bunlar da «Gayyâ»yı boylayacaklar.” (Meryem, 58-59)

Sanki bugüne de bir misal bu…

Yine bu, Mîraç’ta, Efendimiz’e şarap, süt ve bal getirildi. Tabi şarap, bizim bildiğimiz şarap değil. Efendimiz buyuruyor; “ben diyor, sütü tercih ettim.” diyor.

Cibril de dedi ki, “Bu Sen’in ve ümmetinin yaratıldığı fıtrattır.” Yani ümmet-i Muhammed’e bir lûtuf bu, temiz bir fıtrat… Tabi, şeyle bertaraf ederse…

“Yine Sidre-i Müntehâ’da dört nehir gösterildi. İkisi zâhir, ikisi bâtın nehir.

«–Bunlar nedir Cibril?»” diye sordum. Cibril:

“–Şu iki bâtın nehir Cennet’teki iki nehirdir. Zâhir olanlar da (dünyadakilerden) biri Nil, diğeri de Fırat’tır.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58)

Bunlar; Peygamber Efendimiz’in peygamberliğinin de yeryüzünde genişleyeceğini, Nil ve Fırat çizgisindeki bereketli topraklarda mü’minler yerleşecek, buralardaki teslis ve putperestliğin son bulacağı, bir alâmet olarak Rasûlullah Efendimiz’e bildirilmiş oluyor.

Yine burada Efendimiz buyuruyor:

(Abdurrahman bin Avf’ı gördü. Cennet’le dünyada müjdelenenlerden biri, aşere-i mübeşşereden.)

“–Ben, Abdurrahman bin Avf’ı gördüm. Emekleyerek Cennet’e, giriyordu.” (Fakirlerin arasında. Oturduğu yerde emekleyerek. Çocukların ayağa kalkmadan gidişi gibi).

«–Sen niye bu kadar ağır geliyorsun?» diye sordum. Dedi ki:

«–Yâ Rasûlâllah! Malımın hesâbı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki, bir daha Siz’i göremeyeceğimi zannetmiştim…»” (Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)

Ki, aşere-i mübeşşereden.

Yine manzaralar bildiriyor Efendimiz:

“Bir topluluk gördüm ki; dudakları deve dudağı gibi idi. Bazı memurlar dudaklarını kesiyor ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyordu. Bu taş, onların makatlarından çıkıyordu.

«–Ey Cibril bunlar kimlerdir?» dedim.

«–Bunlar, yetimlerin malını haksızlıkla yiyenlerdir.» (Taberî, XV, 18-19)

Sonra bir toplum daha gördüm ki; derilerinden sırım kesiliyor ve bunların ağızlarına tıkılıyordu. Bunlara;

«–Yediğiniz gibi yiyin!» diyorlardı. Bunların kim olduğunu sordum;

«–Bunlar, koğucular (gıybet edenler), fitnecilerdir, insanların etlerini yerler, sövmekle ırz ve namuslarına saldırırlar.» (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878) Allah korusun!..

Yine bir topluluk gördüm, bunlar önlerinde en güzel kebaplar olduğu hâlde onları bırakıp ötedeki leşlere saldırıp (leşleri) yemeye gayret ediyorlardı.

«–Bunlar kimdir?» dedim.

«–Bunlar helal kıldığımızı bırakıp harama giden zinakârlar.»

Sonra karınları evler gibi şişmiş insanlar gördüm. Bunlar Firavun âilesinin yolu üzerinde bulunuyor. Firavun âilesi sabah-akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor ve bunların üstüne basıyor, onlar fırlıyorlar, karnı ağır basınca ve yere düşüyorlar ve Firavun âilesi ayakları altında çiğneniyorlar. Bunların kim olduğunu sorduğumda;

«–Bunlar faiz yiyenlerdir.»

Âyette onların misâli “kendisini şeytan çarpmış olan kimseler gibi”dir. (Bkz. el-Bakara, 275)

Sonradan birtakım kadınlar göğüslerinden asılmış, birtakım, yani başları aşağıda, ayakları yukarıda, gördüm. Bunların kim olduğunu sordum.

