Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -4-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2020 – Ocak, Sayı: 407

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Derviş gönülsüz gerektir;

Söğene dilsiz gerektir,

Döğene elsiz gerektir,

Halka beraber gerekmez…

[Tasavvufî terbiyenin ilk dersi “incitmemek”, son dersi ise “incinmemek”tir. İncitmemek, bir noktada insanın elindedir. Lâkin incinmemek zordur. Zira kalpte irâde yoktur. Dolayısıyla, mâruz kalınan haksızlıklara karşı kalpten gelen îtiraz ve şikâyeti susturabilmek ve gönlüne söz geçirebilmek, ancak yüksek bir mânevî dirâyet ister. Kendi irâdesini Hakk’ın irâdesine râm ederek nefsini/benliğini aradan çıkarabilmeyi gerekli kılar. Bunun içindir ki şahsına yapılan ezâ ve cefâlar sebebiyle gücenmemek ve gönül koymamak, bilâkis Allah için affederek bunu huzûr-i ilâhîde kendi affına vesîle kılmaya çalışmak, ancak yüksek ruhların kârıdır.

Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hususta ümmetine sayısız misal sergilemiştir. Şahsına yapılan ezâ ve cefâları affetmekle kalmamış, kötülüğe dahî iyilikle mukâbelede bulunmuştur. Zulmüne mâruz kaldığı kişi ve toplumlara bedduâ etmek yerine, onların ıslah olup hidâyetle şereflenmeleri ve ebedî kurtuluşa ermeleri için duâ etmiştir.

Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp gül yüzünü kanatanlara bedduâ yerine duâ etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine Mekke Fethi’nde, yıllarca zulüm ve işkencelerine mâruz kaldıkları müşriklere kısas yapmak yerine af îlân etmesi, nice azılı düşmanın dost olmasına vesîle olmuştur.

Cenâb-ı Hak ne güzel buyurur:

“…İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34)

Diğer taraftan, iyilik yapanlara iyilikle, kötülük yapanlara da kötülükle karşılık vermek, “her kişinin kârı”dır. Kötülük yapanlara bile iyilikle mukâbele edebilmekse “er kişinin kârı”dır. Şu hadîs-i şerîf, bu hususu ne güzel hulâsa etmektedir:

“Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyerek (başkalarını taklit eden) şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine; insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek (zulme sapmamak) için nefsinizi terbiye edin.” (Tirmizî, Birr, 63/2007)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu yüksek ahlâkı her vesîleyle ashâbına da tâlim ve telkin etmiştir. Nitekim bir gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakâret etti. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- cevap vermeyip sükût etti. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakâret etti. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- yine sükût etti. Adam üçüncü defa hakâret edince, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- dayanamayıp ona hak ettiği cevabı verdi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hemen oradan kalkıp yürümeye başladı.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ardından yetişerek:

“–Yâ Rasûlâllah, yoksa bana darıldınız mı?” deyince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca, melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Rahmânʼın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Yine Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan “İfk” (yani iftira) hâdisesinde Mıstah’ın da iftiracılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştü. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler. Affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmakta olduğu hayra devam etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de nefsi için aslâ öfkelenmez, ancak bir hakkın çiğnenmesi, hakîkate zulmedilmesi karşısında sessiz kalmazdı. Şahsına karşı yapılan hata, kusur ve kabalıkları, Allah için affederdi.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti olarak bizler de O’nun hâliyle hâllenmeye gayret etmeliyiz. Kusur affetmeyi, barışmayı, kaynaşmayı, kardeş olmayı, yalnızca Ramazan’dan Ramazan’a yahut bayramdan bayrama hatırlamak yerine, her dâim engin gönüllü bir “rahmet insanı” olmaya çalışmalıyız. Şahsımıza yapılan haksızlıkları izzet-i nefis ve gurur meselesi yapmamalıyız. Alınma, gücenme, darılma gibi zaafları, Allah rızâsı için aşmalıyız. Öfkeye kapılarak kin gütmeyi ve intikam peşine düşmeyi; gönül hamlığı ve idrak sığlığı olarak telâkkî etmeliyiz. Şahsımıza karşı işlenen hata ve kusurları affedebilmeyi, nefsimizin tezkiyesine ve günahlarımızın bağışlanmasına vesîle bilmeliyiz.

Şu hâdise, bu gönül ufkunun ne muhteşem bir tezâhürüdür:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbına:

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye sormuştu. Yanındaki sahâbîler:

“–Ebû Damdam kimdir yâ Rasûlâllah?” diye suâl ettiler.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. O;

«‒Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ne mutlu, Allâhʼın kullarını affede affede ilâhî affa lâyık olabilme firâsetiyle yaşayan derviş gönüllü kullara!..]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!

[Dünya hayatı, kısacık bir fasıldır. Hiç kimse burada kalıcı değildir. Bu kısacık devre-mülkte yapılacak en hayırlı işlerden biri; Allah için birbirini seven kardeşler olmak, geçim ehli olan ve kendisiyle hoş geçinilen örnek bir müslüman olmak, gönüller fethedip hayır-dualar almak, kimseye bâr olmayıp herkese yâr olmak, böylece Allâh’ın yeryüzündeki şahitleri olan mü’minlerden bir hüsn-i hâl kağıdı alarak Hakk’ın huzûruna çıkmaktır.

