Yûnus Emre Hazretleri’nden Hikmet Dolu Telkinler (Kur’ânî Tâlimatlar 30)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Haziran, Sayı: 196

EĞRİ SÖYLEME!

Rivâyete göre Yûnus Emre Hazretleri’nin vefâtından yüz sene sonra Molla Kasım adında bir zâhir âlimi, Yûnus’un şiirlerini ele geçirdi. Bir ırmağın kenarında okurken, her rastladığı şiiri, onlardaki derin mânâları anlayamayarak;

«–Bunlar ne saçma sapan şeyler!» deyip ırmağa atmaya başladı.

Nihayet karşısına şu mısralar çıktı:

Derviş Yûnus bu sözü, eğri büğrü söyleme,

Seni sîgaya çeker bir Molla Kasım gelir!..

Bu sözleri okuyan Molla Kasım, o anda gerçeği kavradı ve büyük bir pişmanlıkla;

“–Eyvah! Ben ne yaptım! Koca bir ummânın farkına varamadım. Nasıl oldu da ruh ve mânâ âbidesinin bu hikmet ve irfânını gözümün önündeyken dahî göremedim!.. Hâlbuki o, yüz sene evvelinden benim hâlimi sezmiş!..” diyerek gözlerinden sel gibi yaşlar dökmeye başladı.

Geri kalan şiirleri büyük bir îtinâ ile muhafaza etti. Denilir ki, bu şekilde Yûnus’un yaklaşık bin kadar şiiri kaybolmuştur.

Yûnus Emre Hazretleri; üstâdının dergâhına eğri odun dahî götürmeyen istikametiyle, elbette sözlerini de eğri büğrü söylemedi. Onun şiirleri, arı duru tasavvufun tercümanı oldu. İslâm’ın özünü ve derûnunu aksettirdi.

Nitekim tasavvuf; adına zühd, takvâ, ihsan gibi başka isimler verilse de, İslâmiyet’in derin bir ihlâs ve huşû ile yaşanmasından ibarettir.

Bugün dünyada Molla Kasım’ın baştaki hâline benzer bir sertlik içinde, tasavvufu itham eden nâdanlar; öyle abus, katı, duygusuz ve merhametsiz anlayışlar ortaya koydular ki, onların gafletlerinden cesaret alan İslâm düşmanları, İslâmofobi / İslâm korkusu diye bir iftira usûlü îcâd ettiler. Rahmet, şefkat ve adâlet dîni olan İslâm’ı, korkulacak bir âfet gibi karalamaya çalıştılar.

Hâlbuki İslâm; Horasan dervişlerinin, Anadolu sûfîlerinin müstesnâ rûhuyla sergilendiğinde, ona herkes hayran olur. Ondaki selâmet, huzur ve sükûneti düşmanları bile tasdik eder.

Nitekim;

UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı), vefâtının 700’üncü yılı münasebetiyle Yûnus Emre Hazretleri’ni 2021 yılı anma listesine aldı. Ülkemizde de 2021 senesi, «Bizim Yûnus Senesi» olarak îlân edildi.

Tefekkür edelim:

Yedi asır önce yaşamış nice Yûnuslar vardı. Nice şahıslar geldi geçti. Fakat üzerinden yedi asır geçmesine rağmen Yûnus’u unutturmayan nedir?

Cenâb-ı Hak Meryem Sûresi’nde şöyle buyurur:

“Îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince; Rahmân (sonsuz merhamet sahibi olan Allah, gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)

Bu sevgi o kadar tesirlidir ki, ona nâil olabilen zâtların hizmetleri fânî hayatlarından sonra da asırlarca devam eder.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Vefâtımızdan sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”

Bu vesileyle Yûnus Emre Hazretleri’nin hikmet dolu sözlerinden birkaçını zikredelim ve o sözlerin arkasındaki Kur’ânî tâlimatları ifade edelim:

BİR GÖNÜL İNSANI

Cenâb-ı Hak, bizden kalb-i selîm ister. Yani Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden kurtulmuş, selâmet bulmuş, tertemiz bir gönül ister.

