Takva İman Lezzetini Artırır Dünya Meşakkatlerini Azaltır

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

TAKVÂ; ÎMAN LEZZETİNİ ARTIRIR, DÜNYA MEŞAKKATLERİNİ AZALTIR.

Dostluğu güçlendiren nedir; fedakârlıktır. Fedakârlık olmadan bir dostluk olmaz. Fedakârlık ne kadar güçlüyse, dostluk da o kadar güçlüdür.

Demek ki Cenâb-ı Hak bizden bu fedakârlığı istiyor bu dünyada.

Demek ki bu, safâ yeri değil dünya, kul olmaya yeri, imtihan mekânı.

Efendimiz, Fâtıma Vâlidemiz’i çok severdi. Fâtıma Vâlidemiz çok müstesnâ bir fıtrattı. Dâimâ onu aziz tutardı Fâtıma Vâlidemiz’i. Fakat takvâda, onu dâimâ takvâya doğru yönlendirirdi.

Zaman zaman da:

“Aman kızım, takvâ sahibi ol, namazlarını çok huşû ile kıl, bol amel-i sâlih işle, babanın kıyâmet günü peygamber olduğuna güvenme.” buyururdu, ciğerpâresine… (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

“Kızım, iki dünyada saâdet yoktur, burada katlanacaksın.” buyururdu.

Efendimiz’den çok basit bir şey istedi. Bir yardımcı istedi o kadar. Hasan, Hüseyin Efendilerimiz çok küçüktü, çok hareketliydi. Fâtıma Vâlidemiz de çok zayıf, çok nahifti.

“Kızım (dedi), Bedir şehidlerinin yetimleri varken, ashâb-ı suffe açken Kur’ân talebeleri, ben sana bir hizmetkâr tahsis edemem (dedi). Sana ben bir vird vereyim (dedi), geceleri onu çekersin (dedi), Allah sana yardımcı olur.” buyurdu. (Ahmed, I, 106; Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988. Bkz. Buhârî, Humus, 6)

O kadar ciğerpâresi için; “İki dünyada saâdet yoktur, burada katlanacaksın kızım.” buyurdu.

Velhâsıl dünyanın bir imtihan mekânı olduğunu unutmamak îcâb eder.

Yine Cenâb-ı Hak:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ buyuruyor.

“…Allah katında en keremliniz, çok müttakî olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)

Bu bir köleye indi. Kölenin fârik vasfı neydi? Efendimiz’le dost olmasıydı. Öyle bir dostluk ki, Efendimiz o dostluğun mukâbilini de verdi. Tâ onu, vefat ettiğinde, yıkanıp, kefenlenip gömülene kadar başında bulundu kölenin Efendimiz.

Sahâbe de hayret etti:

“–Biz (dedi) Mekke’de her türlü cefaya katlandık, Allah Rasûlü bu köleye daha çok îtibar etti. Bu kölenin fârik vasfı nedir?” dedi.

Medîneliler:

“–Biz canımızı, malımızı, hepsini bir feda hâlindeydik. Allah Rasûlü bu köleye çok alâka gösterdi. Bunun fârik vasfı nedir?” buyurdu.

Bunun üzerine:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ

Bu âyet-i kerîme indi.

Burada neyi görüyoruz kölede -uzun- Allah Rasûlü’ne sadâkatini görüyoruz. Bir köle olduğu hâlde, namazını bile O’nun arkasında kılmanın heyecanı içinde, başka bir mekânda kılmak istemiyordu.

Velhâsıl takvâ; îman lezzetini artırır. Dünyanın meşakkatlerini azaltır takvâ.

İbrahim Edhem Hazretleri, Cenâb-ı Hak’la olan dostluğunu şöyle ifade hâlinde:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için o lezzeti, bütün hazinelerini önümüze döker ve krallıklarını feda ederlerdi.”

Tabi işte o şeye de kavuşabilmek lezzete, çok engelleri bertaraf edebilme(ye bağlı).

Bir mü’min, îmânın bedelini Allâh’a -celle celâlühû- ödeme mecburiyetinde. Zira meccânen müslüman olarak “Hâdî” sıfatının tecellîsiyle dünyaya geldik. Bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiasına kalkışmak, veya ödenmeyen bir bedelin karşılığını talep etmek, abesle iştigaldir.

Onun için Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“O gün verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

En büyük nîmet, “Hâdî” sıfatının tecellîsi hâlinde müslüman olarak dünyaya gelebilmek. Bir Budist cemaatin içinde dünyaya gelebilirdik. Başka cemaatlerin içinde gelebilirdik. Bir İslâm cemaatinin içinde gelebilmemiz, Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük ikramı.

