İnsan-ı Kâmil

1999 – Subat, Sayı: 156, Sayfa: 020

Cenâb-ı Hakk’ın ahsen-i takvim üzere yaratmış olduğunu beyân buyurduğu insanoğlu, kâinâtın âdetâ bir özü veya tohumu gibidir. Çünkü câmiu’l-ezdâd olan Allâh’ın bütün sıfatlarından az veya çok nasîb almış tek varlık odur. Ve onun varlıkların en şereflisi diye vasıflandırılmasının hikmeti de budur.

Bu yüzden o, yücelerin en yücesine yükselten cemâlî sıfatlarla olduğu kadar aşağıların aşağısına düşüren menfîliklerle de muttasıftır. İnsan hayatı, bu iki kutup arasında bir noktada karar kılmayı neticelendiren ebedî bir mücâdele sahnesidir. Bu gerçek, kâinâttaki benzer cidâlin “insan” denilen “küçük kâinât”taki bir tecellîsidir. İnsanı insan yapan asıl kahramanlık, bu mücâdeleden fıtrattaki aslî cevheri koruyan bir netice hâsıl edebilmektir.

İşte insan-ı kâmil, bu sûretle temâyüz edenlerin müşterek adıdır.

Böyleleri, bir zerafetler meşheri ve bir san’at hârikasıdır. Kâinât kitabının hulâsası, fâtihası ve yaradılış sırrının tecellî mekânıdır.

Kâmil insanın vücûdu bile azâlarına hâkimiyyet sayesinde kalbindeki yüceliklerin bir tezâhür sahnesidir. Kalbi ise, Cenâb-ı         Hakk’a muhabbet ve aşkının mekânı, mârifetullâh hazînesinin âdetâ ihtişamlı sarayıdır. Bunun için kâmil insanın kalbi, bir mânâda beytullâh olmuştur.

Kâmil insanı hakkıyla anlayabilmek ve îzâh edebilmek pek zordur.

Şeyh Sâdî buyurur:

“Gönül, celîl olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Kâmil insanın sözleri hikmet ve esrâr, amelleri sâlihdir. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in gönül iklîminden nasîb almıştır. Kalbî yapısı ile bir îcâd bedîasıdır. Çünkü Hakk’a vâsıl oluş ve halîfetullâh olma keyfiyeti kalb-i selîm ile mümkündür.

Kâmil insan:

“Şerîat sözlerim, tarîkat fiillerim, hakîkat de hâl ve durumumdur.” hadîsinden feyiz-yâb olmuştur.

Hadîs-i kudsîde buyurulmuştur:

“Yere göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım.”

*

Kâmil insan, ışığın etrafında dönen kelebekler gibi Mevlâ muhabbetiyle irâdesiz hâle gelmiştir. Yâni O’nun gören gözü ve işiten kulağıdır. Mukadderât, kâmil insan için olacak şeylerin en güzelidir. İlâhî manzaraların müşâhedesi altında olduğu için dünyâya âid hevâ ve heves cüceleşmiştir. Fânî izâfetlerin hiçbir ehemmiyeti kalmamıştır.

Kâmil insan, müşâhede ve seyr-i bedâyî, yâni ilâhî güzellikleri temâşâ hâlindedir. Âlem ve hâdiseler, onun için bir ibret akışıdır. Cereyan edip giden ilâhî tecellîler karşısında kulluk idrâki ve mahviyet edebi hâlindedir.

Bunun içindir ki, kâmil insanın Hakk’a yaptığı ilticâlar, umûmiyetle müstecâbdır. Onun niyâzları, geri çevrilmez. Fakat o, edeb ve Hakk’a rızâsı muktezâsınca kendisine âid hiçbir şey istemez. Yâni duâlarının içinde kendisi yoktur. Fıtratı mâye-i merhametle yoğrulduğu için gönlü bütün mahlûkatı içine alır. Kâinattaki ilâhî programın en mükemmel sûrette, yerli yerince olduğu ve derin bir hikmet ile mücehhez bulunduğu idrâki içindedir.

Sünbül Sinan Efendi, birgün mürîdânına sordu:

“-Şâyet Cenâb-ı Hakk, farz-ı muhâl bu kâinâtın sevk u idâresini size vermiş olsaydı, ne yapardınız?”

Beklemedikleri bu değişik suâl karşısında mürîdler, şaşırmakla beraber Hazret-i Pîr’e cevap vermeme nezaketsizliğinde bulunmamak için muhtelif mütâlaalarını serdettiler. Kimi:

“Dünyâda bir tek kâfir bırakmazdım!”

Kimi:

“Bütün kötülükleri yok ederdim!”