Kabirde ve âhirette pişman olunacak davranışlardan, fânî ve gelgeç menfaatler uğruna kalp kırmaktan, gönül yıkmaktan ve cedelleşmekten sakınmak îcâb eder. Bilâkis gönüller arasında yıkılmaz muhabbet köprüleri kurarak, İslâm kardeşliğinin huzur ve sükûnunu cemiyet plânında yaşayıp yaşatmaya çalışmak gerekir. Zira bu birlik ve beraberlik; nice hayırların celbine, nice şerlerin de def’ine vesîledir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve cemaati çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

Nitekim hadîs-i şerîfte de;

“Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470)

Sâlih dostlar edinmek, mü’min için tâlihlerin en büyüklerindendir. Zira nefs ve şeytanın, yalnız kişiyi aldatması çok kolayken, sâlihlerle beraber olanları yoldan çıkarabilmesi zordur.

İnsan, gerçek bir dostluğa giden yolu samimiyetle ararsa, bunun için pek çok vesîle bulabilir. En başta; “İnsan ihsâna mağluptur.” denilmiştir. Hakîkaten kendisine iyilik yapılan kimse düşmansa husûmeti azalır; ortadaysa yakınlaşır; yakındaysa muhabbeti artar. Dolayısıyla insanlara karşı ilk olarak “fedakâr ve cömert” olmak îcâb eder.

Yine bu hususta riâyet edilmesi gereken esasları Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermişlerdir:

“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 148, 158)

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim 11, Edeb 80)

“Selâmı yayınız, fakir ve yoksulları doyurunuz, böylelikle Azîz ve Celîl olan Allâh’ın size emrettiği şekilde kardeşler olunuz.” (İbn-i Mâce, Et’ıme, 1)

“Îmân etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam îmân etmiş olmazsınız. Size bir şey söyleyeyim ki onu yaptığınız takdirde birbirinizi seversiniz: Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, Îmân, 93)

Şunu unutmamak gerekir ki, bir şey vermeden karşılığını beklemek boşunadır. Nasıl ki tohum atılmayan ve sulanıp bakılmayan topraktan bir mahsul beklenemezse, gönül vermeden de gönül kazanılamaz. Sevmeyen insan, sevilemez. Dolayısıyla Yaratan’ından ötürü bütün insanlara, hattâ bütün mahlûkâta gönül hânemizi açmalı, şefkat, merhamet ve muhabbetimizi cömertçe ikram etmeli, İslâm’ın güler yüzünü sergileyerek gönüller fethetmeliyiz.

Hak dostlarının bu husustaki gönül ufkunu sergileyen şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek, onu incitenlere hitâben:

“–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.

İşte bütün mahlûkâta Hâlık’ının şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabilmenin müşahhas bir misâli…

Ayrıca; “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.” denildiği gibi, müslümanın vazifesi de, hatâ ve kusurdan sâlim kalamayan din kardeşlerini kendi hâline terk edip dışlamak değil, bilâkis onlara müsâmahakâr bir üslûpla el uzatarak, nezih bir hayata dönmelerine yardımcı olmaktır…]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Mal sahibi mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan mülk de yalan;

Var biraz da sen oyalan!

[Mülk, Allâh’ındır. İnsan, geçici bir süreliğine kendisine emânet edilen malının bir emânetçisi yahut veznedarı mevkiindedir.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Dünya hayatı bir rüyadan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”

Her insan, kendisine bir imtihan malzemesi olarak verilen malını nasıl kazanıp nasıl sarf ettiğinden hesaba çekilecektir. Dolayısıyla bu cihan dershanesinde mal-mülk ve serveti doğru kullanmayı bilmek, büyük bir sanattır. Zira malı sırf nefsine harcamak israf; kendine biriktirmekse cimriliktir.

Şeyh Sâdî der ki:

“Cimri bir insan, meşakkatle para biriktirir, hasislikle saklar ve hasretle bırakıp gider.”

Hikmet ehli de şöyle demiştir:

“Bir kul öldüğünde, malı hususunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların nasıl kazanılıp sarf edildiğinden ilâhî mahkemede hesâba çekilmesidir.”

Bir insan için, dünyada bırakacağı ve belki de sefâsını başkalarının süreceği dünya metâları sebebiyle âhirette inceden inceye hesaba çekilecek olmak, ne kadar da müşkül bir durumdur. Hadîs-i şerîfte bu durumdakiler için şöyle buyrulmaktadır:

“Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, çoluk-çocuğunu hayır (yani servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle (yani kazancından ve malından hesaba çekilmenin ağır mesʼûliyetiyle) varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)

Dolayısıyla bu dünyada zenginliğin gerçek saâdet ve saltanatı; nefsi cimrilik ve israftan koruyarak malı Allah yolunda infak edebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği fânî nîmetleri ebedî saâdet sermayesine dönüştürebilmektir. En hayırlı mal, Allâh’ın râzı olduğu şekilde sarf edilerek sahibinden önce âhirete gönderilendir.