Yine Cenâb-ı Hak bize bir yakınlığını belirtiyor, “şah damarı”ndan «مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ» “şah damarından daha yakın” olduğunu bildiriyor. (Bkz. Kāf, 16)

Yine namazda; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor. Yani Cenâb-ı Hakk’ın bu yakınlık şeyine karşı biz ne kadar Cenâb-ı Hakk’a bir yakınlığımız var?

Şu imtihan dünyasında nîmetlerini bildiriyor:

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık (buyuruyor) düşünen bir toplum için.” (el-Câsiye, 13)

Velhâsıl mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği bu imtihan malzemesini düzgün kullanma mecburiyetinde. Gözünü düzgün kullanacak. Kulağını düzgün kullanacak. Bedenin gücünü düzgün kullanacak. Bunların yarın ilâhî ekranda karşısına çıkacağını unutmayacak.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Mü’minûn Sûresi’nde:

“O, sizin için kulakları, gözleri, gönülleri yaratandır. Ne az şükrediyorsunuz.” (el-Müʼminûn, 78) buyuruyor.

Fussilet Sûresi’nde:

“Gözler konuşacak.” (Bkz. Fussilet, 20)

Allah sana kulağını niye verdi, bu kulağınla neler işittin?

“Deriler konuşacak” buyruluyor. (Bkz. Fussilet, 20) Vücudunun gücünü nerede harcadın?

Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Mü’minûn Sûresi 80. âyet:

“Ve O, yaşatan ve öldürendir…” Yaşatan O, öldüren de O.

“…Gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir…” İlâhî azamete dikkatimizi çekiyor. Hiç gece-gündüz saniye takdim-tehir var mı? Güneş on dakika erken geliyor yahut on dakika geç geliyor mu?

“…Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” Cenâb-ı Hak buyuruyor, Mü’minûn Sûresi 80. âyet. “…Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” Bu kadar ilâhî azamet karşısında, bu kadar kudret akışları, ilâhî azamet karşısında…

Ölümü görüyorsun. O gördüğün tabutun içinde kendin olabilirdin. Bir gün olacaksın muhakkak.

Velhâsıl okunan âyet-i kerîmelere geldiğimiz zaman, Akabe Biatı’nda, işte; Allâh’a biat, Rasûlü’ne biat…

“–Ne var (dedi Abdullah bin Revâha) bunun mukâbili?”

Efendimiz:

“–Cennet var.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)

Onun için Cennet’in şartı bildirildi:

“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır.” (et-Tevbe, 111)

Demek ki bu dünya bir pazar. Gerçek pazar, bu Cennet’in yahut da Cehennem’in pazarlanması. Ne kadar Cennet’e girmeni istiyorsun, ne kadar Cehennem’den uzaklaşmanı istiyorsun, canını ve malını nasıl Allah yolunda kullanıyorsun?

Cenâb-ı Hak ufku bildiriyor:

“…Ve onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir…” (et-Tevbe, 111)

Cenâb-ı Hak üç kitabın üzerine bunun bir vaat olduğunu bildiriyor te’yiden, üç kitabın üzerinde.

“…Allah’tan daha çok sözünde duran kim vardır? O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten (bu biattan, mallarınızı canlarınızı Allah yolunda seferber etmekten, malınızla canınızla alışveriş yapmaktan) sevinin (buyuruyor Cenâb-ı Hak). İşte bu büyük bir kazançtır.” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.

Mûte Seferi oldu. Efendimiz üç tane kumandan, üç tane ciğerpâresini kumandan tayin etti. Dördüncü kumandanın aralarından seçileceğini bildirdi. Üç kumandan da en ufak bir -şehid olacaklarını biliyorlardı- en ufak bir teessür yoktu.

Bu; “Ne güzel alışveriş yaptık yâ Rasûlâllah.” diyen Abdullah bin Revâha da girerken Mûte’ye, devesini serbest bıraktı. “Artık (dedi), devem, sen de serbestsin (dedi). Seninle de bir veda hâlindeyim şimdi.” dedi.

Düşünmeliyiz:

Biz ne kadar bir Akabe Biatları’nın içindeyiz? Ne kadar Hudeybiye’de Efendimiz’e; «Allah Rasûlü’nün gönlünde ne varsa ona ben bîat ediyorum.» denilen Bîatü’r-Rıdvân’ın içindeyiz?..

Cenâb-ı Hak kendimizi bu Kur’ân-ı Kerîm’de verilen misallerle kendimizi bir muhâsebe etmemizi arzu ediyor. Firavun’un sihirbazları nasıl İslâm’ı tercih etti? Nasıl o kollarının, bacaklarının kesilmesine râzı oldu? Firavun’a en ufak bir minnet duymaktan korktular:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ dediler.

“Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök bizim…” (el-A‘râf, 126) Sabır yağdır üzerimize… Çünkü çok acı bir ıztırap veriyordu, kol bacaklarının çapraz, diri diri kesilmesi. “Yâ Rabbi! Üzerimize öyle bir sabır ver ve bizim canımızı müslüman olarak al.” (el-A‘râf, 126) buyuruyordu.

Yine Cenâb-ı Hak Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor. Îmanlarını kurtarmak için hendeklerde yanmayı tercih ettiler, yanmaya râzı oldular.

Yine Cenâb-ı Hak Yâsîn’in ikinci sayfasında Habîb-i Neccâr’ı bildiriyor. Nasıl bir îman vecdi? Îmandan herhangi bir en ufak bir fire vermemek için taşlanmaya râzı oldu. Vefat ederken de, şehid düşerken de, dünyaya ait perdeler kapandı, ukbâya artık perdeler açıldı. Kavmine kızacağı yerde kavmine acıdı. Onların o sefâletine:

“–Keşke dedi, Rabbimin bana olan ikramını kavmim bilseydi.” buyurdu. (Bkz. Yâsîn, 26)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak “can”dan misal, “mal”dan misal… İnsan, bu cihâna sahip olmak için değil, Allâh’ın şâhidi olmak, dînin temsilsici olarak geldi. Yani mülkiyet sahibi olmak için değil, emanetçi olarak geldi. Mü’minin sanatı, Allâh’ın ihsân ettiği mal emanetini güzelce ve O’nun rızâsı doğrultusunda kullanabilmektir.

İşte bunda ashâb-ı kirâmı görüyoruz. Bunu nasıl ashâb-ı kirâm şey yaptı? Bir âyet indiği zaman; “Ben bu âyetin nasıl muhtevasına girerim?”

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız…” [Âl-i İmrân, 92])

Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız âyeti inince nasıl sahâbe bir seferberlik hâline geldi?

Bu, infak âyetleri indiği zaman Ashâb-ı Suffe’nin hiçbir şeyi yoktu. Bir kısmının üstü bile çıplaktı. Bir örtüyle belinden aşağısının kapatıyordu. Bu infak âyetleri inince dağa çıktılar. Dağdan odun kestiler. Çarşıya getirip sattılar. Allah Rasûlü’nün önüne koydular. “Aman bu âyetin şümûlünün dışında kalmayalım!..”

Ecdâdımıza baktığımız zaman, onlar nasıl İslâm’ı yaşadı? Dünyada 620 sene devam eden ikinci bir devlet yok. 26 bin küsur vakıf kuruldu. Hattâ öyle vakıflar kuruldu ki câminin yanında, sırf câmi değil, külliye de oldu; aşhânesi, şifâhânesi, mektebi vesâiresi, sebili vs. Toplum bütün ihtiyaçlarını oradan gördü. Veren, alan, ikisi de birbirinden meçhuldü. Birbirinden habersizdi. Tam böyle Allah rızâsı yaşanıyordu.

Meselâ bir misal o vakıflardan, meselâ Şam’da… Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, hastahânesi var ondan kalan, Terkos Gölü var ondan kalan, Dolmabahçe Câmisi var ondan kalan. Onun Şam’da kurduğu bir vakıf var; bugün insanın ona hayali gitmez: Bir maddesi; Şam’ın diyor, tatlı suyu diyor, Harameyn’e taşınacak. Atşân olan hacılara orada Şam’ın tatlı suyu içirilecek.

Şam neresi, Mekke-Medîne neresi? Nasıl bir îman heyecanı?..

İkincisi; belki o daha da mühim ikinci maddesi vakfın:

Çalışan müstahdemlerin, hizmetkârların kırdıkları eşyalar tazmin edilecek. Onlar azarlanmayacak, kalpleri kırılmayacak, kalplerine bir diken batırılmayacak.

Nerede var böyle bir sistem? Bu sistem nasıl bir insan yetiştiriyor?..

Nasıl bir Allah Rasûlü’nün terbiyesi ki Habeşli Vahşî, Vahşî -radıyallâhu anh- oldu. Hind, Hazret-i Hamza’nın ciğerini ısıran, Hind -radıyallâhu anhâ- oldu. Nasıl bir terbiye? Ve bugünkü dünya bu terbiyeye ne kadar muhtaç? İslâm âlemi ne kadar muhtaç? Hepimiz ne kadar muhtacız?..