Siyer-i Nebî Üzerine…

Altınoluk Dergisi, 2020 – Ekim, Sayı: 416

SİYER-I NEBÎ KUR’ÂN’IN FİİLÎ TEFSİRİR

ALTINOLUK: Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını öğrenmek, bilmek ve oradan dersler çıkarmak, bir müslüman için neden zarurîdir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Çünkü müslümanın dünya ve âhiret saâdeti, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i kalben tanımaya ve O’nun izinde bir hayat yaşamaya bağlıdır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîreti; saf ve berrak bir ayna gibidir. Her insan o aynada iç ve dış dünyasını, hâl ve amelini, ahlâk ve davranışlarını seyredip kendi durumunu mîzân edebilir. Bu aynada gördüklerine göre hâlini ıslâh etmek, her mü’minin vazifesidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâk-ı hamîdesi, ilâhî terbiye neticesi verilmiş müstesnâ bir nîmettir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî bir peygamberdi. O’nun yegâne muallimi Cenâb-ı Hak’tı. O, hiçbir beşerden ders almadı, fakat bütün beşeriyetin muallimi oldu. Bugünkü psikoloji, pedagoji, sosyal-antropoloji vs. insana hitap eden ve insan rûhunu tahlil eden ne kadar ilim varsa, onların hepsinde, Efendimiz zirveyi teşkil etti. Onun toplumunda ne bir psikolojik rahatsızlık, ne bir ekonomik kriz, ne de bir sosyal buhran vardı. Bütün muhaddisler, müfessirler, âlimler, ârifler, mütefekkirler, sahip oldukları ilim ve irfanlarını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e borçludurlar.

Bu itibarla diyebiliriz ki, İslâm tarihinde neşredilen bütün eserler, âdeta bir kitabın ve bir insanın şerhidir. O kitap, kıyâmete kadar devam edecek bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. O insan da Kur’ân’ın fiilî bir tefsiri olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Kur’ân’ı Rasûl’ünün kalbine indirdiğini beyan buyuruyor.[1] Dolayısıyla Rasûlullah Efendimiz’i kalben tanımak, Hakk’a kullukta en mühim basamaktır. O’nu anlamadan, O’nun izinden gitmeden ve O’nun gönül hassâsiyetlerinden nasip almadan, ne îmânımız tam bir îman olur, ne Kur’ân’ı tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur. Bize îmânı, ibadeti, muâmelâtı, muâşereti, ahlâkı, velhâsıl İslâm’ı hayatımızın bütün muhtevasında nasıl yaşayacağımızı öğreten, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Dolayısıyla kulu ilâhî muhabbet deryasına götüren en büyük muhabbet pınarı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Bunun için Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

(Rasûlʼüm!) De ki: Eğer Allâhʼı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31) buyuruyor.

Dolayısıyla İslâm’ın doğru bir şekilde yaşanabilmesi için, her müslümanın, Efendimiz’in örnek hayatını öğrenmesi ve O’nun izinde bir hayat yaşamaya çalışması zarurîdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak da yalnız Peygamber Efendimiz için; “لَعَمْرُكَ : Sen’in ömrüne yemin ederim ki…” (el-Hicr, 72) buyurarak O’nun örnek sîretinin kıymet ve ehemmiyetine dikkat çekiyor. O’nun nezih hayatını bütün insanlığa bir fiilî kıstas olarak ihsân ediyor.

Hakîkaten, tarihte hayatının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilebilen tek peygamber ve tek insan, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’nun bütün fiil, söz ve duyguları anbean takip edilerek tarihin şeref levhalarına kaydedilmiştir. Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’in canlı bir tefsîri mâhiyetindedir.

ALTINOLUK: Efendim; her insanın mizâcı, tabiatı, psikolojik, sosyolojik, ekonomik şartları birbirinden farklı iken, Peygamber Efendimiz’in bütün insanlığa bir numûne-i imtisal / model şahsiyet olarak gönderilmiş olmasını nasıl îzah edebiliriz?