Yine Rabbimiz kullarından kalb-i münîb / Allâh’a yönelmiş bir gönül ister.

Böyle bir kalbi tahsil edebilmenin yolu ise; onu tahsil edebilmiş irşâd ehli gönüllerin rehberliğinde, gönüller fethetmektir, gönüller almaktır. Muhabbet dolu bir gönülle İslâm kardeşliğini yaşamaktır. Bu yolda tevâzu içinde hizmet ve gayret etmektir. Cömertçe ve fedâkârca ikramda ve ihsanda bulunmaktır. Gönlün bu kıvâma gelmesi için îmânın meyvesi olan merhamet şarttır.

Bütün bu mânâları, Yûnus Emre Hazretleri; sehl-i mümtenî adı verilen bir üslûp ile yani dile getirilmesi hayli zor olan nice mücerred hakikatleri, sanki kolayca söyleyivermiş gibi kelimelere dökmüştür:

Düriş, kazan, ye, yedir,
Bir gönül ele getir.
Yüz Kâbe’den yeğrektir,
Bir gönül ziyareti…

Nefsin ve şeytanın türlü oyunlarından biri de, ibâdet yoluna giren kişileri sadece zâhir ile oyalamaktır. Bu sebeple tasavvuf ehli, işin zâhirden ibaret olmadığını sarsıcı misallerle dile getirirler. Meselâ Mevlânâ Hazretleri;

“Keçinin gölgesini kurban etme!” diyerek zâhirin bir gölgeden ibaret olduğunu, ibâdetlerin ancak zâhir ve bâtın beraberliği ile edâ edildiğinde maksada muvâfık olacağını bildirir.

Yûnus Emre Hazretleri; muâmelât titizliğine, gönül incitmemenin ehemmiyetine aynı şekilde temas eder:

Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı;
Kim gönül yıkar ise…

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah, sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahî,
Elin yüzün yumaz değil.

Dînimiz; bir mü’minin kaba saba, kırıcı ve kibirli olmasını asla kabul etmez. İslâm; bencil değil fedâkâr ve diğergâm, cimri değil cömert, kaba değil rikkat sahibi mü’minler ister.

Âyet-i kerîmede buyurulmuştur:

“Ey îmân edenler! Başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız infak ve sadakalarınızı boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 264)

Bu sebeple, ferdî ibâdetler kadar, içtimâî ibâdetleri de ihmal etmemek şarttır. Din ancak İslâm kardeşliği içerisinde huzur ve saâdetle yaşanır.

Tasavvufun özünde de zâhirden ziyade bâtına ehemmiyet vermek gerekir. Birçok kişi, tasavvufu birtakım kıyafetlere bürünmek zannedebilir. Hâlbuki tasavvuf her şeyden evvel, ihlâs ve takvâ libâsına bürünmektir. Yûnus zamanında da böyleydi. Dervişlere mahsus hırka ve serpuşları üzerine geçirip, mânâ yolcusu gibi arz-ı endâm edenler olurdu. Yûnus onları şöyle îkāz etti:

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil!
Dervişlik olaydı tâc ile hırka,
Biz dahî alırdık otuza kırka…

ŞEFKAT NAZARI

Yûnus ne güzel söyler:

Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!
Ben gelmedim dâvî için, benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim…

Yine onun şu mısrası, mahlûkāta şefkat nazarıyla bakma şuurunun en güzel ifadelerindendir:

Yaradılmışı severiz Yaradan’dan ötürü…

Bu hassâsiyet sebebiyledir ki ârif mü’minler, Allâh’ı zikrettikleri için zerreden kürreye kadar bütün varlıklara ulvî bir nazarla bakarlar. Sarı çiçekle içli içli hasbihâl eden Yûnus Emre şöyle der:

Benim bir karıncaya, ulu nazarım vardır…

Çünkü karınca da Allâh’ın yarattığı bir candır. Kimse karıncayı küçük görüp de ona zulmü revâ göremez. Firdevsî şöyle demiştir:

