03 Mayıs 2021 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

3 Mayıs 2021 Sohbeti

Muhterem Kardeşlerimiz!

Fussilet Sûresi’nin 30 ve 36. âyetler… Sohbetimiz bu âyetler üzerine -inşâallah-. Teberrüken, bereket olması için, üç İhlâs bir Fâtiha;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine,

İnşâallah bu Ramazân-ı Şerîf’in ümmet-i Muhammed için bir rahmet, bereket, huzur olması, bütün İslâm dünyasına, niyâzıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak seksen küsur yerde;

“Ey îmân edenler!” hitâbı var. Orada Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarına verdiği mesajlar var.

Bu mesajların en mühimi:

يَآ اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun (takvâ sahibi olun) ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Tabi bu müslüman olarak can vermek, bir sefere mahsus, yani tekrarı yok.

Demek ki bütün hayat, müslüman olarak can vermeye bir hazırlık hâlinde olacak. En mühim mesaj da bu.

Allâh’a kul olmak. (Bkz. ez-Zâriyât, 56)

Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek. [Bkz. İbn-i Kesîr, IV, 255]

Âdem -aleyhisselâm-’dan beri bu dershâne çalışıyor devamlı. İnsanlarla, cinlerle bir taraftan doluyor, bir taraftan boşalıyor. Kıyamete kadar bu dünya dershânesi, bu cihan devam edecek. En nihâyet son insanla infilâk edecek, başka bir ömür, başka bir hayat başlayacak.

Sırf “îman ettik” demek kâfî değil. Mü’min, nefsânî arzularından uzaklaşacak. Gönül âlemini tekâmül ettirecek.

Âyette buyruluyor:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, yalnız, «biz îman ettik» demekle bırakılacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak:

“اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Yani;

“O ki (Allah -celle celâlühû-), hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)

Cennet ucuz değil; fakat Cehennem de lüzumsuz değil.

En mühim çâre, Cenâb-ı Hak;

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’(ın dinine) yardım ederseniz (yani İslâm’ın yeryüzünde şahidi olursanız, yaşarsanız yaşatırsanız) O da size yardım eder (Cenâb-ı Hak), ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.

Demek ki, nefisle ruh, ikisinin büyük bir kavgası var. Mevlânâ buyuruyor ki:

“Sen diyor, Firavun’u da diyor, Mûsâ’yı da diyor, dışarıda arama diyor. (Mecâzî olarak ifade ediyor.) İkisi diyor, senin iç âleminde bir kavga hâlinde, bir savaş hâlinde buyuruyor. Yeter ki diyor, Mûsâ diyor, Firavun’u bertaraf etsin.”

Yani nefsânî arzular bertaraf edilsin.

Yine, ayrı bir mesaj Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun (ittikā edin), herkes, ya­rına ne hazırladığına baksın. (Yarın, belki bin sene bile olsa, öbür âlem sonsuz. Onun için Cenâb-ı Hak «yarın» buyuruyor.) Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

Yarına hazırlanabilmek…

Cenâb-ı Hak her an bütün mahlûkâtıyla beraber. İnsan, cin, hayvanat, nebâtat vs…

Buyruluyor:

“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Her an sizinle beraberdir.

Yaratan Cenâb-ı Hak; beraber olması gayet tabiîdir.

Ondan sonra bir ihtar âyeti var, Haşr Sûresi 19. âyetinde:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın!..” (el-Haşr, 19)

Demek ki insan, Cenâb-ı Hakk’ı unuttuğu zaman, yani Cenâb-ı Hakk’a nankör olduğu zaman, kalp gözü âmâ olduğu zaman, Allah da onu unutuyor, hayatın bir faciasına dûçâr oluyor.

Rabbimiz, kullarıyla dost olmayı arzu ediyor. Dostluk nedir?

Dostluk; sevenin, sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır.

Yâkub -aleyhisselâm-’ın 12 evlâdı vardı. Kendi iç dünyasını, karakterini, şahsiyetini Yusuf’ta gördü, Yusuf’ta, diğer çocuklardan çok daha fazla meyli oldu. Bir kulda da Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları o kalpte tecellî ederse, o kalp Cenâb-ı Hak ile dost oluyor.

Dostluk için, Cenâb-ı Hak, yeryüzünde kulunun Rabbinin şâhidi olmasını… Yani dîni yaşayacak, dîni temsil edecek. Âyet-i kerîme şu şekilde, Bakara 143:

“Böylece sizin insanlığa şahit olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil (hayra temâyüllü) bir millet kıldık…” buyruluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu.

Cenâb-ı Hak, verdiği nîmetlerin tâkati kadar mes’ûl tutuyor. Cenâb-ı Hakk’ın, bütün insanlara, mü’minlere verdiği nîmetler farklı. Peygamberlere de farklı.

Zekâtın nisâbını biliyoruz. Zekât şu kadar, kırkta bir verilir diyoruz. Fazla verirsen daha iyi diyoruz. Fakat istîdâdın nisâbını bilmiyoruz.

Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (Bkz. et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak verdiği nîmetlerin fazlasını istemiyor.

“مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ” buyuruyor. (el-Bakara, 286) Fakat tâkati istiyor.

Îman nîmeti, en büyük nîmet. En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmamız. Cenâb-ı Hak bizim bu nîmeti ödememizi arzu ediyor.

İşte ashâb-ı kirâm bu sebepten, irşad için, dünyanın dört bir tarafına sefer etti: Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Afrika’ya girdi. Arkadan gelenler Endülüs’e gitti. Velhâsıl bir sefer oldu.

Çünkü bir mü’minin iki hususiyeti zarûrî:

Biri ferdî hususiyeti. Kendisini ihyâ edecek. Müttakî olacak, takvâ sahibi olacak, ihsan sahibi olacak, irfan sahibi olacak. Ve bu gönülle de dünyanın akışından kendisini mes’ûl görecek.

İstikâmet sahibi olacak. Cenâb-ı Hak:

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

Buyuruyor. Yani: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112)

Bu âyet indiği zaman Rasûlullah Efendimiz’in sakalına aklar düşmeye başladı. İki husus vardı: Bir, kendi mes’ûliyetinden sakalına ak düştü. Bir de ümmet-i Muhammed’in durumundan ak düştü. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini çok seviyordu. Bir ananın-babanın muhabbetinden daha fazlaydı. Onun için, Efendimiz daima ümmete duâ ediyordu. Ümmetin de ümmete duâ etmesini;

اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً

(Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!)

Bu duâyı mü’minlerin de, mü’min kardeşlerine karşı Rasûlullah Efendimiz tekrarını istiyordu. (Bkz. Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702;  Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)

Fussilet Sûresi’nin 30. âyeti. Cenâb-ı Hak burada buyuruyor ki:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip (yani tam bir istikâmette olarak, Allah rızâsında istikâmetlenerek), «ثُمَّ اسْتَقَامُوا» istikâmette yürüyenler, onlar üzerine melekler iner. Onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan Cennetle sevinin.» derler.”

