Huzûrun Gerçek Adı: İSLÂM

Şebnem Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Aralık Sayı: 166

Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdesi, ne kadar mânidardır:

“Senin dünyaya bakan penceren kirli ise, benim çiçeklerim sana çamur görünür!..”

Bu ifâde; bugün iç dünyaları kirli, gönül âlemleri bozuk, zihin dünyaları hercümerç olmuş Batı dünyasının, insanlık tarihinin bir benzerini göremediği “fazîletler medeniyeti”nin, yegâne âmili olan “İslâm”a bakışlarındaki çarpıklığın da sebeb-i hikmetini ortaya koyuyor.

Hâlbuki İslâm; selâm demek, insanlığın selâmeti demek, barış, saâdet ve huzur demek… İslâm; korkutucu değil, bilâkis gönle huzur verici, aynı zamanda zarâfet, incelik ve nezâket tevzî edici bir din.

İslâm, her çeşit zulüm ve terörle mücadele dîni. Zira İslâm’ın neş’et ettiği o mübarek topraklar, İslâm’dan evvel güçlünün güçsüzü ezdiği, kölelerin insan muâmelesi görmediği, kadınların bir eşya gibi alınıp satıldığı bir cahiliye devri idi. Zulüm, her yönüyle zirveye çıkmıştı. İnsanın değer görmediği bir yerde, hayvanatın ve nebâtâtın da değer görmeyeceği âşikardır.

İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatı, bütün bu zulüm ve terörleri ortadan kaldırmakla geçmiştir. İnsanlık, gerçek değerini İslâm’la bulmuştur. Hayvanatın hakkı, İslâm ile korunmuştur. Nebâtâta yapılan zulüm, İslâm’ın gönülleri inkişâf ettirmesiyle son bulmuştur.

Fakat bugün özellikle, İslâmʼın dünya çapında rağbet bulmasına mânî olmak isteyenler tarafından, maalesef “İslâmofobi” adı altında, İslâmʼa ve müslümanlara karşı çirkin bir nefret ve düşmanlık dalgası oluşturuldu. İslâm’a terör yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar. İslâm’ı; korkulacak, fobi duyulacak bir şey olarak lanse ediyorlar.

Hâlbuki;

Amerika, 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombası attı. Kadın, çocuk, yaşlı, savaşla hiç alâkası olmayan, hiçbir şeye iştirâk etmemiş insanlar, hattâ hayvanlar ve ağaçlar katledildi, toz hâline getirildi. Bunu yapan hristiyanlardı. Yüz binleri katleden Hitler de bir hristiyandı. Bugün Orta Doğu’nun yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmek için dünyanın dört bir tarafından gelip orayı âdeta bir yangın yerine çevirenler de müslüman değildir. Fakat kimse çıkıp da buna hristiyan terörü demiyor.

Yine Stalin komünistti. Yüz binlerce insanı hunharca katletti. Hattâ kellelerden kuleler yaptı. Fakat buna da komünist terörü denmedi.

İsrail yıllardır Filistinli kardeşlerimize zulmediyor, onları katlediyor. Buna da aslâ yahudi terörü denmiyor.

Arakan’da Myanmar devletinin göz yumduğu teröristler, Mehmed Âkif’in; “sırtlanları geçmişti beşer, yırtıcılıkta” ifadesinden daha vahşice, sayısız müslümanı namuslarına el uzatarak katletti. Lâkin buna da hiç kimse çıkıp budist terörü demedi.

Peki, bu “terör” ve “fobi” tâbirlerinin diğer dinler için değil de sadece hak din olan “İslâm” için kullanılmasının sebebi ne?

Çünkü bâtıl, haktan rahatsız oluyor. Gaflet uykusunda uyuyanlar, kendilerini îkaz edenlerden rahatsız oluyor. Nefsânî arzuların peşinde ve ten plânında yaşayanlar, âhiret gerçeğinden korkuyor.

Ayrıca günümüzde bütün bâtıl ve muharref dinlerin insanlığa verebileceği bir şey de kalmadı zaten. Avrupa’da kiliseler satılıyor, câmi oluyor. Bâtıl dînin temsilcileri, bu gidişâta bir son verebilmek için, İslâm’ı çirkin göstermeye çalışıyorlar. Kendi dindaşlarının İslâm’a rağbetine mânî olmak için, yegâne hak dîn olan İslâm’ı gözden düşürmeye gayret ediyorlar.

