Âhiret Penceresinden Bakabilmek

Gönül İkliminden İnciler 33

Yıl: 2018 Ay: Mayıs Sayı: 159

Âhiret Penceresinden Bakabilmek

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyurmak sûretiyle, bu cihâna gözlerini açan her insanın, aslında bir imtihanın içine doğduğunu ifâde etmektedir. Lâkin herkesin bu dünyada baktığı pencere farklı. Nitekim kimi bu fânî cihâna sadece gaflet penceresinden bakıyor. Bunun için de, temâşâ ettiği kâinâtın nakış nakış hikmetle tezyin edildiğini göremiyor. Her köşesinin ayrı bir ibret levhası olduğunu anlayamıyor. Onun görebildiği, sadece bir geometriden ibaret kalıyor. Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî” ve “el-Musavvir” esmâsının tecellîlerinden gâfil kalan; rüzgârların, derelerin ve dağların sessiz lisânından bir şey hissetmeyen hantal kalplere ne yazık!..

Kimi bu dünyayı sadece zevk u safâ penceresinden seyrediyor. Günlerini nefsinin süflî arzuları peşinde israf ederek tükettiği için, idrâki ilâhî azameti tefekkür etmekten âciz bir vaziyette körleşiyor. Bunlar gibi daha pek çok pencere mevcut… Fakat Rabbimiz’in bizlerden istediği, bu imtihan âlemine dâimâ âhiret penceresinden bakabilmek.

Zira o pencereden bakan kimse, kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine erer. Sermayesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere, insanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar eder. Gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına dikkat eder, kulak kabartır.

İşte o zaman kul, kendisinin ve kâinâtın yaratılış hikmetine ereceğinden, hayatı bambaşka bir mânâ kazanır. Kalbi, ancak o zaman mârifetullah ve muhabbetullah tecellîleriyle kemâl bulacağından, gerçek saâdeti tadar. Gönlü, ancak o zaman gerçek mânâda zikrullah ile buluştuğundan, huzura erer. Dolayısıyla hakikî mânâda basîret ehli olmak da, en fazla bir iki gün sonrasını düşünmekle değil, hayatı ancak ebediyet penceresinden seyredebilmekle gerçekleşir.

Bu sebeple Rabbimiz, pek çok âyet-i kerîmede sonsuz olan âhiret hayatı karşısında bir an mesâbesinde bile olmayan şu fânî cihâna aldanmamaları husûsunda kullarını şöyle îkaz etmektedir:

“Huzûrumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus, 7-8)

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (el-En‘âm, 32)[1]

Hamd olsun, Rabbimiz bu sene de üç aylara kavuşma nîmetini bahşetti. İnşâallah tertemiz bir sûrette bayrama erişebilmeyi de kereminden lûtfeylesin.

Unutmayalım ki, her şey bir emek ister. Emeksiz yemek bile olmaz.

Bakımı güzel yapılmayan bir tarladan, verimli bir mahsul almak mümkün olur mu?

Toprakla buluşturulmayan bir tohumdan, filiz beklemek akıl kârı mıdır?

Terbiye edilmeyen bir gönülden, fazîlet numûnesi davranışlar sergilemesi ne kadar beklenebilir?

Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (en-Necm, 39)

Öyleyse ilâhî rahmetin tuğyân ettiği bu mübarek zaman dilimlerinde, kulluk için yaratıldığımızın idrâkiyle sâlih amellerin peşinde koşalım. Bir sâlih ameli bitirdiğimizde, hemen bir başka sâlih ameli arasın gözlerimiz. Ayaklarımız bir başka sâlih ameli işlemek arzusuyla koşsun. Gönüllerimiz, sâlih amel iştiyâkıyla coşsun. Çünkü şeytan dâimâ fırsat kolluyor. Tard edildiği Cennet’in yolu üzerinde oturup, ayakları istikâmetten kaydırabilmenin gayretiyle, var gücüyle çalışıyor. Hem de hiç dinlemeden, hiç durmadan. Bu sebeple mü’min, dâimâ uyanık olacak. Gafletten uzak durmaya çalışacak. Cenâb-ı Hakk’ın şu emrini dâimâ yaşayacak:

“Boş kaldın mı hemen (başka bir) işe koyul. Ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında hiç boş vakit yok. Bir bakıyorsunuz Rabbi ile mülâkat hâlinde, huşû üzere namazını edâ ediyor. Bir bakıyorsunuz emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesiyle, gönülleri Cenâb-ı Hak ile buluşturabilmenin gayretinde. Bir bakıyorsunuz yetim, fakir, kimsesiz, yoksulların derdiyle dertlenip, onların sıkıntılarını gidermek için çırpınıyor. Onlara garipliklerini, yetimliklerini unutturuyor. Hattâ onların gönüllerini huzura kavuşturmadan kendisi huzur bulamıyor. Bir bakıyorsunuz, İslâm’ı öğrenmek için gelen câhiliye insanına, cihânın en güzel muallimliğini yapıyor, onları tezkiye ve terbiye ediyor. Bir bakıyorsunuz, âilesinin işlerinde onlara yardımcı oluyor. Bir bakıyorsunuz, çocukların saf ve temiz gönül topraklarına, Allâh’a muhabbet tohumları ekiyor. Velhâsıl gece gündüz demeden ve hiç durmadan çalışıyor. Hem de büyük bir aşk ve muhabbetle…

Bizler de bu Ramazân-ı Şerif’te Hakk’a yakınlığımızı artırmanın gayretinde olalım. İbadetlerin, gönüllerimizde büyük bir lezzet hâline gelmesi için Cenâb-ı Hakk’a duâ edelim.