Enes naklediyor:

Bu âyet nâzil olduğu zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Kâbe’nin Rabb’ine yemin olsun ki onlar (yani bu âyette ifade edilen kimseler) benim ümmetimdir.” (Bkz. Kurtubî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, XVIII, 417)

Elhamdülillâh, ümmet-i Muhammed, bu takvâ muhtevâsında yaşayanlar için, o şiddetli günlerde korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-. O, «ثُمَّ اسْتَقَامُوا» istikâmet kelimesinden; îmanda sebât etmek, yani îmandan bir taviz vermemek, îmânını güçlendirmek…

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- da amellerini ihlâsla îfâ edebilmeyi, buyurmuşlardır.

Yine Süfyân bin Abdullah -radıyallâhu anh- Efendimiz’e şöyle demişti:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı öyle anlat ki, onu Siz’den sonra bir başkasına sorma ihtiyacı duymayayım!”

Efendimiz ona şöyle buyurdu:

“…Îman ettim de, sonra dosdoğru ol!”

Yani hayatın bütün muhtevâsında dosdoğru ol.

Bu suâline devamla:

“–Peki, yâ Rasûlâllah! En fazla korunmam gereken şey nedir?” diye sordu.

Efendimiz mübârek eliyle dilini gösterdi. (Ahmed, III, 413. Ayrıca bkz. Müslim, İmân, 62; Tirmizî, Zühd, 61; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Demek ki lisan çok mühim.

Enes bin Mâlik rivâyet ediyor. Bir cemaatle oturuyorduk:

“–Şimdi yanınıza Cennetlik bir adam gelecektir.” buyurdu Efendimiz.

Bir baktık ki Ensar’dan, abdest suyu sakalından damlayan, ayakkabılarını sol eline almış bir adam çıkageldi.

Yine ertesi gün Rasûlullah Efendimiz yine evvelki gibi söyledi.

“–Şimdi yanınıza Cennetlik bir adam gelecek.”

Baktım aynı kişi, abdest alarak geliyordu.

Üçüncü gün aynı şey oldu. Yine:

“–Şimdi yanınıza Cennetlik bir adam gelecektir.” buyurdu.

Abdullah bin Amr da bu adamı takip etti. Dedi ki ona:

“–Ben dedi, babamla münâkaşa ettim. Üç gün onun yanına gitmeyeceğim, ona yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi.

Adam da kabul etti. Daha sonra Abdullah bin Amr şöyle ifade ediyor:

“Üç geceyi de onunla beraber geçirdim diyor. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini görmedim. Ancak fecre kadar zaman zaman uyanıyordu, zikrediyordu, tekbir getiriyordu. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini işitmedim. Hep ağzından hayır çıkıyordu.

Sanki onun amelini küçümser gibi, dedim ki ona:

«–Ey Allâh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilâf yoktu. Fakat Allah Rasûlü sana, bu gelen Cennetliktir dedi. Ben de merak ettim. Sen hangi amelin var ki Cennetlik oldun. Fakat baktım ki benimle senin amelin arasında bir fark göremedim ben. Fakat Allah Rasûlü sana Cennetlik dedi, bana demedi, bize demedi.»

O zât da dedi ki:

«–İşte dedi ben, gördüğünden, senin gördüğünden başka bir şey değilim.» dedi.

Fakat ben, ayrılmak için döndüğümde ardımdan seslenerek dedi ki bana:

«–Benim amelim, senin gördüğünden başka bir şey değildir. Ancak benim bir, şu hususiyetim var. Ben müslümanlardan hiç kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam. Allâh’ın verdiği herhangi bir nîmet ve hayırdan dolayı da kimseye haset etmem.»” (Ahmed, III, 166)

Demek ki şu var, yani bir mü’min, bir mü’min kardeşiyle arası daima düzgün olacak. Cenâb-ı Hak yine diğer bir âyette, Enfâl Sûresi’nde:

“…Aranızı düzeltin, eğer müslümansanız.” diyor. (Bkz. el-Enfâl, 1)

“Ben haklıydım, o haklıydı.” olmayacak. Bir mü’min diğer bir kardeşiyle arasını düzeltecek. Hiçbir mü’min kardeşine kin tutmayacak.

Cenâb-ı Hak yine Nur Sûresi’nde:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr 22) diyor.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- kızına iftirâ atan kimseye:

“–Ben bundan sonra buna sadaka vermeyeceğim.” dedi. Fakat bu âyet indikten sonra; (Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?) sadaka vermeye devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Cenâb-ı Hak cümlemizi affa mazhar eylesin -inşâallah-.

Onun için bilhassa şu Ramazan günümüzde, hiçbir müslüman kardeşimize içimizde en ufak bir kin, burukluk, soğukluk olmasın. İnşâallah onu affedelim ki kalben, Cenâb-ı Hak -inşâallah- bizi de -inşâallah- affedilmiş olarak Cennet’ine alır.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“–Ebû Damdam’dan siz daha mı âcizsiniz?”

Sahâbî diyor ki:

“–Yâ Rasûlâllah, biz Ebû Damdam diye birisini bilmiyoruz, kimdir o?”

“–O diyor, geçmiş kavimlerde gelen sâlih bir mü’mindi. Her sabah kalktığı zaman:

«–Yâ Rabbi, benim dedikodumu kim yapmışsa, beni kim küçümsemişse, ben onlara hakkımı helâl ediyorum.» diyordu.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Demek ki gönül âlemi, tertemiz olacak, berrak olacak.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki:

“Her namazınızı, son namazınız gibi, o şuurla kılın.” buyuruyor. (Bkz. Deylemî, Müsned, I, 431) Tabi bu çok güç.

Biz de şunu idrâk edelim ki, bu Ramazan günlerinde, Cenâb-ı Hakk’ın affının, merhametinin, şefkatinin tuğyân ettiği bir aydayız. Ramazan’ımızın son Ramazan olabileceği şuuruyla, büyük bir kalbî teyakkuzla Ramazân-ı Şerîf’i değerlendirelim ve bu gufran ayının kadrini, kıymetini bilip ondan, Kadir Gecesi’nden tertemiz çıkabilme gayretini gösterelim. Elimizden gelen hiçbir hayrı ertelemeyelim. Hiçbir sâlih ameli de ihmâl etmeyelim.

Tabi bunun yanında şu da var kardeşler! En mühimi, helâlleşelim. Efendimiz:

“Âhirette rezil olmaktan dünyada rezil olmak daha hafiftir.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Esir, el-Kâmil, II, 319)

Çünkü orada sevaplarını vereceksin. Sevapların bitti, onun günahını alacaksın.

Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin de bir îkâzı var:

“Eğer dedikoduya çok alışmışsan diyor, anneni-babanı dedikodu et de diyor, onlara sevabın geçsin diyor. Yabancıya gitmesin sevabın.” diyor.

Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri bu âyet okunduğu zaman:

“Allâh’ım Sen bizim Rabbimiz’sin. Bizi istikâmet ve doğruluk üzere rızıklandır.” buyuruyor.

Şimdi burada; “melekler iner ve Cennet’i müjdelerler.” Bu, tefsirlerde üç fasılda olacak buyruluyor; bu istikâmette olanlar için.