مَيَــازَارْ مـــــُــورِى كِـه دَانَه كَــــشَســــْتْ

كِه جَانْ دَارَد وُ جَانْ شِيرِينْ خُوشَسْتْ

“Bir yem tanesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”

Rasûlullah Efendimiz de, yakılmış bir karınca yuvası görünce çok üzülmüş ve;

“Allâh’ın yarattığı canı, kim yakabilir?!.” buyurmuştu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 112/2675)

Zira bir karıncaya yapılan zulmün de yarın âhirette hesabı sorulacaktır.

ÂHİRET SEDÂSI

Hak dostlarının mübârek çehreleri dâimâ âhirete dönüktür. Dünyanın aldatıcılığını her dâim hatırlatırlar. Bilhassa kabir iklimini ziyaret eder ve o dönüşsüz yolculuğa çıkmadan evvel, «son nefes»in ne kadar ehemmiyetli olduğunu ehl-i îmâna bildirirler. Yûnus Emre kabir taşlarının tefekkür ikliminde şunları söylemiştir:

Yalancı dünyaya konup göçenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Üzerinde türlü otlar bitenler,
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararır otlar,
Kimi mâsum kimi güzel yiğitler;
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,
Söylemeden kalmış, tatlı dilleri,
Gelin duâdan unutman bunları;
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Kimisi bezirgân, kimisi hoca,
Ecel şerbetini içmek de güç a!
Kimi ak sakallı, kimi pîr koca;
Ne söylerler ne bir haber verirler!..
Yûnus der ki gör takdîrin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,
Başları ucunda hece taşları;
Ne söylerler ne bir haber verirler!..

Bütün insanlık, ölüm karşısında müşterek bir ürperti içindedir. Hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, her gönlü derinden derine sızlatır. Zihinlerde âdetâ zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve kımıldadıkça insanı tedirgin kılan ölüm ve ötesine dair meçhuller, öteden beri insanoğlunun zihnini ve kalbini en çok meşgul eden meselelerden biridir.

Yûnus Emre gibi Hak dostları ise, «ölümü güzelleştirme»ye gayret ederler.

Ölümü gafil nazarlara korkunç gösteren husus, aslında ölüm sonrasındaki hesaba hazır olmamalarıdır. Dünyaya aldanmayan, hayatı bir imtihan bilip ömür defterini sâlih amellerle tezyîn eden ve ölümü de dosta varılan bir kapı olarak telâkkî edenler için, ölüm vakti, bir düğün gecesidir.

Yûnus’un çağrısı, «ölmeden ölmeye» yani nefsânî arzulardan kurtulmaya doğrudur:

Bu dünyada kalmayalım,
Fânîdir aldanmayalım,
Bir iken ayrılmayalım;
Gel dosta gidelim gönül!
Biz bu cihandan göçelim,
Ol dost iline uçalım,
Arzu, hevâdan geçelim;
Gel dosta gidelim gönül!
Ölüm haberi gelmeden,
Ecel yakamız almadan,
Azrâil hamle kılmadan;
Gel dosta gidelim gönül!

Gidilecek dost;

  • Mürşid-i kâmildir.
  • Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir ve
  • Refîk-i Âlâ olan Allah Teâlâ’dır.

Zaten;

Bütün muhabbetler ve dostluklar, «muhabbetullâh»a basamak olduğu müddetçe kıymetlidir.

PEYGAMBER AŞKI

Yûnus Emre Hazretleri, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e de müstesnâ bir muhabbetle bağlıdır.

“Ahmed-i Muhtâr’ın yolunun tozu-toprağıyım!” diyen Mevlânâ Hazretleri gibi, Yûnus’un cânı da, Habîbullâh’ın yoluna kurbandır.