Meselâ namazlarımız bizler için büyük bir lezzet olsun. Âyet-i kerîmelerde:

“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir, onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

“…Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyrulmuşken, kendimizi şu suallerle sık sık hesaba çekelim:

“Acaba benim namazım, dâimâ ilâhî huzurda bulunduğumun idrâkini gönlüme ne ölçüde nakşedebildi? Benim gözümü haram manzaralardan, kulağımı ve dilimi boş ve yanlış sözlerden ne kadar korumakta? Namaz, gönlüm için bir mîrâc oldu mu?..”  Çünkü, nasıl ki bir ağacın köklerindeki çürük; dal, yaprak ve meyvelerinde zâhir olursa, kişinin gönül dünyasındaki bozukluk da, namazla ifşâ olur. Zira namaz, insanın iç dünyasını gösteren bir nevî röntgen gibidir.

Muhammed Mâsum Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Namaz, kulu Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran en mühim ibadetlerin başında gelir. Namaz, sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakʼtan bir nişan taşır. Namazdaki yakınlığı, başka bir yerde bulmak mümkün değildir. Namazda, kul ile Allah Teâlâ arasındaki perdeler kalkar. Bunun için namaza «mü’minin mîrâcı» buyrulmuştur.

Kişi namazı ne kadar huşû ile (yani kalp ve beden âhengi içerisinde) kılarsa, mîrâcı o kadar kâmil olur. Bu da, namaz kılarken Sünnet-i Seniyyeʼye ne kadar riâyet edildiğine bağlıdır…

Namaz, sadece bildiğimiz şekillerden ibâret değildir. Namazın gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin üstündedir…”

Yine bu Ramazân-ı Şerîf’te oruçlarımız, gönüllerimize lezzet olsun. Bizim merhametimizi ve cömertliğimizi artırsın. Nîmetlerin kadrini idrâk ettirsin. Bizleri cimrilik ve israftan uzak tutarak, riyâzat üzere yaşamaya alıştırsın.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, riyâzat üzere geçti. Bu hakîkati Hazret-i Âişe Vâlidemiz şöyle naklediyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile efrâdı; Medîne’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganimetler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III/62, [1396])

Yine oruçlarımız, tefekkürümüzü artırsın. Çünkü yarım gün aç kalmakla, bedenî ve zihnî ihtiyaçlar yaşıyoruz. Ne kadar âciz ve muhtaç olduğumuzu derinden idrâk ediyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerine karşı ne kadar şükretmemiz gerektiğini daha iyi anlıyoruz. Zira Rabbimiz bu hususta kullarına çok ağır bir tehditte bulunuyor:

اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا

“Şüphesiz Biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör!” (el-İnsân, 3)

Yani ister şükrederek Cennet’i tercih et, böylece ebedî bir saâdet ve huzurun içerisinde ol;  istersen nankörlük ederek, derileri kavuracak, her ânı ayrı belâlı, sert ve dehşetli bir Cehennem’i tercih et! Karar senin!..

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir kimseye rastlamıştı. Onun devamlı bir sûrette;

“–Allâh’ım, beni azlardan eyle!” diye duâ ettiğini görünce;

“–Niçin böyle duâ ediyorsun?” diye merakla sordu. O ise bu suâle;

“–Allah Teâlâ; “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13) buyuruyor. Ben de o mes’ûd azınlıktan olmayı talep ediyorum.” mukâbelesinde bulundu.

Bu güzel düşünceye hayran kalan Hazret-i Ömer ise bu defa;

“–Yazık bana, herkes Ömer’den daha akıllı ve bilgili!” diye hayıflandı. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 81)

Yine içerisinde bulunduğumuz bu günler, sadaka ve infaklar vesîlesiyle, nazargâh-ı ilâhî olan gönülleri kazanma mevsimi. Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâtına, “Rahmân” ve “Rahîm” esmâsının tecellîsiyle devamlı veriyor. Dolayısıyla bir kul da, “veren el” olacak. Riyâ ve ucuptan kaçınarak verecek. Verirken gönlünde bir burûdet olmayacak, “Malım azaldı!” diye üzülmeyecek. Aksine; “Malım bereketlendi. Bu infâkım inşâallah beni Hakk’a yakınlaştırır.” diye sevinecek. Bu aşk ve şevk ile Cenâb-ı Hakk’a verir gibi verecek. Zira âyet-i kerîmede; يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ “sadakaları Allah alır” (et-Tevbe, 104) buyruluyor. Verdiği kimseye de bir teşekkür edâsı içerisinde olacak. Şunu da hiç unutmayacak ki, aslında insanın gerçek malı, aldığı değil, verdiği yani infâk ettiği maldır.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâneleri için bir koyun kesilmiş ve Âişe Vâlidemiz de kesilen koyundan civardaki ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı.

Bir ara Efendimiz; “Ondan geriye ne kaldı?” diye suâl edince Âişe Vâlidemiz;

“–Bize sadece bir kürek kemiği kaldı.” mukâbelesinde bulundu. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi Efendimiz;

“–Desene (yâ Âişe), bir kürek kemiği hâriç, dağıttıklarımızın hepsi bizim oldu!” buyurdular. (Tirmizî, Kıyâme, 33)

Rabbimiz, rızâsına nâil olacağımız bir Ramazân-ı Şerîf geçirebilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Bkz. el-Kehf, 45; el-Ankebût, 64; en-Nâziât, 38-39.