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112]) âyetinin şümûlüne girenler için.

Birincisi; ölüm esnâsında. Son nefesi verirken. İnsanın en zor ânı. Orada dünyaya ait perdeler kapanıyor, öbür tarafa perdeler açılıyor, ukbâya açılıyor. Hattâ Yâsin’in ikinci sayfasında Cenâb-ı Hak Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Onu taşlıyorlar. Son nefesini verirken, kendini taşlayanlara acıyor:

“Keşke diyor, Rabbimin diyor, bana verdiği mükâfâtı bilselerdi.” buyuruyor. (Bkz. Yâsîn, 26­27)

Onun için şu hayat zaten bir son nefese hazırlık.

Rivâyette buyruluyor:

Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, öyle haşrolursunuz.” (Bkz Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Demek ki bu melekler, müjdeye, bir; ölüm ânında gelecekler.

“Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennet’le sevinin.” diyecekler. (Bkz. Fussilet, 30)

İkincisi; kabirde. Ayrı bir âleme gireceğiz. Nasıl insan, dünyaya gelmeden bir ana karnında, deselerdi ona; dünyada şu şu şu var diye, şaşırırdı o şuur olsaydı. Şimdi; ruh bedenden çıkıyor. Bedenin fonksiyonu bitiyor. Fakat rûhânî bir şekilde gireceğiz ama, o âlem nasıl bir âlem? Ayrı bir dünyaya doğacağız. Değişik bir dünyaya doğmuş olacağız.

Esasında bedenin ölümü, rûhun bir doğuşudur. Efendimiz buyuruyor:

“Ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut da Cehennem çukurlarından bir çukur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Yine o, Efendimiz’den bu kabir ahvâli üzerinde, bazı rivâyetler geliyor. Meselâ bir uzun bir hadîs-i şerîf var. Orada sâlih insan, kabre girer, Münker-Nekir’in sorularına cevap verir. Sonra güzel bir siluet görür, şekil görür. Ona sorar:

“–Sen kimsin, nereden geldin?” der. Hoşuna gider. O da der ki:

“–Senin dünyadaki sâlih amellerinim ben.” Namazın, orucun vs. vs…

Ona iki pencere açılır, denir ki ona:

“–Bak, sen dünyadayken Cennet’i tercih ettin.” denir.

Öbür, fâsık gelir. Doğru dürüst cevap da veremez. Kabirde ona bir siluet gelir, çok çirkin bir siluet, pis kokulu bir siluet gelir.

“–Sen kimsin der, bu zor ânımda benim?” der. O da:

“–Senin dünyada işlediğin o seyyielerdir, haramlardır, kötü amellerdir, kerahatlerdir.” der.

Ona da iki tane pencere açılır:

“–Sen dünyadayken Cehennem’i tercih ettin.” denir. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)

Cenâb-ı Hak muhafaza buyursun!

Ondan sonra “Ba‘sü ba‘de’l-mevt.” Bu “ba‘sü ba‘de’l-mevt”, mezardan kalkışta olacak. O zor, dehşetli bir an, o an da. Orada yine melekler:

“Korkma, üzülme, Allâh’ın sana verdiği Cennet müjdesiyle sevin.” diyecekler. (Bkz. Fussilet, 30)

Bazı müfessirlere göre melekler;

“Dünyada dînî ve dünyevî meselelerle karşılaştıklarında takvâ sahibi kimselerin sadırlarını genişletir, ona ferahlık verir, sabır verir, bazı ilhamlarda bulunarak onu korkudan berî eder ve hüznünü giderir.” (Bkz. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XII, 372)

Gâye, dost olabilmek Cenâb-ı Hak’la. Yani cemâlî sıfatların kalpte tecellî etmesi. İslâm’ın, hayatın bütün safhasında yaşanması. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Demek ki çok korkulacak, çok üzülecek anlar gelecek ki, Cenâb-ı Hak:

“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyuruyor. Onlar kimler?

“Onlar, îmân edip takvâya ermiş olanlar. (Yûnus, 63)

Îman güçlü olacak. O güçlü îmânın neticesinde takvâ sahibi olacak. Yani bütün amelleri, vecd ve istiğrak hâlinde, bir rûhâniyet içinde, huşû içinde, Allâh’ın verdiği emirleri îfâ edecek.

Yine âyetin devamında, Yunus Sûresi’nde bu:

“Dünya hayatında da âhirette de o (Allah dostları)na müjde vardır. Allâh’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Yûnus, 64) buyruluyor.

Yine Rabbimiz, kâmil mü’mini tarif ederken, birincide;

“وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” buyuruyor. “…Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)

Allâh’ın azametini tefekkür eder. Kendi durumunu tefekkür eder. Allâh’ın verdiği nîmetlerin şükrünü tefekkür eder. Yanlışlarını, ona bir pişmanlık içinde olur.

Kâmil olmanın birinci vasfı bu.

İkinci vasfı:

“زَادَتْهُمْ اِيمَانًا” buyruluyor.

“…Kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artar…” (el-Enfâl, 2)

“Okunan bu âyetin muhtevâsında ben ne kadar varım?..”

Ve Cenâb-ı Hakk’a sadâkat, Rasûlullah Efendimiz’e sadâkat…

Kul her âyette tefekkürünü artıracak. Tabi bu, kalpte derinlik varsa artırabilir, yoksa olmaz. Zaten Peygamber’in üçüncü vazifesi “Kitap ve hikmeti tâlim etmesidir, öğretmesi”dir.

Üçüncü madde de:

“…Onlar Rab’lerine dayanıp güvenen kimseler.” (el-Enfâl, 2) Yani tevekkül ederler, O med-cezirlerde tevekkül ederler Cenâb-ı Hakk’a, teslim olurlar.

Ondan sonra gelen dördüncü madde de:

“Onlar namazlarını ikame ederler…” (el-Enfâl, 3)

Bir huşû içinde namaz kılarlar. İlâhî huzurda olduklarının idrâki içinde namaz kılarlar. “Namaz, mü’minin mîrâcıdır.” (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313)

Cenâb-ı Hak;

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Felâha eren kullarının başında da namazlarını huşû ile kılanlar…

Namaz huşû ile edâ edildiği zaman, psikiyatrik bir rahatsızlığa rastlanmıyor aslâ. Asr-ı saâdette yoktu psikolojik bir rahatsızlık. Çünkü “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Tabi, bedenin kıblesi Kâbe olacak, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak. Cenâb-ı Hak hepimize nasîb eylesin.

Zekât, sadaka, infak ibadetini gönül huzuruyla yerine getiren bir toplumda da sosyolojik bir patlama olmuyor.

Velhâsıl bir mü’minde, bir ibadet zevki olacak, infak zevki olacak, kulluğu yaşamanın zevki olacak.

Beşinci madde de:

“…Kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.” (el-Enfâl, 3)

Daima kul şunu düşünecek: Mal-mülk kimindir?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan (zikirden yani), namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar; kalplerin ve gözlerin allak-bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)

Demek ki devamlı bir korku içinde olacaklar. Çünkü ameller dökülecek ortaya. Birçok amellerimizi unuttuk. Fakat;

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿7﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿8﴾

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Zerreler dökülecek önümüze.