Evet, bugün İslâm; vaz ettiği gerçek şefkat, merhamet ve diğergâmlık dolayısıyla, menfaatperest insanları, pragmatist toplumları, emperyalist güçleri rahatsız ediyor. Emrettiği adâlet ve hakkāniyet sebebiyle, zâlimleri ve sahtekârları rahatsız ediyor.

Nitekim Batı dünyasında 20-30 sene evvel bunun plânları yapıldı. Batı medeniyeti karşısında varlık gösterebilecek yegâne medeniyetin İslâm olduğunu îtiraf ettiler. Bundan dolayı da Medeniyetler Çatışması tezlerini ortaya attılar.

Müslümanlar maddî, siyasî, askerî, teknik ve teknolojik açıdan hâlen Batı’dan çok geri olduğu hâlde, onlar İslâm’dan korkuyorlar.

Çünkü İslâm, insanı, asıl hayatın âhiret olduğu gerçeği içinde yaşatıyor. Dünya ile âhireti mezcediyor. Her iki cihanda da saâdetin ölçülerini veriyor.

Lâkin onlar, böyle bir uhrevî mes’ûliyet içinde değil; keyfî, rastgele ve nefsânî arzularına uygun bir dünya hayatı talep ediyorlar. İnsana sorumluluklar yükleyen, hayata ölçüler ve hudutlar getiren; sorumsuzluk ve vurdumduymazlığı engelleyen İslâm’a bu yüzden cephe alıyorlar.

Ayrıca onlar da biliyorlar ki; menfaatperestlik, insan vicdanını rahatsız ediyor. Çünkü insanlık; şefkat ve merhamet arıyor. Bencil insanı değil, diğergâm insanı seviyor.

Zulüm, kalpleri derinden yaralıyor. Hâlbuki insanlık; adâleti emreden ve yaşatan bir dîne yöneliyor.

Gayesiz, hayvânî, çılgınca bir hayat; rûhu rencide ediyor, gönülleri öldürüyor. Lâkin insan, varlığının gayesini arıyor.

Bu arayışa yegâne cevabı da; İslâm’ı hakkıyla yaşayan, zarif ve rakik kalpli müslümanlar verebilecektir.

Bu bakımdan geniş kitlelerin İslâm’a akın akın girmesine mânî olmak için İslâm’ı karalamanın, zihinlerde mahkûm etmenin derdindeler.

Hâlbuki İslâm, insanlık tarihinin bir daha görmediği, eşsiz bir fazîletler medeniyetinin temellerini atmıştır. O, harbe dahî muazzam bir hukuk getirmiştir. Orduyu savaşa gönderirken, ashâbını şu sözlerle îkāz buyurmuştur:

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile) çocukları, mâbedlere çekilip ibadetle meşgul olan kişileri, kadınları, yaşlıları, savaş hâricinde olan kimseleri öldürmeyin. (Ayrıca) kiliseleri yakıp yıkmayın, ağaçları kökünden kesmeyin.”[1]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, harpte bile merhamet ve şefkat tevzî etmiştir.

Meselâ Bedir Harbi’nde müşrikler, harpten bir gün evvel gelip Allah Rasûlü’nün kuyusundan su almak istediler. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz onlara müsaade etti.

Bedir’den dönüşte Medîne’ye 150 kilometre mesafe vardır. Savaşta 70 tane esir alınmıştı. Ganimet mallarından dolayı binek yetersizdi. Ashâb-ı kirâm; zaman zaman develerinden indi, esirleri bindirdi, kendileri yürüdü. “Onlar da bizim insanlıktaki eşimizdir.” dediler. Efendimiz ashâbına tâlimat verdi; “esirlere yediğinizden yedirecek, içtiğinizden içireceksiniz…” buyurdu. Bu fazîlet ve merhamet karşısında esirlerin kāhir ekseriyeti müslüman oldu.

Neydi onlara bu fedâkârlığı yaptıran?

  • Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış…
  • O esirlerin de kendileri gibi hidâyetle şereflenmesi ümidi…
  • Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini sergilemek…

Sadece bu misal dahî gösteriyor ki, insanoğluna gerçek insanlığı öğreten, İslâm’dır. Dolayısıyla gerçek insanlık, ancak İslâm’dadır. Hümanizm dedikleri ise, içi boş bir mavaldan ibarettir.

