Tebliğde Tasavvufî Üslûb

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Mart Sayı: 186

Muhterem Efendim, tebliğde tasavvufî üslûp nasıldır? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bir misalle başlayalım:

Ashâb-ı kirâmdan Ebu’d-Derdâ Hazretleri Şam’da kadılık yapıyordu. Bir gün halkın bir günahkâra sövüp saydıklarını işitti ve onlara:

“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?” diye sordu.

Oradakiler:

“–İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” deyince Ebu’d-Derdâ Hazretleri bu defa:

“–Öyleyse günah kuyusuna düşmüş bu adama da niçin bir ip sarkıtıp onu kurtarmayı düşünmüyorsunuz?” diye sordu.

Şaşırdılar:

“–Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?” dediler.

Ebu’d-Derdâ Hazretleri de şu hikmetli cevâbı verdi:

“–Ben, onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım.” (Bkz. Abdürrazzâk, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)

Bu misalde Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin mü’min gönüllere kazandırmak istediği pek derin hikmetler vardır. Bu hikmetler, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve rızâsı ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkından ümmete yansıyan ulvî pırıltılardır ki bunlar, İslâm tarihinde hep birer olgunluk düstûru olarak hidâyetlere vesîle telâkkî olunmuş ve amel-i sâlih toprağında kökleşerek tasavvufî bir üslûp hâline gelmiştir.

Bu üslûp, günahkârı, günahı içinde boğmayıp, onu müsâmaha, af, merhamet ve muhabbet ikliminde, tevbe deryasında arındırma gayretidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cehil gibi müşriklerin en azgınına dahî böyle bir incelikle yaklaşmış ve muhâtabının günah çukurlarını çomaklayıp rezaletleriyle uğraşmamış, onu sadece ve sadece îmânın kurtuluş ve saâdet deryasında tertemiz olmaya çağırmıştır.

Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın îman ve tevbeye sarılan kimsenin evvelki günahlarını silmesi, hiç işlememiş gibi muâmele buyurması, hattâ samimiyet ölçüsünde o günahların hepsini sevap defterine aktarması, bu hususta bize yol gösteren büyük bir hikmet meş’alesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ancak tevbe ve îman edip güzel ameller işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.” (Furkân, 70)

Bu yüce merhametten nasîb alamayanlar, hem kendilerinin hem de insanlığın düşmanıdırlar. Böylesi merhamet ve şefkat bilmeyen gâfiller, belki nice hidâyet mahrumunun kavuşacağı mânevî nasiplerin yollarını tıkayan zavallılardır. Ancak merhametin ilâhî kaynağına vâsıl olan Mevlânâlar, Yunuslar ve emsâli Hak dostları ise, insanların da dostları olarak herkes tarafından, hattâ kurdu ve kuşuyla bütün canlılar tarafından sevilen, nur yüzlü, mütebessim birer cennet gülleridir. Onlar, dikenlerin üzerinde dahî âleme güzellik dağıtır ve gönül yaralarını tedavi ederler.

İşte önemli olan budur; gül tabiatlı olabilmek, yani bu dünya bahçesinde dikenleri görüp onlardan incinerek dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler de girse onları bahar iklimleriyle kucaklayarak bütün âleme bir gül olabilmek…

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ay geceden ürkmediği, karanlıklardan kaçmadığı içindir ki nurlandı, ışık saçmaya başladı. Gül de o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı.”

“Bu hakîkati gülden de işit. Bak o ne diyor: Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular dağıtma imkânına kavuştum…”

Muhammed Es‘ad Erbilî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:

“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam rüyamda Gül’ü görürüm!”

Merhum Ramazanoğlu Mahmud Sâmî Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği buhran dolayısıyla zaafa düşmüş ve sarhoş bir vaziyette Hazretʼin kapısına gelmiş. Kapıyı açan kişi:

“–Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve bîçâre adamcağız:

“–Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı var mı ki?!.” demiş.

Olup biteni içeriden işiten Sâmî Efendi Hazretleri, hemen kapıya gelmiş ve o gönlü yaralı talebesini içeriye buyur ederek onu can sarayına almış. Onun vîrâne gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ etmiş. Bu gönül inceliği ve rahmet üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da bütün menfî hâllerinden kurtularak ileriki hayatında sâlihler zümresine dâhil olmuş.

Yine nakledildiğine göre İbrahim bin Edhem Hazretleri bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da:

“–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…” demişti.

Adam ayıldığında ona:

“–Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem ağzını yıkadı…” dediler. Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de gaflet uykusundan uyandı ve:

“–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi.

İşte insana mutasavvıfâne bir gözle bakmak, onun günahlarla kirlenmiş durumundan ziyâde, aslına îtibar ve iltifat etmeyi gerektirir. Tasavvufî üslûbun -günahı değil- günahkârı hoş görüp merhametle kucaklamasının derin hikmeti de budur. Nitekim mâzimizdeki dergâhlar da, toplumun her kesimini şefkatle kucaklayan, mânevî bir rehabilite merkezi olmuştur.