Namaz, ferdî ibadetlerin en mühimi. Namazı cemaatle kılmaya gayret etmek… Efendimiz onda çok ısrarla dururdu. Ravza’ya geldiğinde şöyle bir göz gezdirirdi; acaba gelmeyen var mı? Gelmeyen varsa sorardı. Seyahatteyse duâ ederdi. Hastaysa şifâ dilerdi. Eğer gafleten gelmemişse onu da îkaz ederdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Burada, sevabı misli misli. Fakat burada da 25 misli veyahut 27 misli Cenâb-ı Hak ecir ihsan ediyor.

Bir de o cemaatte sâlih kimseler vardır. O sâlih kimseler sebebiyle hepsinin, bütün cemaatin namazı kabul olur.

Demek ki ferdî en mühim vazifemiz namazdır. Hizmet ise, ictimâî ibadetlerimizin en mühimidir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu nimetin bedelini ödeyebilmek. Kendimizi devrin akışından mes’ûl görebilmek.

Hizmet nedir? Hizmet, Allah rızâsının aranmasıdır. Nefsin hodgâmlığından kurtulmayan, hizmete koşamaz. Samîmiyetle yapılan hizmetler de, Hakk’a vuslat iştiyâkının davranışlara aksetmiş şeklidir.

Sahâbî, bu konuda bizler için çok güzel bir misaldir. Onlar dâimâ; “yarın bu nefsin konağının mezar olacağı; esas hayatın, âhiret hayatı” olduğunun telâkkîsi içinde yaşadılar.

Fütûhatlar oldu. Kuzey Afrika fethedildi. Ganimetler geldi. Mü’minler zenginleşti. Fakat oburluk, israf denilen şey, Allah Rasûlü’nün ashâbının tanımadığı bir hayat tarzıydı.

Yani dünya nîmetlerini kendi nefislerine tahsis etmekten ve haddinden fazla kullanmaktan kaçındılar. Îmânın lezzeti ve heyecanı ile, nîmetleri insanların hidâyet için sarf ettiler. O vâsıta kullandılar. Hizmet, hayat tarzları oldu. Gönüllerde dâimâ şu telkinler oldu, kendi gönüllerinde;

“Allah, bizim nasıl olmamızı ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister? Yoksa Allah Rasûlü bize serzenişte bulunur mu kıyâmette?..”

Efendimiz bir gün Muaz’ın elinden tuttu. Çok severdi Muaz’ı, onu Yemen’e gönderdi irşad olarak:

“–Ey Muâz dedi, Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. (Dostun, dosta tavsiyesinde bulundu:)

Ey Muâz, sen her namazın sonunda:

«Allâh’ım! Seni zikretmek, Sana şükretmek, Sana güzelce kulluk etmek için bana yardım et!»…” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Yardım Allah’tan gelecek. Onun için Cenâb-ı Hak zikrin bir lezzetini ihsân etsin.

Şükrün sonu yok, ucu açık. Ettiğin şükürlere de bir şükretmen lâzım. Ucu açık, sonsuza kadar gider. Yani ömrümüzün her ânını Cenâb-ı Hak ile beraber olduğumuzun şuuru içinde geçirebilmek…

Sonsuz lûtuf, ihsânıyla biz kullarına ikrâm ettiği nîmetler için dâimâ Cenâb-ı Hakk’a bir teşekkür edâsı içinde bulunabilmek.

Bugün dünyanın değişik coğrafyaları içinde olabilirdik, bâtıl akîdeler içinde olabilirdik…

Hayâtımız; “tâzim li-emrillah, şefkat alâ halkillah”… Demek ki “tâzim li-emrillah” Allâh’ın emirlerini bir huşû ile îfâ etmek. “Şefkat alâ halkillah” Allâh’ın bütün mahlûkâtına, hepsine şefkatle muâmele etmek. Daima;

“Beni yaratan Allah, bu mahlûku da yaratan Allah. O benim için yarattı…”

Mü’min, bu bakımdan, bütün mahlûkâta bakarken, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak.

Kulluk, amel-i sâlihlerle kemâle erer.

Zahirî farzlar: Namaz, oruç, zekât, hac vs…

Bâtınî farzlar var. İkisi birbirini tamamlar.

Demek ki bâtınî farzlar tam değilse, zâhirî farzlarda da birtakım eksikler var. Eğer zâhirî farzlarda eksiklikler varsa bâtınî farzlarda da eksiklikler var.

Bâtınî farzlar neler?

En başta güzel ahlâk: Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanabilmek.

Tefekkür: İlâhî bir laboratuvar kâinat ve kevnî âyetlerle, her şey Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini…

İnsan şu halının üzerinde secde ederken bile tefekkür edecek. Koyunu, insan için yarattı. Etini yiyorsun, derisini kullanıyorsun. Gübresini kullanıyorsun. Tüyünden de işte halılar yapılıyor.

Ve tefekkür edecek. Suyu içerken tefekkür edecek. Güneş’e bakarken tefekkür edecek. Sonbahar, ilkbahar, kış, yaz, toprağa bakarak tefekkür edecek. Yediği meyveye bakarak tefekkür edecek.

Diğer husus; merhamet ve cömertlik: Bu da çok mühim. En mühimlerinden biri de bu. Cenâb-ı Hak cömert. Onu Kadir Gecesi’nde görüyoruz. En cömertliğin sonsuzluğunu. Cenâb-ı Hak günaha bir günah yazılıyor, sevap ise, yedi misli oluyor, yedi yüz misline kadar çıkıyor. Fakat Kadir Gecesi ise sonsuza, bir ömür boyunun, bir seksen küsur senenin, bin ayın ecrini, Cenâb-ı Hak bir gecede ihsân ediyor.

Cenâb-ı Hakk’ın bu cömertliğine dikkat ederek biz de ne kadar cömert olacağız?

Diğer husus; adâlet (hak-hukuk):

–Anne-babanın hukuku: “قَوْلًا كَرِيمًا” (tatlı ve güzel söz söyle) buyuruyor Cenâb-ı Hak. (el-İsrâ, 23)

–Eşler hukuku: “قُرَّةَ اَعْيُنٍ” Bir “göz nûru” olmamız bildiriliyor. (el-Furkân, 74) Takvâda bir önder olmamızı, yaşayarak takvâyı temsil etmemizi.

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Komşuluk hakkı: Efendimiz buyuruyor ki:

“Cebrâil o kadar bana telkin etti ki yani komşunun komşuya mirasçı olacağını zannetmiştim.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141)

Din kardeşliğinin hukuku: Onun eksikliğini telâfi edeceksin. Arayacaksın, muhtaçsa. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Onlar iffet sahibidir buyuruyor. O iffet sahiplerini bulacaksın, onların ihtiyacını göreceksin. Onları tanıyacaksın, sîmâlarından tanıyacaksın. Tabi buna da kalp lâzım sîmâdan tanımak için.