Kimi:

“İçki içenleri helâk ederdim!” gibi devam edip giden cevaplar verdiler.

İçlerinde bir tanesi ise cevap vermeden susuyordu. Pîr’in dikkatini çekti ve ona bakarak:

“-Evlâdım! Ya sen ne yapardın?” dedi.

Edebinden yüzü kızaran mürîd, büyük bir mahviyet içinde şeyhinin bu husûsî hitâbına boyun bükerek şöyle cevap verdi:

“-Efendim! Allâh’ın bu kâinâtı sevk u idâresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinâttaki ilâhî tanzîm, tasavvurların ötesinde bir kudret akışı içinde devam ederken benim, âciz, kısıtlı, mahdûd akıl ve irâdemle “Bunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!” demek ne haddime!..” dedi ve utancından gözlerini yere indirdi.

Hazret-i Pîr ise, bu kâmil cevapdan son derece memnûn kaldı. Mütebessim ve nûrlu çehresiyle mürîdini derûnî nazarlarıyla süzerek oradakilere:

“-İşte şimdi iş merkezini buldu!..” dedi.

Bundan sonra o mürîdin adı Merkez Efendi olarak kaldı. Asıl ismi olan Mûsâ Muslihiddîn unutuldu, “merkez” lafzı, kendisine sıfat oldu.

Kâmil insan, Hakk’ın aşk ve muhabbetinin tecellîsi altında olduğu için mercek altında bir kağıdın yanması gibi nefsî temâyüller onda ömrünü tüketmiştir. Böylece nûrânî bir câzibe merkezi hâline geldiğinden diğer insanlar da gayr-i irâdî olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fânî iltifat ve alâkaların kıskacından kendisini kurtarmış olduğundan gurûr, kibir ve ucûb gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hakk ile beraberdir. “Tâzim li-emrillâh” (Allâh’ın emirlerine hürmetle riâyet) ve “Sefkat li-halkıllâh” (Allâh’ın mahlûkâtına şefkat) düstûrunu yaşar, ancak Allâh’a muhabbetinin muktezâsınca zıdd-ı kâmili olan zâlim ve nankör kullara aslâ muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız merhameti îcâbı onlara da acır, hidâyetlerine duâ eder.

Mal-mülk ve dünyâya âid bütün servetler, ona yalnız infâk için lâzımdır.

Kâmil insan; “İnsan benim sırrımdır. Ben de insanın sırrıyım.” hadîs-i kudsîsi muktezâsınca derûnî hikmet ve esrâra nüfûz ederek kendini mârifetullâh ve vâsıl-ı ilâllâh olmaya adamıştır. Artık o, bu cihânın dert ve ızdıraplarına aldırmayan has bir kuldur.

Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklara aldırmayarak:

“-Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, mahlûkatın pek çoğunu mübtelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.

Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının fikriyâtının idrâk ve kemâlini yoklamak maksadıyla ona:

“-Ey kişi! Allâh’ın senden giderdiği hangi dert var ki?!.” dedi.

Hasta şöyle cevap verdi:

“-Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hakk’dan gâfil ve mahrûm olmasıdır. Şükürler olsun ki Allâh Teâlâ, beni bundan muhâfaza buyurmuştur. Zîrâ ben Cenâb-ı Hakk’ın kalbime verdiği mârifetullâh lezzeti ve neş’esi içindeyim. Onun dışındaki dünyâ nîmetlerini görmüyor ve hissetmiyorum bile.”

Kâmil insan, bu dünyâ âlemine “küllü men aleyhâ fân” (Herkes ve her şey fânîdir.) gözüyle bakar. Hayret makamında bâkî olan Rabbiyle beraberdir.

Kâmil insanın bütün hedef ve gâyesi Allâh rızâsıdır. Bu istikamette onun için yemeğin lezzetlisi de lezzetsizi de birdir. Kezâ az ile çoğun, soğuk ile sıcağın, zenginlik ile fakîrliğin bir farkı kalmamıştır. Çünkü hepsi izâfîdir.

Kâmil insan, zâhiren bir garîb gibidir, ancak gönül âleminde öyle mutantan saraylar içinde ve müzeyyen tahtlar üzerinde saltanat sürer ki, bütün dünyâ onun nazarında kumda oynanan bir oyundan başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanlardan ve dünyâdan nefsine âid herhangi bir talebi yoktur.

Bütün işlerinde itidal üzeredir. İbadetlerinde de en hayırlı bir yol takip eder.

İnsanın kendi üzerinde Rabbinin bir ibâdet ve şükür hakkı, âilesinin hakkı, nefsinin hakkı gibi birtakım mühim haklar vardır. Kâmil insan bu dengenin muhâfazası içindedir.