Ne güzel söyler:

Cânım kurbân olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!..
Gel şefaat eyle kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!.. -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

Yûnus Emre Hazretleri’nin, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbeti ve O’ndan şefaat niyâzı da O’nun şerîatına ve sünnetine ittibâ ile kāimdir:

Ol Âlem Fahri Muhammed, Nebîler Serveri’dir,
Ver salevat aşk ile, ol günahlar eritir.
Hak onu övdü, yarattı, sevdi; «Habîb’im!» dedi,
Yeryüzünde cümle çiçek, Mustafâ’nın teridir.
Sen O’na ümmet olagör; O, seni mahrum komaz!
Her kim O’nun ümmetidir; sekiz cennet, yeridir.
Her kim, O’nun sünnet ile farzını kāim tutar,
Ne diyem ki; âkıbet, soru hesaptan berîdir.

Yûnus Emre Hazretleri’nin daveti, mesajı ve çağrısı budur. Lâkin onu, «sevgi ve hoşgörü telkin eden bir halk ozanı, hümanist bir mütefekkir» gibi dar ve sığ çerçevelere sığdırmaya kalkanlar, Yûnus’u asla râzı olmayacağı bir kimliğe büründürmeye çalışmaktadırlar. «2021 Bizim Yûnus Yılı»nda da onu hakikî çehresi ve gerçek mesajıyla tanımak ve tanıtmak lâzımdır. Aksi takdirde Yûnus’un şu sözlerine muhatap olunacaktır:

Ben bir acep ile geldim,
Kimse hâlim bilmez benim!
Ben söylerim ben dinlerim,
Kimse dilim bilmez benim!
Benim dilim kuş dilidir,
Benim ilim dost ilidir,
Ben bülbülüm dost gülüdür,
Bilin gülüm solmaz benim!

Aynı mânevî yalnızlığı Ferîdüddîn Attâr da, şöyle dile getirir:

“Ben bir kuş idim ki, sırlar âleminden uçup geldim. Tâ ki aşağıdan yukarı bir av alıp götüreyim (yani sırrımdan anlayan bir dost bulayım). Lâkin o sırlara mahrem olacak kimseyi bulamadım. Çaresiz, geldiğim kapıdan çıktım ve gittim.”

Demek ki asırlarca dinmeyen bu feryatları anlamaya gayret etmek gerekir. O lisânı anlamak için, derin bir tahsil, mânidar bir ilim gerekir:

OKUMANIN MÂNÂSI

Yûnus Emre Hazretleri’nin bilhassa «ilim ve tahsil»e dair tarifleri zamanımız bakımından da çok mühimdir:

Yigirmi dokuz hece,
Okursun uçtan uca,
Sen elif dersin hoca;
Mânâsı ne demektir?
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin;
Ya nice okumaktır?
Okumaktan mânâ ne,
Kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin;
Ha bir kuru emektir!

Yûnus bu derin mısralarında ilmin iki gayesini bildirir:

  • Hakk’ı bilmek yani mârifetullah.
  • Kendini bilmek, (kulluğun ve hiçliğin idrâkine varmak.)

Nitekim buyurulmuştur:

“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”

Yûnus; ibâdette olduğu gibi, ilimde de zâhir perdesinin ötesine geçmek gerektiğini hatırlatıyor. «Elif»in zâhiri bir harftir. Fakat bâtınında o, tevhîdi remzeder. Bir’i anlatır. Allâh’a götürür.

Amelsiz ve ihlâssız bir ilim, elifi de, o harflerle yazılan bütün mâlûmatları da sadece kuru bir bilgi olarak görür. Ondan ahlâkî, irfânî ve içtimâî bir fayda tahsil edemez. Böyle bir tahsil, sırtındaki kitap yükünden istifâde edemeyen merkeplerin hâline benzer.

Bugün de;

Evlâtlarımız kimya dersinde elementler tablosunu tahsil ediyor. Lâkin, atomun temelindeki dizilişlerle kâinatta bunca farklı sanatı temâşâ ettiren Fâil-i Mutlak’a, yüce Sanatkâr’a gidebiliyor mu?