Diğeri; mahlûkâta karşı hukuk: Onlar da kıyamette dirilecek. Eğer bir zulüm görmüşse… Mahlûkâta karşı hukuk.

Hak-şinaslık olacak, tevâzû olacak. Bir mü’min, “el-Emin, es-Sâdık olacak. Elinden-dilinden müslümanların müstefid olduğu kimse olacak. İhlâs olacak, samimiyet olacak. Edep olacak, hayâ olacak, sabır olacak. Zâhir farz ibadetlerle, bu bâtın farz ibadetlerin, birbirini tamamlaması îcâb ediyor;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur; onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62]) olabilmesi için.

Zâhirî günahlar var:

Kumar, içki, zinâ, sirkat vs. emsalleri…

Bir de bâtınî günahlar var:

Ehemmiyet verilmiyor. Dil alışıyor çünkü. Dil alıştığı için, tabiî hâle geliyor.

En başta gurur-kibir. Allah korusun! “Ben!” demek.

Cenâb-ı Hak:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])

“Yazıklar olsun.” buyuruyor.

Küçümseyen, kaş-göz işareti yapan. Niye yapıyor bunu? Kibirden yapıyor. Niye insan gıybet eder? Kibirden yapar. Yani onda küçük hasletler var, o bende yok demektir zımnen. O, dilin bir âfetidir. Dinleme varsa o da kulağın âfetidir.

Gurur, kibir, haset olmayacak. Allâh’ın taksimine râzı olacaksın. Öyle huzur bulacaksın.

Öfke olmayacak. “…Gayzlarını yenerler…” (Âl-i İmrân, 134) buyruluyor.

Riya/gösteriş, aslâ! Cimrilik aslâ! Allâh’ın verdiği nîmetleri kendine tahsis etmeyeceksin.

İsraf, aslâ olmayacak! En kötü israf, zamanın israfı.

Tecessüs olmayacak. Kusur arama olmayacak. -Allah korusun- yalan olmayacak. Gıybet olmayacak.

Böylece zâhirle bâtın, birbirine destek olacak. Yani bâtınî haramlardan kaçınmak, en az zâhirî haramlar kadar mühim.

Zâhirî günahlar, bâtınî günahların bir eseri. Daima birbirini tetikler.

Ancak bir mü’min, zâhirî ve bâtınî emirleri îfâ etmek, zâhirî ve bâtınî haramlardan korunmak sûretiyle, ancak o şekilde bir kemâl buluyor, kemâle erişiyor.

Kalbinde cemâlî sıfatları cem eden bir mü’mine de Cenâb-ı Hak, ona dostluk nazarı ile bakıyor. Onu Cennet’e davet ediyor, Dâru’s-Selâm’a davet ediyor.

Efendimiz bazı ashâb-ı kirâma ayrı ayrı dikkati çektirirdi. Meselâ Tirmizî’nin rivâyet ettiği hadiste, Efendimiz buyuruyor:

“Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…” (Tirmizî, Menâkıb, 20)

Demek ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hâline dikkat etmemiz lâzım.

Halîfeliğe ilk seçildiği gün hutbeye çıktı. Büyük bir tevâzu ile:

“Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım hâlde başınıza emîr tayin edilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım edin. Yanlış hareket edersem de bana doğru yolu gösterin…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)

Ki Kur’ân-ı Kerîm’de “ikinin ikincisi” geliyor. (Bkz. et-Tevbe, 40)

Demek ki ibâdurrahman, Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar, daima mütevâzı olarak bulunurlar. (Bkz. el-Furkân, 63)

Yine halîfe olduktan sonra yetim kızlar dediler ki;

“Herhâlde artık Ebû Bekir halîfe oldu, işleri çoğaldı.”

Yetimler dedi ki:

“Artık bizim koyunlarımızı sağamaz.” dediler. Yine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- o yetim kızların hayvanlarının sütünü sağıyordu. (Bkz. Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82)

Demek ki Cenâb-ı Hak samimiyete karşı, takvâya karşı, zaman içinde zaman açıyor.

Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da halife olduğu zaman o da hutbeye çıktı:

“–Ey cemâat dedi! Allah yolundan inhirâf edersem, beni îkaz edin!” dedi.

Çok ibrettir bundan sonraki. Bir bedevî geldi, tabi biraz nezâketten uzak bir bedevî, şöyle kınından kılıcını çıkardı, şöyle salladı:

“–Ömer, hiç merak etme dedi, rahat ol dedi. Eğer dedi, sen dedi Hak yolundan eğer saparsan, seni bu kılıcımızla biz doğrulturuz.” dedi.

Ömer -radıyallâhu anh- hiç müteessir olmadı.

“–Yâ Rabbi dedi, elhamdülillah beni îkaz edecek güzel kullar verdin.” dedi. Yani onun cahil olmasına, nezâkette kusurlu olmasına bakmadı.

Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunu kazanabilmek.

İşte bu Hak dostları, meselâ Dâvûd-i Tâî Hazretleri, bir yetimlere bir bakış tarzı vardı. Talebesi et getirdi. Talebesini kırmak istemedi. Talebe anladı:

“–Üstad dedi, siz hiç et yemediniz.” dedi.

Yine nezâket, zarâfet:

“–Bak yavrum dedi, şu iki yetimden ne haber?” dedi.

“–Efendim, onlar bildiğiniz gibi.” dedi.

“–Bak şimdi bunu biz yersek biraz sonra dışarı çıkacak. Eğer bu iki yetim yerse, Arş-ı Âlâ’ya çıkacak getirdiğin yemek.”

Seriyy-i Sakatî Hazretleri, toplumun derdiyle dertleniyordu. Kendisi; “Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) hadîsini okuyordu. Bir talebesi geldi:

“–Üstad dedi, mahalle yandı dedi. Yalnız sizin ev kurtuldu.” dedi.

“–Elhamdülillah, şükür.” dedi.

Otuz sene sonra bir dostuna:

“–O günün tevbesi içindeyim, o gün kendimin evi yanmadığına şükrettim, evi yananları düşünemedim. O zaman nefsî bir hâlim oldu.”

Ne kadar işler inceliyor…

İşte Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, bu nefsâniyeti bertaraf etmek için, makâmın şöhretinden kurtulmak için ciğer sattırıldı.

Yunus Emre, eşikte bekletildi.

Bahâuddin Nakşibend Hazretleri, yolları temizledi yedi sene. Fakat “en çok terakkiyi de burada aldım” dedi.

Tabi ufuklar açılıyor. Nereden açılıyor, merhametten. Cenâb-ı Hakk’ın o merhametinden, o şefkatinden bir hisse aksediyor.

Terbiye zarûrî, nefis terbiyesi.

Yavuz Sultan Selîm Mısır’ı fethetti. Bu Çamlıca Tepesi’ne geldi. Daha gün-güneşlikti. Hasan Can’a dedi ki:

“–Hasan dedi, sen al, İstanbul’a girin dedi, gündüz vakti dedi. Ben dedi, gece gireceğim dedi. Fânîlerin alkışları dedi, beni yere sermesin.” dedi.

Orada, girerken de:

“Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş.

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.” dedi.

