Merhamet ve Karz-ı Hasen (Güzel Borç)

Şebnem Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mayıs Sayı: 171

Îmânın ilk meyvesi olan merhamet, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve muhabbetini celb eden en büyük müessirdir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde bu hakîkati şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Merhametliler (var ya!)… Rahmân, işte onlara merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündeki(ler) de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Tirmizî, Birr, 16)

Merhametin en mühim tezahürlerinden biri de, hiç şüphesiz ki hizmettir. Hizmetin şümûlü ise çok geniştir. Meselâ İslâm’ı yaşamak ve yaşatmanın gayretinde olmak büyük bir hizmettir ve gönüldeki engin merhametin bir tezahürüdür. Gönlü yaralı bir kimsenin yarasına merhem olmak büyük bir hizmettir ve kalpteki şefkat ve merhametin bir nişanesidir. Allah rızâsını tahsil için yapılan her gayret ve çalışma hizmettir ve yüreklerdeki coşkun îman ve merhametin bir neticesidir. Yine meşrû bir zaruret dolayısıyla borçlanacak bir kimseye borç vererek onun ihtiyacını gidermek de bir hizmettir ve merhamet mahsulüdür.

Lâkin bütün bu hizmetleri îfâ ederken kalp kırmamaya, gönül incitmemeye gayret göstererek nezaket ölçülerine riayet etmek şarttır. Çünkü; “Hizmette edep, hizmetten daha azizdir.” Aksi takdirde şu ilâhî îkâza muhatap olunur:

“…Yaptığınız hayırlarınızı başa kakmak ve incitmek sûretiyle boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 264)

Zira Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin buyurduğu gibi;

“İnfak hususunda aslında veren kimsenin alan kimseye karşı büyük bir teşekkür edası içinde olması gerekir. Çünkü veren, alan kimse vesîlesiyle dünya ve âhiretteki birçok iptilâ, musibet ve sıkıntılardan kurtulmuş olacaktır; hepsinden daha mühimi Allâh’ın rızâsını kazanacaktır.”

Muhterem pederim Musa TOPBAŞ g de, sadaka ve infak hususunda nezaket ve edebe son derece hassasiyet gösterir ve alan kimselerin mihnet altında kalmamalarını temin için zarfların üzerine îtinâ ile;

“Muhterem ……….. Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” ifadesini yazarak, ilâhî rızâya vesîle olduğu için muhatabına karşı samimî bir teşekkür hissiyâtı içinde olurdu.

Unutulmamalıdır ki, mülkün yegâne sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Kulun bütün varlığı, Allâh’ın kendisine ihsân ettiklerinden ibarettir. Ve Rabbimiz kulundan cimrilik göstermeyip infakta bulunmasını talep etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. De ki; «İhtiyaç fazlasını»…” (el-Bakara, 219)

Dolayısıyla herkes, kavuştuğumuz bu mübarek ayda Cenâb-ı Hakk’a yakınlık kazanmak için imkânı ölçüsünde vermeye çalışmalı. Peki, elinde olmayan nasıl verecek? Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ashâbın en fakirlerinden olan Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a hitâben buyurduğu şu sözler, bu hususta ne kadar mânidardır:

“Yâ Ebâ Zer! Çorbana su kat!” Çünkü Ebû Zer’in çorbasına koyacak dânesi yoktu, çorbasını ancak su ile çoğaltabilirdi.

Efendimiz’in ona ikinci emri ise şöyle oldu:

“Komşunu gözet!”

Zira mü’min, mü’mine zimmetli. Bugün acaba kaç kişi, civârındaki hânelerden haberdar? Kaç kişi komşuları arasındaki ihtiyaç sahibi, dul, yetim ve gariplerin hâlini araştırıp dertlerine derman olmanın gayretinde?

Hâlbuki etrafımızdaki hânelerde ihtiyaç sahibi bir yetim var mı, dara düşmüş bir garip var mı,  arayıp bulmak, bir mü’minin aslî vazifesi. Âyet-i kerîmede “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…”[1] buyruluyor.

Efendimiz’in Ebû Zer’e bir diğer emri ise şöyle oldu:

“(Verirken de) mâruf üzere (nezâketle) ver.” (Müslim, Birr, 142-143) Yani kalp kırmadan, gönül incitmeden ver… Tepeden bakmadan ver. Sana lûtfedilen her nîmetin bir şükrânesi olarak nezâketle ver.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın, İstanbul şühedâsının âilelerine, onları rencide etmemek için büyük bir titizlik göstererek akşamın loş karanlığında, kapalı kaplar içinde yemek göndermesi, bizlere infak esnâsında göstermemiz gereken nezâket ve inceliğin müstesnâ bir misalini sergilemektedir.