İmâm Şâfiî Hazretleri buyurur:

“Ey dünya ve dünyanın süsüyle şeref bulduğunu zanneden gâfil! Ölüm binaya da gelecek, bina edene de… Kimin izzeti dünya ve süsüyse, bilsin ki izzeti pek az, zevâle mahkum ve fânî… Bil ki dünyanın (saâdet gibi gözüken fakat aldatıcı bir seraptan ibaret olan) hazineleri; altın, (gümüş vs. maddî varlıklar)dandır. Sen ise; îman, amel-i sâlih ve hayır-hasenattan hazineler biriktir!..”

Bu fânî âleme sadece dünyalık kazanmak için geldiğini zannedip o minvalde ömür sermayesini ziyan edenler, fecî bir ebediyet iflâsına dûçâr olacaklardır. Onlar, Kur’ânî ifadesiyle;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmış, (fakat boşa) yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3)

Merhum Necip Fâzıl, böyle bir hüsrana düşmekten îkaz sadedinde şöyle der:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir;

Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!..

Unutmayalım ki bu cihanda biriktirilecek en güzel hazine; kazanılmış gönüllerdir, mahzun yüreklerden Arş-ı Âlâ’ya yükselerek bizlere rahmet vesîlesi olacak hayır-duâlardır…]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun!

Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun!

Yunus ne hoş demişsin, bâl u şeker yemişsin,

Ballar balını buldum; kovanım yağma olsun!

[Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği döneminde bir ara Medîne-i Münevvere’de kıtlık zuhur eder. Tam da o sırada Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmiştir. Kervanı görenler, buğday satın almak için koşarlar. Hattâ bir dirhemlik buğday için yedi dirhem teklif ederler. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ise:

“−Hayır! Sizden daha fazla veren var, ona satacağım.” der.

Ashâb-ı kirâm, mahzun bir şekilde oradan ayrılıp halîfe Hazret-i Ebû Bekir’in yanına varırlar. Vaziyeti anlatıp Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın bu tavrına üzüldüklerini bildirirler.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, o fazîlet ehli sahâbînin bu davranışının altında muhakkak bir hikmet bulunduğunu sezerek:

“−Osman hakkında hemen kötü düşünmeyiniz. O, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in damadı ve Me’vâ Cenneti’nde arkadaşıdır. Herhâlde siz onun sözünü yanlış anladınız.” der.

Ardından beraberce Hazret-i Osman’a giderler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“−Yâ Osman! Ashâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüştür.” deyince Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“−Evet, ey Rasûlullâh’ın halîfesi! Onlar bire yedi veriyorlar. Hâlbuki onlardan daha hayırlı olan Cenâb-ı Hak ise, bire yedi yüz veriyor. Biz buğdayı, bire yedi yüz vererek alana sattık.” buyurur.

Sonra da yüz deve yükü buğdayı, Allah rızâsı için Medîne fukarâsına dağıtır. Kervandaki yüz deveyi de kurban eder.

Buna çok sevinen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Osman’ı alnından öper ve:

“−Ashâbın, senin sözündeki inceliği kavrayamadıklarını önceden sezmiştim…” buyurur.[1]

Unutmayalım ki bu cihan sahrâsında bulunabilecek en değerli hazine, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsıdır. Bu hakîkati derinden idrâk ederek Cenâb-ı Hak’ta fânî olan yüksek ruhlar, öyle muhteşem bir vuslat ikliminde yaşarlar ki, artık onların gözleri ve gönülleri, Hak’tan gayriye bakmaz olur. Hakk’a vuslatın tarifsiz lezzetiyle âdeta mest olurlar. Tattıkları bu mânevî haz sebebiyle gözlerinde ve gönüllerinde mâsivânın değeri sıfırlanır. Bu rûhî coşkunlukla da canlarını ve mallarını Allah yolunda bezletmek, onlara bütün dünyevî lezzetlerden daha kıymetli hâle gelir.

Sahâbe efendilerimize;

“Anam-babam, canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedirten de, gönüllerindeki o vecd ve istiğrak hâlidir.

Nitekim ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri de;

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.” demiştir.

Atâullah el-İskenderî -rahmetullâhi aleyh-’in dediği gibi:

“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..”

Hakîkaten, bütün dünya bize verilse, fakat Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından mahrum kalsak, bunun ne kıymeti olur!? Zira dünya da fânîliğe mahkum, ömür de muvakkat. Fakat Allah Teâlâ’nın rızâ ve muhabbetine nâiliyetin getireceği saâdet ise ebedî!..]

Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi, şu fânî dünya misafirhanesinde yerli ve kalıcı edâsıyla oturma gafletinden uyandırsın. Son nefese kadar rızâsını tahsil yolunda ihlâs, takvâ, gayret ve muhabbetle koşturabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

[1] Bkz. Hz. Osman Zinnûreyn, Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, sf. 140.