Ondan sonra gelen 31-32. âyette, melekler diyorlar ki:

“Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. (Diyorlar. Yani dünya hayatında da dosttuk, şimdi âhiret hayatında da dostlarınızız diyorlar.) Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şeyin var (olduğu), istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır (o Cennet’te).” diyorlar.

Yani orada yine bir müjde veriliyor melekler tarafından. Ondan sonra gelen 33. âyette, Cenâb-ı Hak bir yine, kâmil bir mü’minin yahut kâmile bir mü’minenin, Cenâb-ı Hak hususiyetini bildiriyor:

(İnsanları Kur’ân ile, Sünnet-i Seniyye ile) Allâh’a dâvet eden, (yani İslâm’ı tebliğ eden) amel-i sâlih sahibi olan, «Ben Müslümanlardanım» diyenden kimin sözü daha doğrudur?” (Bkz. Fussilet, 33)

Demek ki bir mü’min, istikâmette olacak, amel-i sâlih sahibi olacak ve bir İslâm karakter, İslâm şahsiyetini temsil edecek.

Bu âyetler indiği zaman, küfrün vahşeti yaşanıyordu. Yani zor zamanlarda İslâm’ı yaşayabilmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmek için büyük bir fırsat…

Bugün de belki o 1450 sene evvelki bir câhiliye devri bugün tekrar tekerrür hâlinde. Görüyoruz bugün; Âd Kavmi, Semud Kavmi, Nuh Kavmi, Lût Kavmi insanları bugün tekrar dünyaya geldi. Dünya’yı karartıyorlar.

Bugün onun için, çok ecirli bir, takvâ sahipleri için, İslâm’ı yaşayıp temsil eden kimseler için, emr-i bi’l-mârûfta bulunan kimselere büyük bir, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. Cenâb-ı Hak “قَرْضًا حَسَنًا” “güzel bir borç” buyuruyor. (el-Bakara, 245) Cenâb-ı Hak borç alıyor. Mükâfâtı bildiriyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Benim ümmetim bir yağmur gibidir. Başı mı daha hayırlı, sonu mu daha hayırlı, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Velhâsıl bugün de böyle bir -elhamdülillâh- bir kazanç mevsimi içindeyiz. Birçok insan bir kaybın içinde, başka yerlerin insanı olmuş, âhireti unutmuş, ömür gafletle geçiyor -Allah korusun-…

En mühim vazifemiz, Cenâb-ı Hak ile beraber olabilmek.

Burada zikir. Her gördüğün şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacaksın. Sana verdiği nîmetleri hatırlayacaksın.

Cenâb-ı Hak Câsiye Sûresi 13. âyette:

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için.”

Cenâb-ı Hak şu insanoğluna âmâde kıldı. Tabiat vâsıtaları bir âmâde. Hayvanlar bir âmâde, toprak bir âmâde. Cenâb-ı Hak bizi meccânen insan ve müslüman olarak yarattı.

Onun için en mühim üzerimizdeki hak, Cenâb-ı Hakk’ın hakkı. Cenâb-ı Hak’la beraber olabilmek, o hakkı îfâ edebilmek için;

“Dâvûd -aleyhisselâm- şöyle duâ ederdi:

«Allâh’ım,

–Sen’den Sen’i sevmeyi,

–Sen’i seven kişiyi sevmeyi,

–Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim.” (Tirmizî, Deavât, 72)

Allah sevdiklerini sevdirsin, sevmediklerinden de uzaklaştırsın. İşte onun için gerçek îmân, işte bu olmuş oluyor;

Lâyıkına muhabbet: Allâh’a muhabbet, Rasûlullâh’a muhabbet, Allâh’ın ve Rasûlullâh’ın sevdiklerine muhabbet.

Müstahakkına nefret: Allah korusun, o bâtılda olanlardan da uzaklaştırmak ki, îmâna bir zarar gelmesin.

İşte bu Tebbet Sûresi, Ebû Leheb üzerine indi. Fakat Ebû Lehebler de devam ediyor. Kıyamete kadar Ebû Lehebler devam edecek. Onun için kalp daima bu Ebû Leheblerin şerrinden kurtulacak, müstahakkına nefret olacak. Aksi hâlde îmâna zarar verir o nefret olmasa.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor:

“Kul, nefsânî arzularından sıyrılmadıkça Cenâb-ı Hakk’ın ve Rasûlullâh’ın muhabbetini kalbine yerleştiremez.”

Yine buyuruyor İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:

“Kul ile Rab arasındaki perde dünya değil; kulun nefsidir.”

İkincisi: Kalben, Rasûlullah Efendimiz ile beraberlik.

Bu da, beraberlik olması için;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Yani Efendimiz’in her hâlini; ibadet, muâmelât, âile hayatı, evlât yetiştirme, ümmet-i Muhammed’e faydalı olma, insanları hidâyete davet edebilme…

خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسِ

(“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” [Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 128])

Demek ki bu hususta fedakârlık. İşte;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Müslümanların ilk eğitim gördüğü yer, Dâru’l-Erkam ve Ashâb-ı Suffe idi. Çünkü orada yetişen ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in göz bebeği idi. Zira onlar, İslâm’ı cihana yayacak olan neferlerdi.

Demek ki biz, kendimizi de bu istikâmette yetiştirebilmek, Ashâb-ı Suffe’nin hâliyle hâllenebilmek ve İslâm’ı tebliğ etmenin, yaşantımızda, hâlimizle tebliğ edebilmenin gayreti içinde bulunabilmek…

Efendimiz’in en büyük dertlerinden biri de; hidâyet mahrumlarını ebedî kurtuluşa kavuşturmaktır. Onun derdiyle dertleniyordu Efendimiz. Fakat, diğer taraftan, hidâyet ermiş, müslüman olmuş, fakat takvâsı yok, bunu takvâya eriştirmenin derdindeydi.

Birisi geliyordu:

“–Yâ Rasûlâllah, yeni müslüman oldum bana sadaka ve şeyi muaf tut beni diyordu, cihaddan muaf tut.” diyordu.

Öbürü geliyordu:

“–Yâ Rasûlâllah, her şey tamam, ben çok alıştım, müslüman oldum ama, bana zinaya müsaade et.” diyordu.

Öbürü geliyordu, daha yeni müslüman, câminin, mescidin kenarına bevlini yapıyordu…

Efendimiz bunları hep sükûnetle karşılıyordu, onların ruhlarına girecek güzel güzel cevaplarla onları tenvir ediyordu, onları irşad ediyordu.

Demek ki Rasûlullah Efendimiz böyle bir, müsterşidi irşad azmi vardı. Dertlilerin derdine derman olma azmi vardı. Özellikle ümmet-i Muhammed’in garipleri, kimsesizleri, mağdurları, muzdaripleri, hastaları, yoksullarına kol-kanat germe mes’ûliyeti vardı.

Gözü yaşlı masumlar, -görüyoruz işte Suriye’de- çaresiz yaşlılar, himâyesiz dullar, sahipsiz yetimler ile, çile ve ıztıraplar altında inleyen kanadı kırıklara tesellî kaynağı olma cehdi vardı. Onları daima, o yetimleri tesellî eder, okşardı:

“–Baban ben, annen Âişe olmasını istemez misin?” derdi.