«–Bunlar zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır.»

Tabi, -Allah korusun- bu da çocuk öldürme, bugün de had safhada, kürtaj kasaplarının elinde… Belki o çocuk yarın baston olacak.

Yine Efendimiz, yine câlib-i dikkat bir hâdise bildiriyor:

“(Mîrâc esnâsında) Cennet’in kapısında durup içeriye baktım. Oraya girenler ekseriyâ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler (hapis olarak bekliyorlardı). Bunlardan Cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennem’in kapısında durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.” (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)

Bu da fâsık kadınlar, sâliha kadınlar değil. Onlar, Cennet onların ayaklarının altında…

Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfiyle bilhassa hanımlara, azâb-ı ilâhîye dûçâr edecek davranışlardan kendilerini korumaları için husûsî bir îkazda bulunmaktadır.

Yine, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a “Sıddîk” lakabı verilmiştir.

“–Sen bunu da kabul edecek misin, tâ göklere çıkmış, hemen inmesini?” Ebû Bekir Efendimiz’e diyorlar.

“–Ben O’nun bundan daha çok ötesini tasdik ediyorum (diyor Ebû Bekir Efendimiz). Sabah-akşam getirdiği âyetleri tasdik ediyorum.” dedi.

“O haberleri gönderen, kendisini oralara götüremez mi? Yani siz bu kadar ahmak mısınız?” diyor.  (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 5)

Sonra, Beyt-i Makdis’i sordular Efendimiz’e, cevaplarını aldılar. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 41; Tefsîr, 17/3; Müslim, Îman, 276)

Sonra:

“–Kervandan bir haber var mı yolda?” diye. Efendimiz, gelen kervanı teferruatıyla bildirildi.

“–Ne zaman gelecek?” denildi.

“–Güneş doğması ile girecek.” dedi Efendimiz.

Kervanı gördüler:

“–Bu apaçık bir büyüdür.” dediler kalbi kilitli olanlar. (Bkz. en-Neml,13; es-Saff, 16) (İbn-i Hişâm, II, 10; İbn-i Seyyid, I, 243; Heysemî, I, 75; Beyhakî, Delâil, II, 356)

Kardeşler! Mîraç Gecesi, Kadir Gecesi’nden sonraki en fazîletli gecedir. Muhakkak ki bu gecenin ihyâsı çok ehemmiyetlidir.

İşte Sâmi Efendi Hazretleri’nin Duâlar ve Zikirler’de bazı tavsiyeleri var. Fakat ben sizlere, eğer kazâsı olan varsa, yahut da kazâ yoktur da gençken filân, dikkatsiz kılınan namazlar varsa bu gece kazâ namazı kılmalarını, tavsiye edilir.

Çölden bir bedevî geldi, çöl bedevîsi, yani câhil. Rasûlullah Efendimiz’e dedi ki:

“–Rabbimiz bize yakın mıdır?” dedi. “Yakınsa O’na içten sessizce yalvarayım. Eğer uzaksa yüksek sesle bağırarak ben nidâ edeyim.” dedi.

Bu suâle cevap olarak Allah Teâlâ, şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

(Ey Habîbim!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda (Sen kullarıma söyle); Ben çok yakınım. Bana duâ ettikleri vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm.

[Yani “وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ”

“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Şah damarından daha yakındır.” (Bkz. Kāf, 16)]

O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar (şerîati takvâ ile yaşasınlar), Bana (aşk ile) inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.” (el-Bakara, 186, [Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 215])

Allah cümlemize -inşâallah- şerîati takvâ ile yaşamayı nasîb eylesin. Bir aşk ile -inşâallah- bir kulluğumuzu îfâ etmeyi…

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112]) âyet-i kerîmesinin şümûlü içinde kulluğumuzu Cenâb-ı Hak ihsan eylesin.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla, Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..