Gerçek bir mutasavvıf, günahkâr insanı, kanadı kırık bir kuş gibi şefkat ve alâkaya muhtaç bir varlık olarak telâkkî eder. Onun buhranlı rûhunu teskîn etmenin, yeniden sıhhat ve huzura kavuşturmanın endişesini sînesinde hisseder. Çünkü Yaratanʼdan ötürü yaratılanlara gösterilecek şefkat ve müsâmaha, mü’minleri mânen olgunlaştıran en bereketli bir fazilettir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Abdullah adında biri vardı. “Himâr” lâkabıyla anılan bu zât, yaptığı şakalarla Hazret-i Peygamber’i güldürürdü. İçki içmesi sebebiyle de Rasûl-i Ekrem, onu zaman zaman cezalandırırdı…

Bir gün yine böyle bir cezâ faslı bitip Abdullah da gittikten sonra, oradakilerden biri, “Allâh’ım, ona lânet et!” diye bedduâ etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Böyle demeyiniz, kardeşinizin aleyhinde şeytana yardım etmeyiniz. Vallâhi ben onun, Allâh’ı ve Rasûlʼünü sevdiğini biliyorum. Ona bedduâ edeceğinize; «Allâh’ım! Onu bağışla. Allâh’ım! Ona merhamet et!» diye duâ ediniz.” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4, 5; Ebû Dâvûd, Hudûd, 35)

İşte bu manzara da, Allah Rasûlü’nün ümmetine olan şefkat, merhamet ve muhabbetinden kaynaklanan hilm, müsâmaha, şefkat ve merhamet üslûbunun bâriz bir tezâhürüdür.

Çünkü insan, asıl gâyesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın “insan” olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sahibidir. Onun öz cevherindeki yücelikten habersiz olarak günah bataklığına saplanması, tıpkı Kâbe-i Muazzama’nın duvarındaki Hacerü’l-Esved’in, oradan yere düşüp kir pas içinde kalması gibidir. Bu hâle lâkayd kalarak feverân etmeyecek hiçbir mü’min vicdânı tasavvur olunamaz. Bu hâlde bile mü’minler Hacerü’l-Esved’e hürmetten vazgeçmezler. Onu derhal tozu-toprağıyla kapar, gözyaşlarıyla temizleyerek eski yüce ihtiram mevkiine koymak için birbirleriyle yarışırlar. Onun Cennetʼten çıkmış bulunduğunu ve özündeki yüce değeri düşünürler. Hâlbuki insan da Hacerü’l-Esved gibi Cennetʼten çıkmadır. İşlediği günahlarla ne kadar düşerse düşsün, onun özündeki değer bâkîdir.

Diğer taraftan hiçbir liyâkatli doktor, hastasına; “Kendini niye hasta ettin?!” diye kızmaz. Çektiği ıztırap ve elemi göz önünde bulundurarak vakit geçirmeden büyük bir merhamet ve şefkatle onun tedâvisine yönelir. Kendini bu tedâviyle mükellef görür.

İşte mutasavvıf da, toplum içinde hastahâne koğuşlarını gezen bir doktorun bu hissiyâtıyla yaşar. Davranışlara hâkim kılınan bu hissiyat da yoldan çıkmışlar için âdeta bir cankurtaran simididir.

Şüphesiz insana ait davranışların hata bakımından en ağır olanı küfürdür. Bunun bile kurtulabilme ihtimâli, yumuşak bir üslûp ile daha fazla mümkün olduğundandır ki Cenâb-ı Hak, Mûsâ  -aleyhisselâm-’ı Firavun’a îman telkîni için gönderdiğinde ona “kavl-i leyyin” yani “yumuşak söz” ile hitap etmesini emir buyurmuştur.

Rabbimiz, Firavun’un küfürdeki şiddetinden -hâşâ- gâfil değildi. Dolayısıyla muhâtap, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile bizim tebliğ üslûbumuzu, asıp kesmek, tehdit savurmak gibi his taşkınlıklarına değil, yumuşak söz söylemenin vakarlı istikametine yönlendiren ilâhî tâlimâtı doğru ve iyi kavramak gerekir.

Nitekim Rabbimiz, Efendimiz’in şahsında bütün ümmete şöyle buyuruyor:

(Ey Rasûlʼüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et…” (Âl-i İmrân, 159)

Velhasıl, bilhassa dînî hayatın alabildiğine zayıfladığı ve dînî ölçülere göre insanların bir hayli kusurlu bulundukları zamanlarda muhâtaba, mutasavvıfâne bir merhamet ve müsâmaha ile muâmele etmek zarurîdir. Zira bu davranış; günah, fitne ve isyânın her yönden kuşattığı bu gibi kimselerin düzelip kurtulma ihtimâlini artıracak en bereketli bir tavırdır.