Yine Efendimiz, zâlimlerin zulmüne engel olma, mazlumlara imdâd etme, hakkı tutup kaldırma dâvâsı vardı.

Düşmanlığı kardeşliğe dönüştürme, gönüller arasında yıkılmaz muhabbet köprüleri inşâ edebilme gâyesi vardı.

Bir köle müslüman oluyordu, seviniyordu. Bir yahudî çocuğu müslüman oluyordu, seviniyordu.

“–Aman beni alın, memleketinize götürün, burada ben size tebliğ edemiyorum, size bilmediğiniz şeyler öğreteceğim.” diye bir hidâyete getirmenin derdi içindeydi.

Tâif’e gidiyor, Tâif’te taşlanıyordu bu sebepten.

Yani bütün bunlar için de Efendimiz’de emsalsiz bir örnek şahsiyet vardı. Her hâline yansıyan müstesnâ bir zarâfet, nezâket, incelik, rikkat, letâfet vardı. Dâimâ güler yüzünü sergileme gayreti vardı.

Rahmet vardı, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olmuştu.

Mü’minlerin de bir rahmet insanı olmasını arzu ediyordu.

Efendimiz bir rahmet peygamberi.

وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

((Rasûlüm!) Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])

Mü’min de, en başta merhamet. Îmânın ilk meyvesi. Merhamet, bir mü’minin îmânını tescil eden alâmet-i fârikası.

Rahmet insanı ne yapar? İnfâk eder, veren el olur, fedakâr olur, müşfik olur. Geçtiği her yere bir bahar ferahlığı getirir ve bir muhabbet tevzî eder. Zarar vermez, fayda verir.

Zira Efendimiz buyuruyor ki:

“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (yani helâl yer). Temiz olan şeyleri ortaya koyar (yani Hakk’ın rızâsına uygun işler yapar). Temiz yerlere konar (yani sâlih ve sâdıklarla görüşür). Konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmi, no: 8147)

Demek ki Cenâb-ı Hak kevnî âyet arıyı yaratıyor, işte arıyı oku diyor.

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Bunun gibi her şeyi oku.

Rahmet insanı incitmez, incinmez, Allah için affeder.

Bollukta şımarmaz, taşkınlık yapmaz. Darlıkta isyan etmez. Sabırla merhaleler kateder. Fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin duâlarına taliptir. Bütün ümmeti kendine zimmetli addeder. Ve kendini devrin akışından da mes’ûl görür.

Yalnız kendisine, evlâdına, yakınlarına değil, din kardeşleri olan bütün ümmet-i Muhammed’e, tâ dünyanın öbür ucundaki, Afrika’nın bir köşesindeki bütün mü’min kardeşlerine bir gönül ufkunu açar. Bütün ümmet-i Muhammed’in kendisine bir emanet olduğunu, ona hiçbir şey yapamıyorsa, onun için duâ eder.

Efendimiz’in terbiye etmesi:

Bir köleyi nasıl terbiye etti; üç dilim, üç ekmeğini bir köpekle paylaşıyordu. “Beni yaratan Allah, o köpeği yaratan aynı Allah…”

“–Ne yapacaksın?” deyince ashâb-ı kirâmdan bir zât o köleye:

“–Bugün ben sabredeceğim dedi. Bugün dedi ben ikramla huzur bulacağım.” dedi. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İst. 1977, s. 467)

İşte ecdâdımız, ne idi? Kur’ân-ı Kerîm ile başladı. Kur’ân-ı Kerîm’e saygı ile başladı, Kur’ân-ı Kerîm’i yaşamakla devam etti. Üç asırda İznik kadar bir yerden 24 milyon kilometrekare, bugünkü Türkiye’nin otuz misli hacminde bir toprağa sahip oldu. Zulmen değil, hidâyet götürmekle.

Ecdâdımız da vakıflar kurdu. Vakıflar, ağ gibi ümmeti ördü. Sarılmadık yara bırakmadı. İnsanın problemini çözdü. Hayvanâta, nebâta dahî hizmet eden vakıflar kurdu. İnsanlar bitti, oralara kurdu. Îmânın mevyesi olan şefkat ve merhametin zirveleştiği bir toplum inşâ etti. Bu sebeple o toplumda hiçbir psikiyatrik, bir psikolojik rahatsızlık, sosyo-ekonomik kriz görülmedi.

Hamallar için her mahalleye, küfelerini koysun dinlensin diye mola taşları koydu. Çeşmenin altına yalaklar yaptı, hayvanlar da gelip buradan su içsin.

Yüksek iffet duygusu, yetimler için eytam vakıfları. Eytam ve dullara sahip olmak, erâmil vakıfları kuruldu.

Bunlar hepsi bir iffet içinde… Meselâ Fâtih Sultan Mehmed, kurduğu aşhaneden fakirlere dağıttığı yemekleri, havanın loş karanlığında dağıtın, dedi. Herkesin evine çekildiği zaman dağıtın. Onların bir izzetine, haysiyetlerine dokunmasın.

Yani velhâsıl, her medeniyet kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de ecdâdımız gibi elinden-dilinden, hâlinden, kālinden bütün mahlûkâtın müstefîd olduğu bir rahmet insanı olmamızdır. Bizler bugün o şanlı ecdâdın torunları olarak büyük bir mes’ûliyetle karşı karşıyayız. Çünkü bugün bir câhiliye devrinin içine girdik.

  1. âyet. Bir mü’minin nasıl bir ahlâkı olacak, orada Rabbimiz bildiriyor:

 “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sana candan dost olur.” (Fussilet, 34)

İşte bu Yusuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hak misâlini veriyor. Kardeşleri kuyuya attı, her türlü ona zulmü yaptı. Babasıyla arasını açtı. Senelerce baba hasreti içinde kaldı. Yusuf -aleyhisselâm- köle olarak satıldı, vezir oldu vs. oldu.

Velhâsıl kardeşleri yanına geldi. Kardeşlerine yine ikram etti. Öyle bir yardımlar etti ki, onlar utandı. “Allah seni hakîkaten bizden üstün yaratmış.” dediler.

Yusuf -aleyhisselâm- da yine onları tesellî etti. İslâm ahlâkı…

Sanki yaptığı bir şal attı üzerine. “Allah dedi, Gafûru’r-Rahîm’dir dedi. Eskileri başa kakma yok.” dedi. (Bkz. Yusuf, 92)

İşte buyruluyor:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan sana bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Yine Âl-i İmran Sûresi’nde câlib-i dikkat bir âyet var, 159. âyet:

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. (Buyuruyor. Onların bütün yaptığı zulümlere karşı.) Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış…” (Âl-i İmrân, 159) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak 35. âyetinde, ancak bu, meleklerin gelip müjde verdiği o kâmil mü’min kişiler için Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” (Fussilet, 35)

Yine ondan sonra gelen âyet, son âyet, 36. âyet:

“Eğer şeytandan bir telkin seni tahrik edecek olursa, «فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ» Allâh’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (Bkz. Fussilet, 36)

Demek ki şeytan daima vesvese verir. Daima fitne sokmaya kalkar. “اَلْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ” çünkü o. (Bkz. en-Nâs, 4) Daima fitne verir.