Rakîk bir gönle sahip kâmil insan, verdiği sözü mutlaka yerine getirir ve hiçbir zaman va’dinden dönmez. Birtakım nefsânî sebeplerle muhatabını rencide etmez. O Hakk’a kullukta ve insanlara muâmelesinde adâlet sahibidir.

Kendisinin aleyhinde olanlara dahî kırılmaz. Eğer o kimse, iyilik yaptığı bir fakîr ise, elinden gelen ihsânı aynen devam ettirir. Çünkü kâmil insan, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklandığı ve yalnız O’nun rızâsını taleb ettiği için fiil ve davranışları Kur’ân ve sünnet ölçüsü içindedir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk, bu dünyâda bütün mevcûdatın, hatta kendisine isyan eden nice gâfillerin bile rızıklarını vermektedir.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli birine devamlı olarak yardımda bulunurdu. Fakat mâlûm ifk (iftira) hâdisesinde onun da iftiracılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dair yemin etti.

Mıstah ve âilesi, Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince perîşân bir hâle düştüler. Ancak Cenâb-ı Allâh, isyânlarına rağmen kullarına merhameti muktezâsınca yardımın kesilmesinin ardından şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allâh yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; afvetsinler, bağışlasın geçsinler! Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allâh (ki) çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

“Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı (O’nun adını), iyilik etmenize, O’ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kımayın! Allâh işitir ve bilir.” (el-Bakara, 224)

Bu âyetin inzâlinden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“-Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!” dedi.

Ardından yemin keffareti vererek yapmış olduğu hayra devam etti. Yâni iffet timsâli kızı, Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in temiz zevcesi ve mü’minlerin annesi olan Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-‘ya iftira atan şahsa infâkına devam etti. Bu da, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-‘ın fazîletinin ve kemâlinin kâ’bına varılamayacağını gösteren en bâriz bir misâldir.

Kâmil insan, yerinde ve zamanında o kadar çok infâk eder ki, onu görenler müsrif sanır. Şâyet yeri ve zamanı değilse, o kadar az verir ki, insanlar onu hasis ve cimri sanırlar. Ancak o, sadece Hakk’ın rızâsını yaşamaktadır. Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmede buyurur:

 “Bir de akrabâya, yoksula, yolcuya hakkını ver. (Ancak) gereksiz yere de saçıp savurma!”

“Zîrâ böylesine saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)

“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma! Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun!” (el-İsrâ, 29)

Bu âyetin şuûr ve idrâki içerisinde olan Ömer bin Abdülazîz, muhtaç, garîb ve yetîme kendisinin ve rızâsını almak sûretiyle âilesinin servetlerini infâk etmiştir. Böylece teb’asına rehber olmuş, servet sahipleri de kendisini nümûne-i imtisâl edinmiş olduğundan devrinde ümmet içerisinde zekât verilecek fakîr insan kalmamıştır. Ömer bin Abdülazîz sarayda oturmayıp kıl çadırını tercîh etmesiyle de israfı önlemek husûsunda güzel bir örnek olmuştur.

Kâmil insan, nefsini dâimî bir murâkaba altında tutar. Bunun için başkalarının kusur ve kabahatleriyle uğraşmaz. İnsanların gizli-saklısıyla meşgul olmaz. Bu mevzuda bildiklerini ifşa etmez. O, yüce Mevlâ’nın “Settâru’l-uyûb” (ayıpları çok örtücü) sıfatından nasîb almıştır.

Kâmil insan, dünyânın geçici âlâyişine gönül vermeyip müstağnî bir hayat yaşamakla başkaları tarafından her ne kadar bazen kınansa da aslında herkesin gıpta ettiği bir makam ve mevkîde heybet hâlindedir. Dünyâ dahî ona râm olma emrini almıştır.

Hadîs-i şerîfde buyurulur:

“Her kimin kaygısı âhıret olursa, Allâh onun zenginliğini kalbine koyar. İşlerini dağınık olmaktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin kaygısı da dünyâ olursa, Allâh, onun fakîrliğini gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyâdan da kendisine ancak mukadder olan gelir.” (Tirmizî)

Kâmil insan, o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabîate sahip olmuştur ki, -Allâh için müstesnâ- hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz. O:

 “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsân sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) ilâhî beyanının sırrını yaşar.

Câfer-i Sâdık Hazretleri, üzerine yemek döken hizmetkârını bu âyetin şümûlünü yaşayarak afvetmiş, ona ihsânda bulunmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri de, kendisini gıybet edenleri afveder ve onlara hediyyeler göndererek ihsân etmek sûretiyle onları terbiye ederdi.