Osman Nûri TOPBAŞ: Evet; zengin bir insan ancak zenginlere, fakir bir insan da ancak fakirlere örnek olabilir. Ömründe hiç zorluk görmemiş, meşakkat çekmemiş, yokluğa katlanmamış biri; hayatı böyle çileler içinde geçenlere nasıl emsal teşkil edebilir? Yahut bunun zıddına; ömrü ezâ ve cefâ içinde geçmiş biri, bolluk ve rahatlık içinde yaşayanlara nasıl örnek olabilir?

Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek sîretinin en mühim husûsiyetlerinden biri -sizin de işaret ettiğiniz gibi- her insana emsal teşkil etmesidir. Cenâb-ı Hak O’nu kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara ideal bir örnek şahsiyet kıldığı için, en alt tabakasından en üst mertebesine kadar hayatın her safhasından geçirmiştir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir yetim olarak dünyaya gelmiş, boykot yıllarında mahrûmiyetin son raddesini görmüş, zulmün her çeşidini tatmıştır. Daha sonra ise kendisine ikbâl kapıları açılmış, “peygamberlik” ve “devlet reisliği” gibi en kudretli mevkîye kadar, neredeyse hayatın bütün kademelerinden geçmiştir.

Efendimiz’in bu özelliği, toplumun her kesiminden insanın, yediden yetmişe, garip bir yetimden kudret sahibi bir hükümdara kadar her bir ferdin, O’nun hayatına mürâcaat ederek aradığını bulabilmesi ve kendine O’nu örnek alabilmesi için, Cenâb-ı Hakk’ın husûsî bir takdîri ve lûtfudur.

Bu itibarla, müslümanlar olarak her ne vaziyette olursak olalım, kendi durumumuzu Efendimiz’in hâliyle mîzân etmeliyiz. Zira İslâm, hayatımızın bütün muhtevasını, O’nun örnek hayatındaki ölçülerle tanzim etmemizi istiyor. Bize âdeta şöyle sesleniyor yüce dînimiz:

  • Eğer sen, servet ve kudret sahibi güçlü bir kişi isen, bütün Arabistan’a hâkim olan, bilumum Arap ulularını kendisine muhabbetle râm eden O yüce Peygamber’in tevâzu ve cömertliğini tefekkür et!
  • Eğer zayıf tebaadan biri isen, Mekke’de zâlim müşriklerin ezâ ve cefâsı altında yaşayan Peygamber’in hayatından örnek al!
  • Eğer zulüm ve haksızlığa mâruz kalmış bir tebliğci isen, Tâif’te taş kalpli müşriklerin taşladığı, fakat yine de hâlinden şikâyet etmeyip Cenâb-ı Hak’tan af ve merhamet dileyen, sabır ve rahmet Peygamber’inin hâlini düşün!
  • Eğer muzaffer bir fatih isen, Bedir ve Huneyn’de düşmanına galebe çalan, cesaret ve teslîmiyet Peygamber’inin hayatından ibret al! Mekke’nin fethi günü mukaddes beldeye gâlip bir kumandan olduğu hâlde, büyük bir tevâzu ile devesi üzerinde secde edercesine giren şükür hâlindeki Peygamber’i gözünün önünde canlandır!
  • Allah korusun, eğer mağlûbiyete uğradığın olursa, o zaman da Uhud Harbi’nde yaralanan ve şehid sahâbîleri arasında metânetini kaybetmeyen mütevekkil Peygamber’i hatırla!
  • Eğer bir talebe isen, kendisine vahiy getiren Cibrîl-i Emîn’in önünde edeple oturan Peygamber’i tasavvur et!
  • Eğer bir muallim isen, mescidde Suffe Ashâbı’na zarif ve rakik gönlünün feyzini aktararak ilâhî emirleri öğreten Peygamber’i düşün!
  • Eğer öğüt veren bir vâiz isen, evvelâ Mescid-i Nebevî’de ashâbına hikmetler saçan Peygamber’in tatlı sesine kulak ve gönül ver!
  • Eğer toplumda hakkı tutup kaldırmak, adâleti yüceltmek istiyorsan ve bu hususta seni destekleyen bir yardımcın da yoksa, Mekke’de her türlü yardımdan mahrum bir hâlde iken zâlimlere hakkı ilân edip onları hidâyete dâvet eden Peygamber’in hayatına bak!
  • Eğer ticaret kervanlarıyla yola çıkan bir tâcir isen, Suriye’den Busra’ya giden kâfilenin en ulusu olan Zât’ın ahvâlini tefekkür et!
  • Eğer bir hâkim isen, Mekke uluları birbirine girip vuruşacağı sırada Hacer-i Esved’i Kâbe’deki yerine koyma hususunda O’nun sergilediği âdil ve firâsetli davranışı düşün!
  • Eğer kimsesiz biri isen, Abdullah ve Âmine’nin yetimleri, ciğerpâreleri olan biricik Mâsum’u, O nurlu Yetim’i düşün!
  • Eğer yetişmiş bir genç isen, Mekke’de amcası Ebû Tâlib’in sürüsüne çobanlık yapan peygamber namzedi gencin nezih hayatına dikkat et!
  • Eğer huzurlu bir aile yuvası kurmak istiyorsan, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile hayatına ve tavsiyelerine dikkat et! Her işte tercihin takvâdan yana olsun ki, iki cihan saâdetine eresin!
  • Eğer bir zevc isen, Hazret-i Hatice’nin ve Hazret-i Âişe’nin zevci olan O mübârek Zât’ın temiz sîretine, derin hissiyâtına ve şefkatine dikkat et!
  • Eğer bir baba isen, Fâtımatü’z-Zehrâ’nın babası ve Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’in dedesi olan bu Zât’ın onlara karşı davranışlarındaki ahvâlini öğren!

Velhâsıl, ne vaziyette olursan ol, her hâlükârda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kendin için en mükemmel mürşid ve en güzel rehber olarak bulursun. O öyle bir mürşiddir ki, O’nun sünnetleri vâsıtasıyla, insan her yanlışını düzeltebilir, çığırından çıkan işlerini yoluna koyar, hâlini ıslâh edebilir. O’nun rehberliği sâyesinde, ebedî saâdet ve selâmete nâil olur!..

Demek ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ömrü boyunca yaşadığı muhtelif devreler, toplumun her kesimine, hattâ birbirine zıt noktalarda bulunanlara dahî, pek çok ideal davranış örnekleri ihtivâ etmektedir. Bu bakımdan hiç kimse kalkıp da;

“–Benim başımdan şu hâl geçti de, buna dair, Allah Rasûlü’nde, O’nun yetiştirdiği ashâb-ı kirâmda yahut O’nun tebliğ ettiği Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları zikredilen peygamberler ve örnek şahsiyetlerin hayatlarında, kendime emsâl alabileceğim fiilî bir kıstas yok!” diyemez.

Efendimiz’in sîreti, nâdide ve zarif çiçeklerle, mis kokulu güllerle müzeyyen bir cennet bahçesine benzer ki, arayan her insan, orada kendisine örnek alabileceği davranışların en güzelini bulabilir.

Bu noktada bizler de kendimize bâzı sualleri sormaya mecburuz:

–Bizler, o cennet bahçesinden esen rûhâniyet meltemlerinden ne kadar istifâde hâlindeyiz?

–Âile hayatımız ne kadar Efendimiz’inkine benziyor?

–Ticârî hayatımız ne kadar O’nun tasvib ettiği minvalde?

–İçtimâî hayatımız ne kadar O’nun koyduğu ölçüler içinde?

–O’nun kalbi ümmeti için rikkatle çarparken, yoksullar, çâresizler, kimsesizler, yetimler ve hidâyet bekleyenlere karşı, biz ne kadar duyarlıyız?