Velhâsıl, mü’min olabilmenin mes’ûliyeti…

Her medeniyet kendi insan tipini yetiştirir. Bizim medeniyetimiz de “Asr-ı Saâdet medeniyeti”dir, “faziletler medeniyeti”dir.

Bizler de şahsiyet ve karakter olarak bu medeniyeti temsil edeceğiz Rabbimiz’in izniyle. İnsanlığa güzel ahlâkta numûne olacağız. Zira âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Siz, insanların (iyiliği) için (hayrı için) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder ve kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

İkincisi; İslâm’a bağlılık ve samimiyetimizi, ibadet, muâmelât, muâşerette dâimâ İslâm ahlâkı üzerine bulunarak canlı tutacağız.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Siz susarak da tebliğ edin.” buyuruyor.

Ve ilk, bu şekilde irfan sahibi olabilmek. Yani bilginin kalbe intikal edebilmesi.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“…Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4])

Daima bir, ilâhî kameranın altında olduğumuzu idrak hâlinde olmamız.

Düşüncemizi Allah biliyor, gizleyemezsin Allah’tan. Sen biliyorsun, bir de yalnız Cenâb-ı Hak biliyor.

Kötü bir, menfî bir şey geldiği zaman, fikir; ondan kurtulman, hemen bir salevât-ı şerîfe getirmen…

Üçüncüsü; İslâm’ın prensiplerini, İslâm’ın emirlerini, İslâm’ın farzlarını bir yerde unutmamak.

Nerede unutmamak? Meselâ âile hayatında unutmamak. Nasıl bir âile hayatımız olacak, Efendimiz’in aile hayatına ne kadar benzeyecek?

Ticaret hayatı. Ticârî hayatımızda bir temsil olacak. el-Emîn, es-Sâdık olacağız.

Tahsil hayatımız. En mühimi, evlâtlarımızı, ne yapıyoruz evlâtlarımızı? Evlâtlarımızı Cenâb-ı Hak bize niye veriyor evlâtları? Evlâtlar, iki uçlu bıçak gibi, ya hasene olacak veyahut da seyyie olacak!

Eğer evlâdımıza merhametli isek, dünyaya geliş لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâh’a kul olabilmek, onu kul olabilmekte yetiştirebiliyor muyuz? Hangi müesseselere, hangi İmam Hatib’e, hangi Kur’ân Kursuna… Evlâtlarımızın namazına, hayır-hasenâtına ne kadar teşvik ediyoruz?

Ashâb-ı kirâmın derdi hep buydu. Yani evlâtlarını Allah yolunda yetiştirmek ki kendisi ya evlâdından evvel yahut evlâdından sonra gidecek. Evlâdına orada kavuşabilmek. Orada âyet-i kerîmede:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

Cennetlere büyük bir selâmla buyrun, denilecek.

Öbürüne de:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])

“Siz Cehennemlikler, bu tarafa!” denilecek. En fecî ayrılık baba evlâdın, zevc zevcenin vs…

Meselâ, Lût -aleyhisselâm-, o, Cennet’e girecek. Karısı, -Allah korusun- o Cehennemlik oluyor.

Nuh -aleyhisselâm-’ın ikinci karısı, o da Cehennemlik oluyor. Yani kocalarının peygamber olması, onlara bir fayda vermedi.

Evlâtlarımız da çok mühim. Yani bir bahçıvan, bir çiftçi, toprağı iyice tanır. Toprağı tanıdığına göre toprağa bakar. Ona göre o toprakta yetişecek tohumları yerleştirir. O toprağı korur sonra, tarla farelerinden korur. Bugün tarla fareleri çok arttı.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, İsrâ Sûresi 64. âyet; Cenâb-ı Hak şeytanın, kendisine tâbî olan ve yalancı vaatlerine kulak verenlerin mal ve evlâtlarına ortak olacağını beyan ediyor. Yani şeytan, mala da ortak oluyor, evlâtlara da ortak oluyor. (Bkz. el-İsrâ, 64)

Yani bugün mütedeyyin/dindar anne-babalar, bunu çok düşünecekler:

“Yarın ben evlâdımla öbür tarafta beraber mi olacağım, ayrı mı olacağım?

Evlâtlarımız gerçekten bizim evlâdımız olacak mı, o şekilde mi yetişiyorlar?

Onların haysiyet ve karakterini hangi çevreler şekillendiriyor?

Onların gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi modeller, hangi şahsiyetler var?

Çocuklarımızı televizyonun menfî, internetin menfî, bilgisayarın menfî, cep telefonlarının menfî şerrinden ne kadar koruyabiliyoruz? Yoksa bu cihazlarımız mı evlâtlarımıza kumanda ediyor?..”

Maalesef bugün birçok kardeşlerimiz, yavrularımız, bu cihazların çıkmaz sokaklarında kaybolup gidiyor.

Efendimiz yine buyuruyor Vedâ Hutbesi’nde:

“Sakın diyor, günah işleyerek diyor, beni mahcup etmeyin diyor, benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Bu da Efendimiz’i ne kadar seviyorsak, sevgimizin ölçüsü; “Ne kadar bir takvâ üzereyiz? Yavrularımızı da ne kadar bir takvâ üzere yetiştiriyoruz?..”

Kur’ân Kursu, yaygın eğitim, Allah yolundaki hizmetleri kendimize bir nîmet bileceğiz. Zira Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de en hayırlı ticâretin “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” olduğunu bildiriyor.

Onlar neler “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ”?

–Kur’ân’ı tilâvet ederler. En hayırlı ticâret. Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet ederler. Omuz verirler, yürek verirler.

–Namazlarını ikāme ederler.

–Allâh’ın verdiği nîmetleri de Allah yolunda infak ederler. (Bkz. Fâtır, 29)

Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemizi “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” üzere eylesin -inşâallah-.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun. Onlarla oturup kalkın ki, onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin. İnsanlar hayattayken sizleri özlesinler, vefat ettiğiniz zaman da sizlere hasret duysunlar, sizleri rahmetle ansınlar.”

Sâdî-i Şîrâzî de şöyle ifade ediyor:

“Öyle bir hayat yaşa ki öldüğün zaman insanlar; «bir güneş battı, bir yıldız kaydı» diye seni rahmetle, Fâtihalarla, Yâsînlerle ansınlar.”

Allah cümlemize -inşâallah- böyle bir karakter, şahsiyet Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

İnşâallah, Ramazân-ı Şerîfimizi, ibadet, tâat, hizmetle, rûhâniyetle tamamına erdirmeyi, Kadir Gecesi’nin bir affolma şerefine nâil olabilmeyi, bayramı bir, Cenâb-ı Hakk’ın bir şehâdetnâmesi olmasını, hayatımızın bir Ramazan hâline gelebilmesi, son nefesimizin bir bayram sabahı olmasını, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..