Tasavvuf Nedir, Ne Değildir? (3)

Genç Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Nisan Sayı: 151

Peygamberler ve onların işaret ettiği “aşere-i mübeşşere” gibi bazı kimseler dışında hiç kimsenin son nefeste îman selâmetiyle âhirete gidebilme garantisi yoktur.

Bunun için âyet-i kerîmede:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Ancak müslümanlar olarak can verin! (Sakın ha, başka türlü can vermeyin!)(Âl-i İmrân, 102) buyruluyor.

Son nefeste kimin îmanla selâmet bulacağı meçhul olmakla birlikte âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a yardım ederseniz (yani O’nun dînini yaşar ve yaşatırsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyrulmaktadır. Bu itibarla mü’min, son nefeste îman selâmeti için hem hayatı boyunca rızâ-yı ilâhî istikâmetinde gayret etmeli, hem de Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olma ümidiyle duâ hâlinde bulunmalıdır.

Nitekim Allâh’ın Halîl’i olan İbrahim -aleyhisselâm- bile, bu endişeyle Rabbine;

(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) niyâzında bulunmuştur.

Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- da;

“…(Ey Rabbim!) Beni müslüman olarak vefât ettir ve beni sâlihler arasına kat!”[1] niyâzıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olmuştur.

Onun için her mü’min, hangi mânevî merhalede olursa olsun, bir son nefes endişesi ve âhiret hazırlığı içinde bulunmakla mükelleftir.

Şunu ifade edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimizʼin bileceği bir husustur. Cenâb-ı Hakk’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;

“…İzni olmadan Oʼnun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz “şefaat-i uzmâ” sahibi olduğu hâlde, kızına ve halasına şöyle buyurmuştur:

“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa benim peygamber olmama güvenmeyin!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Onun için; şeyh olsun, mürşid olsun, herkes âcizdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in işaret ettiği, Cennet’le müjdelediği kişiler hâricinde hiç kimsenin, son nefes ve âhiret hususlarında bir garantisi yoktur.

Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden olan Osman bin Maz’ûn  -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde bir kadın:

“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikram etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini sen nereden biliyorsun?” buyurdu.

Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yani başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum…” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Demek ki kul, dâimâ takvâ üzere yaşayacak ve Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. Efendimiz’in güzel ahlâkıyla müzeyyen olmanın gayreti içinde olacak. Başka türlü bir kurtuluş yolu yok. Duâlarımız gibi ibadetlerimiz de kabule muhtaç.

Nitekim ilim ve irfanda “güneşler güneşi” denilen Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için “hüsn-i hâtime” duâsı talep etmiştir. Kardeşine yazdığı bir mektupta da bu hissiyâtını şöyle dile getirmiştir:

“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum…

Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerinde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan da, Allâh’ın rahmetinden ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.”[2]

Demek ki ebedî kurtuluş hususunda mürîdin de durumu meçhuldür, mürşidin de… Takvâdan ve kulluktan uzak bir hayat yaşayıp da; “Beni şeyhim kurtarır!” beklentisiyle avunmak, gerçek tasavvufun asla kabul etmeyeceği bir gaflet ve nâdanlıktır. Rabbimiz;

“…Çok kandırıcı (şeytan) sizi Allâh’ın affediciliği ile kandırmasın!” (Lokmân, 33; Fâtır, 5) buyuruyor.

Yani gaflet üzere yaşayıp da Allâh’ın affına güvenmek bile “şeytanın kandırmacası” olarak tarif ediliyor. Hâl böyleyken mürşidinin âhirette kendisini kurtaracağını iddiâ ederek kulluk vazifelerinde gevşeklik ve ihmal göstermenin hiçbir meşrû dayanağı olamaz.

Dolayısıyla, sâlih kullara duyulması gereken muhabbet, hürmet, âidiyet, mensû­biyet ve hüsn-i zan duygularını, ebedî kurtuluş hususunda bir garanti olarak görmek, kişiye mânen fayda yerine ancak zarar verir.

Tasavvuf, makam-mansıb elde etme yolu da değildir:

Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de gerek benlik, gerekse de rûhî bir hastalık sebebiyle birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddiâlarla gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı ve şöhret arayışı içinde olabilirler. Tarih boyunca bu tip istismarcıları en başta gerçek tasavvuf ehli tenkit etmiştir.

Unutmayalım ki bu imtihan âlemine, birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Hepimiz; hiçlik, fânîlik ve acziyetimizi idrâk ederek Rabbimizʼe kulluğumuzu arz etmek üzere bu dünyaya gönderildik.

Nitekim Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bu hissiyat içinde:

“Âlem buğday ben saman,

Herkes yahşi ben yaman!” demiştir.

Yani tasavvuf; “arz-ı endâm” değil “arz-ı hâl” yoludur. Riyâ, gösteriş, tekebbür içinde bulunmak değil; Cenâb-ı Hakk’a hiçlik, yokluk ve tevâzu üzere kulluk yoludur. Hangi makam ve mevkîde olursak olalım, bir “abd-i âciz” olduğumuzun idrâki içinde bulunmaktır. Kendi mevkiimizi dâimâ “kapı eşiği”nde görebilmektir.

Velhâsıl bu fânî âlemde en büyük pâye, Hakkʼa kulluktur. Hepimiz, hatâsıyla-sevâbıyla, âciz birer kuluz. Âkıbetimiz hakkında da, elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra, yalnızca Rabbimizʼin rahmet, mağfiret ve inâyetine sığınmalıyız.

Dipnotlar:

[1] Yûsuf, 101.

[2] Mektubât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. Mektup.