Evlâtlarımız tarih okuyor. Ancak, hâdisâtın akışındaki ilâhî adâleti, kahır ve helâkleri, hiç değişmeyen fânîliği idrâk edebiliyor mu?

Evlâtlarımız biyoloji, fen, tıp vs. okuyor. İlâhî sanatın ve kudretin nakışlarını temâşâ edebiliyor mu? Sanattan Sanatkâr’a, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e ulaşabiliyor mu?

Yoksa bilâkis araya perde mi çekiliyor? Dünyevî ilimler, âhiret ve mâneviyat unutturularak, görmezden gelinerek mi okutuluyor?

Evlâtlarımız tahsil sayesinde, kendini tanıyabiliyor mu? Kul olduğunu, Rabbe ve O’nun vahiyle gönderdiği terbiyeye muhtaç olduğunu anlayabiliyor mu?

Bu gayelere hizmet etmeyen bir tahsil, kuru bir emektir; âyet-i kerîmenin tabiriyle, bu beyhûde gayretlerin peşinde koşanlar;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmış, (fakat boşa) yorulmuşlardır!” (el-Ğâşiye, 3)

Sâmi Efendi Hazretleri’ni ziyarete gelenlerden biri, hem duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;

“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti.

Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;

“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, «mârifetullâh»ın tahsilidir! (Yani bu mânevî tahsil olmadan diğer tahsillerin pek kıymeti yoktur.)” buyurdu.

Yûnus Emre Hazretleri Tapduk Emre dergâhında işte bu gerçek tahsili gördü.

Bu tahsilde Tapduk Emre, Yûnus’u sır ve hikmet eşiğinde yoğurdu. Onun gurur ve fânîlik tozlarından kurtularak hiçliğe bürünmesini temin etti. «Ben» kelimesini unutturdu. Hakikî tahsili yaşattı.

Böylece Yûnus Emre;

Kendini tanıdı, Rabbini kalben tanımakta mesafe aldı. Nefsini tezkiye etti. Kalbini tasfiye etti. O gönülden nice güzel şiirler dile geldi. Günümüze kadar irşâdı ulaştı, yarınlara devam etmekte.

Hazret-i Mevlânâ’nın, derviş Şems’in mânevî rahlesinde pişerek ve yanarak hamlıktan kurtulması gibi, Yûnus da Tapduk dergâhında pişti ve şöyle hamd etti:

Tapduk’un tapusunda,
Kul olduk kapusunda,
Yûnus miskin çiğ idik;
Piştik elhamdülillâh!..

Bugün dünyevî tahsil, ancak böyle bir uhrevî tahsilin kanadı altında beşeriyete ve evlâtlarımıza saâdet verebilir. Aksi takdirde, dünyevî tahsil maalesef kendi evlâtlarımızı öz değerlerine yabancılaştırmanın bir vasıtası olmaktadır. Evlâtlarımızı; ecnebîlerin derbeder modalarına, aldatıcı reklâmlarına zebûn eylemektedir. Beşeriyete saâdet ve huzur getirmeyen birtakım sistemlerin robotu hâline getirmektedir.

Ana rahminden geldik pazara;
Bir kefen aldık döndük mezara!..

diye hulâsa ettiği ve kısalığını bildirdiği hayatı, Yûnus en güzel şekilde değerlendirdi. Biliyordu ki;

Bu hayat çarşısının en asil giysisi olan kefen, bütün fânî alışverişlerin ve gelgeç zevklerin iptal noktası değil midir?

Bu idrâk ile;

Ardında şu güzel sedâyı ve selâmı bıraktı:

Biz dünyadan gider olduk,
Kalanlara selâm olsun!
Bizim için hayır duâ,
Kılanlara selâm olsun!..

Yâ Rab!.. Memleketimizi ve cümle İslâm âlemini, Hak dostlarının hayat veren nefesleriyle mâmûr eyle!..

Muhabbetullah ve Muhabbet-i Rasûlullah ile gönüllerimizi nurlandır.

Sev, sevdir ve sevindir yâ Rabbî!..