Kâmil insan, bütün ahvâlinde iyilik ve ibâdet üzredir. Nefesleri tesbîhdir. Sözleri, hikmet incileri saçar. Gözleri, feyz u muhabbet menbaıdır. Kendisine bakılınca Allâh’ı hatırlatır. Sohbetine katılanlar, tattıkları ilâhî lezzet ve hazlarla vecd içinde yaşarlar. Çünkü kâmil insanın sohbeti, neşve-i Muhammedî ile doludur ve muhatablarına istîdâdları nisbetinde nice mânevî nasîbler aktarır. Esrâr-ı ilâhiyyeye teşne olanlara hak ve hakîkatin tercümanlığını yapar.

Allâh Teâlâ, kendi ahlâkıyla hallenen kâmil insanı sevmiş ve onu kullarına da sevdirmiştir. O da Allâh yolunun sâliklerini muhabbet, lutuf ve ihsân ile irşâd eder. Etrafındakileri nefsin derin ve korkunç karanlığından çıkarmak ve nûrâniyet semâsına ulaştırmak için gayret ve fedâkârlıkta bulunur. Başkasına cefâ gelen fedâkârlıklar, onlar için âdetâ bir lezzettir. Nitekim bu yolda en büyük ezâ ve cefâya katlanmış olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Hüzün benim dostumdur!..” buyurmuşlardır.

Dost, yâni sevilen…

Kâmil insan, ilâhî sırların hazînesidir. Ancak ilâhî esrâra âşinâ olanlar, onun kemâline vâkıf olurlar. Çünkü o, cesed yapısı olarak diğer insanlardan farksızdır. Ancak gönül yapısı olarak Rabbin mükerrem kıldığı kullardandır. Ahsen-i takvîm sırrına ma’kesdir. Nûr mâdenidir. Sâlihler silsilesine halkalanmış bir incidir. Kendisine ledünnî ilme mazhar Hızır’ın nasîbi bahşedilmiştir.

Kâmil insanın gönlü toprak altında çürümez. Bu sebepledir ki, onun gönül mahsûlü olan eserleri de ebedîleşir. Dünyâdaki hizmetlerini berzah âleminde de devam ettiren Şâh-ı Nakşibend, Gazâlî, Mevlânâ ve Edebali -kuddise sirruhum- Hazarâtı gibi nice kâmil insanlar hâlâ aramızda yaşıyor, biz öldükten sonra da yaşayacaktır. İlâhî vuslata nâil olabilmek, çoğu kere devletsiz, servetsiz ve şöhretsiz bir şekilde yaşanan rûhânî bir ömrün mahsûlüdür.

Bunun içindir ki Allâh Teâlâ, kâmil insanı korku ve kederden masûn kılarak ona iki cihan seâdetini bahşetmiştir. Âyette buyurulur:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar mahzûn da olmayacaklardır…” (Yûnus, 62)

İnsanlığın fazîlet târihinin ana merkezinde dâimâ kâmil insanların çehreleri görülür. Bundan dolayıdır ki fazîleti hâkim kılmak üzere cihangirlik tahtına çıkanlara istikâmet veren, onların irşâdları olmuştur. Bu cümleden olarak Osmanlı Devleti’nin husûsiyle ilk üç asrı, Edebali Hazretleri’nin ve emsâli insan-ı kâmil silsilesinin rehberliği ve fazîletlerinin feyizleri ile dolu olduğu meşhûrdur. Onlar, toplumlarını mânevî bir âlemden yönlendirmişlerdir. Meselâ dikkatle bakıldığında Kosova’ya giden Murâd Han ve askerlerindeki şehâdet sevdâsında, Yemen çöllerinde ve Kafkaslar’da mücâdele eden cengaverlerin ve benzerlerinin hamlelerinde insan-ı kâmillerin aşk, vecd ve heyecanlarının izleri çok bariz bir şekilde müşâhede olunur. Yavuz Sultan Selîm Han, eşsiz bir cihangir olduğu halde nâil olduğu zâhirî ve dünyevî nîmetlere tercîhen insan-ı kâmillerin yüce himmetlerini takdîr zımnında:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş

demiştir.

Rabbimizden, cihangir sultan Yavuz’un gönlündeki bu muhabbet ateşinden bizler gibi fakîrlere de bir nasîb lutfetmesi temennîsiyle; bu ayda vefâtının sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz büyük velî, kâmil insan, mânevî nîmetleriyle perverde olduğumuz sultanü’l-ârifîn Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri’ni rahmetle yâd ediyor, onun kıymetli yâdigârı olan Mûsâ Efendi’ye de âcil şifâlar ve irşâdla geçecek daha nice yıllar niyâz ediyoruz.