Bugün bizlere düşen; âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimiz’in yüce ahlâkını gücümüz nisbetinde fiilen temsil ve tebliğ edebilmektir. Bunu lâyıkıyla yapabildiğimiz takdirde, İslâm’ı ne kadar karalamak isteseler de Allah onların tuzaklarını boşa çıkaracaktır.

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. Kendisine:

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” dediler. Buyurdu ki:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır; şahsiyet ve karakterin peşinden giderler. Dolayısıyla gerçek bir müslümanın fârik vasfı da, İslâm şahsiyet ve karakteri sergilemesidir.

Nitekim tarihteki hidâyet fetihlerine baktığımız zaman, bunun ehemmiyetini çok bâriz bir şekilde görmekteyiz. Mesela I. Murad Hân’ın Kosova’yı, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın da Bosna’yı fethinden sonra bu mıntıkalara gönül ehli, temiz Anadolu halkı yerleştirilmiş, Arnavutlar ve Boşnaklar, onların yaşayışlarındaki güzelliklere meftun olarak hidâyetle şereflenmişlerdir.

Şu hakikat unutulmamalıdır ki, İslâm gerçek mânâda yaşanıldığı zaman, ecdâdımıza dünya hâkimiyeti ihsan oldu. Harita, bugünkü sınırlarımızın otuz misline çıktı. Fakat ne zaman ki gönüller, İslâm şahsiyet ve karakterinden uzaklaştı, kalpler rûhânî plandan ten planına kaydı, işte o zaman bu nimetler elimizden alındı.

İslâm; huzurun gerçek adıdır. İslâm, bütün mahlûkâta şefkatle muâmele dînidir.

Burada birkaç misal zikretmek yerinde olacaktır:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennetʼe giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün koyunu kulağından çekerek kesmeye götüren bir kimseye rastlamıştı. Hemen müdâhale ederek;

“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yolda bir grup insana rastlamıştı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:

“–Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)

Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- buyurur:

Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp kendisinden bir şeyler istedim. Bana birkaç tane deve verilmesini söyledi. Sonra da bana şu tavsiyede bulundu:

«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara, tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»[2] (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Bir ara Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ateşe verilmiş bir karınca yuvası gördü. Bu hâli kabullenemedi; karıncaların yanık yuvası, onun rakik kalbini dehşete sevk etti. Büyük bir teessürle:

“Kim yaktı bunu? Ateşle azap vermek, sadece ateşin Rabbine mahsustur.” buyurdu.[3]

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüştü. Yanındakilere:

“–O bedevîyi bana getirin, fakat ona yumuşak davranın, onu korkutmayın!” buyurdu.

Bedevî yanına geldiğinde nâzik bir üslûpla:

“–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil! (Yani ağacın köküne zarar verme!)” buyurdu. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)

Yaş bir dalın bile gereksiz yere kırılmasına gönlü râzı olmayan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetini her fırsatta ve her şeye karşı nezâket, zarâfet, letâfet ve merhamete davet ediyordu.

Velhâsıl, değil insana, mahlûkâta bile böylesine merhameti emreden bir dînin adı, aslâ “terör” ve “fobi” kelimeleriyle yanyana getirilemez. Fazîlet dîni İslâm, lâyıkıyla tanındığı takdirde, ondan korkmak ve ürkmek bir yana, ona ancak muhabbet ve hayranlık duyulur. Onun bu fazîletlerini görmeyip karalamaya yeltenmek ise, ancak bir art niyetin göstergesidir.

Rabbimiz, cümlemizi Rasûlullah Efendimiz’in güzel ahlâkı ile kemâl bulup İslâm’ı şahsiyet ve karakteriyle en güzel bir sûrette temsil edebilen kullarından eylesin…

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220.

[2] “Adrenalin hormonu, sütün memeden sağılmasını kolaylaştıran oksitosin hormonu üzerinde olumsuz etki yapar. Buna göre; sağılacak hayvanın korkutulması, ürkütülmesi, tedirgin edilmesi veya uzun tırnaklarla sağım yapılarak acı verilmesi, adrenalin hormonu salgısını artırdığı için sağım miktarını azaltır.” (Yüzakı Dergisi, Kasım 2018, syf. 77) Uzmanların verdiği bu bilgiler, Rasûlullah Efendimiz’in yakın bir zamanda keşfedilen bir mûcizesidir.

[3] Bkz. Ebû Dâvud, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268.