24 Ocak 2015

Selçuklu Sultanı’nın kızı, vezirin zevcesi ve Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi olan Gürcü Hâtun; aslen gayr-i müslim bir Rum olan sarayın meşhur ressam ve nakkaşı Aynü’d-Devle’yi, resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâ’ya gönderir. Ressam, huzûra çıkıp vaziyeti arz eder. Mevlânâ Hazretleri ise mütebessim bir çehreyle:

“–Yapabilirsen ne âlâ!” der.

Ressam çizmeye başlar. Fakat her seferinde, karşısındaki sîmânın, çizdiği resimle alâkasız bambaşka bir muhtevâ ve şekle büründüğünü fark edip yeniden çizmeye koyulur. Böylece Hazret-i Mevlânâ’nın resmini çizmeye çalışırken, yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecburiyetinde kalır. Kalemlerini kırıp atar. Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Zira o mahâretli ressamın sanatı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur.

Rivâyete göre bu hâdise, ressamın gönlünü uyandırır; hayret ve dehşet içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Nihayet gönlünde açılan pencereden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tahayyülüne dalan ressamın dilinden, şu sözler dökülür:

“–Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir Nebî’si nasıl olur?..”