Yine Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın;  “hizmetkârların kırdığı veya zarar verdiği eşyaları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin etmek” gâyesiyle kurduğu vakıf, ne zarif bir hassâsiyet örneğidir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Ey insanlar! Ölmeden evvel Allâh’a tevbe ediniz! Sizi meşgul edecek birtakım sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmadan evvel, sâlih amellere koşunuz! Allâh’ı çok çok zikretmek ve gizli-açık bol bol sadaka vermek sûretiyle, O’nun, üzerinizdeki hakkını îfâya gayret ediniz ki rızka nâil olasınız, yardım göresiniz ve ıslâh edilesiniz!” (İbn-i Mâce, İkāme, 78)

Ayrıca bilinmelidir ki, meşrû bir ihtiyacı dolayısıyla dara düşmüş bir kimseye borç vermek, sadakadan daha efdaldir. Nitekim hadîs-i şerîfte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Mîrac gecesinde Cennet’in kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:

«Sadaka, on misliyle mükâfatlandırılacaktır. Ödünç para ise on sekiz misliyle…»

Ben:

«–Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey, niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«–Çünkü yoksul, (ekseriyetle) yanında az-çok para bulunduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyacı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Cenâb-ı Hak, kullarının, kendi rızâsı istikâmetinde yaptıkları hayırları ve infâk ettikleri sadakaları; “Karz-ı hasen: En güzel borç” nâmıyla kabul etme lûtfunda bulunmaktadır. Üstelik bu borcu bizzat kendisinin, hem de kat kat fazlasıyla ödeyeceğini şöyle taahhüd etmektedir:

“Kim Allâh’a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.” (el-Hadîd, 11)

Allâh’ın rızâsını tahsil maksadıyla yapılan her türlü mâlî harcamanın Allâh’a verilen bir borç olarak zikredilmesi, verilenin Allah katında aslâ zâyî olmayacağına, karşılığının sevap ve mükâfat olarak mutlakâ geri döneceğine dâir bir nevî ilâhî vaaddir.

Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi, bir mü’minin ihtiyacını gidermek husûsunda ne büyük bir müjdeyi ihtivâ etmektedir:

“Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

İslâm’ı hayatlarının mihveri kılan şanlı ecdâdımızın emsâli görülmemiş bir nezâket eseri de, muhtaçların sıkılmadan ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için ihdâs edilen “Sadaka Taşları” olmuştur. Üzerinde hafif bir oyuk bulunan bu taşlar, mahallenin münâsip yerlerine yerleştirilirdi. Hâli-vakti yerinde olanlar; “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın üzerindeki çukura bırakırlardı.

Daha sonra semtin fazîletli ve iffetli fakirleri de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Durumları düzeldiğinde ise aldıklarını kat kat fazlasıyla oraya geri bırakırlardı.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den naklettiği şu hâdise, ödemek niyetiyle alınan bir borcun geri ödemesinde Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî yardımını ne güzel bir sûrette sergilemektedir:

“İsrâiloğullarıʼndan bir kimse, arkadaşından bin dinar borç talep etti. O ise:

«‒Bana şâhitlerini getir, onların huzurunda vereyim de şâhit olsunlar!» dedi.

Borç isteyen kimse:

«‒(Fânîlerden şâhidim yok.) Şâhit olarak Allah yeter!» dedi.

Diğeri:

«‒Öyleyse buna kefil getir.» dedi.

Borç isteyen:

«‒Kefil olarak Allah yeter!» dedi.

Diğeri:

«‒Doğru söyledin.» dedi ve belli bir vâdeye kadar parayı ona verdi.

Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu, vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Borçlu olduğu kimseye hitâben yazdığı mektupla birlikte bin dinarı o oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapatıp düzledi ve denize getirip (gönlündeki engin îmânı ve Cenâb-ı Hakk’a olan tevekkül, teslîmiyet ve îtimâdını serdedercesine):

«‒Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım.

Benden kefil isteyince, “Kefil olarak Allah yeter!” demiştim. O da kefil olarak Sen’den râzı olmuştu.

Yine benden şâhit istediğinde, “Şâhit olarak Allah yeter!” demiştim. O da şâhit olarak Sen’den râzı olmuştu. Ben ise şimdi malını ona göndermek üzere bir gemi bulmak için gayret ettim, fakat bulamadım. Şimdi onu Sana emânet ediyorum!» dedi ve odun parçasını denize attı. Odun (deniz üzerinde yüzerek gözden) kayboldu.

Sonra oradan ayrılıp memleketine gidecek bir gemi aramaya devam etti.

Diğer taraftan borç veren kimse de parasını getirecek bir gemi gelir ümidiyle (sahilde ufuklara) bakmaya başladı. Bu arada, içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu âilesine odun yapmak üzere aldı. Odunu testere ile bölünce, içinde para ve mektup olduğunu gördü.

Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinar getirdi ve:

«‒Malını getirmek için durmadan gemi aradım, ancak bundan önce gelen bir gemi bulamadım.» dedi.

Alacaklı:

«‒Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?» diye sordu.

Borçlu:

«‒Ben sana, bindiğim gemiden önce bir gemi bulamadığımı söylüyorum.» dedi.

Alacaklı:

«‒Allah Teâlâ Hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı bize ulaştırdı ve senin yerine borcunu ödedi. Şimdi bu getirdiğin bin dinarı geri al ve selâmetle git!» dedi.” (Buhârî, Kefâlet 1, Büyû 10)

Velhâsıl âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla borç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olmak üzere!..” (el-Müzzemmil, 20)

Rabbimiz, cümlemizi ince, rakik ve hassas gönüllü, infâk ehli kullarından eylesin. Gönüllerimizi, bütün mahlûkātı içine alan bir rahmet dergâhı kılsın.

Âmîn!..