–O’nun güzel ahlâkına mukâbil, ümmeti olarak bizler, İslâm’ın güler yüzünü, gönül dokusunu, rûhî yapısını, nezâket, zarâfet ve letâfetini ne kadar temsil hâlindeyiz?..

ALTINOLUK: Efendim, yine bu hakikatler ışığında değerlendirirsek, Siyer müfredâtı veya muhtevası dendiğinde, ne anlamalıyız?

Osman Nûri TOPBAŞ: Her şeyden önce şunu ifade edelim ki Siyer-i Nebî, kuru bir biyografi veya kronoloji bilgisinden ibaret değildir. Yani Efendimiz, kaç yılında nerede doğdu, ne zaman nereye hicret etti, hangi savaşları yaptı, kaç yaşında nerede vefat etti, gibi zâhirî bilgilerden ibaret bir Siyer tahsili, insanların hayatlarına yön verme hususunda, arzu edilen faydayı temin etmekten elbette uzaktır.

Bu itibarla asıl Siyer tahsili, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in beşikten mezara kadar sergilediği örnek davranışları, güzel ahlâkı, Kur’ân’ı tâlim ve tebliğ edişini ve gayret-i dîniyyesini, ibret nazarıyla okumak, anlamak ve yaşamaktır… O’nun hissiyâtına, fikriyâtına, istikâmetine vâkıf olmaya gayret göstermektir.

Siyer tahsilinde bu derinliğe inilmezse, yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül dokusundan hisseler alınmazsa, takvâ hassasiyetiyle, ibret, hikmet ve muhabbet nazarıyla okunmazsa “faydasız ilim”lerden biri oluverir.

Fizik, kimya, biyoloji, matematik, dil, tarih, coğrafya ve emsâli ilimler, sırf zihnen okunabilir. Fakat Siyer-i Nebî, sadece zihnî bilgiler çerçevesinde tahsil edilemez. Efendimiz’in mübârek hayatı; îman muhabbetiyle ve gönül gözüyle okunacak ki kalplerde, Allah ve Rasûlullah sevgisi ziyadeleşsin. Sonra da bu sevgi hayranlığa, hayranlık da itaat ve teslîmiyete götürsün.

Siyer tahsilinin en mükemmel şeklini ashâb-ı kirâmda görüyoruz. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbını eğitirken onların ellerine kalem-defter vermedi. Kur’ân ahlâkını fiilen temsil ederek örnek bir İslâm şahsiyeti sergiledi.

Ashâb-ı kirâm da Rasûlullah Efendimiz’in şahsında, ilâhî sanatın insanlıkta tecellî eden bir mûcizesini seyrettiler, O’na hayran oldular, O’na benzemeye gayret gösterdiler. Dünyevî bakımdan bütün çile, mahrumiyet ve meşakkatlere rağmen en huzurlu toplum, “asr-ı saâdet toplumu” oldu. Zira onlar, Allah ve Rasûl’üne yakınlığın mânevî hazzıyla, bütün dünyevî problemlerini aştılar. Dünya gözlerinde küçüldü. “Yarın bu bedenin konağı mezar olacak” telâkkîsi ile, nefsânî kaygıları geride bıraktılar. Rûhun asıl, bedenin ise gölge varlık olduğunu idrâk ettiler. Gölge varlıklarını fedâ ederek Allah Rasûlü’nde fânî olmayı, O’nun gönlünde bir yer edinebilmeyi, canlarına minnet bildiler. Bu uğurda ölümü bile istihfâf ettiler:

“–Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun, yeter ki Sen emret yâ Rasûlâllah!” dediler.

Evlerini, yurtlarını bırakıp hicret ettiler. Allah yolunda nice gazâya iştirâk edip şehid ve gâzi oldular.

Allah Rasûlü’nün krallara gönderdiği hidâyet mektuplarını, kelle almaya hazır cellâtların önünde îman cesaretiyle okudular.

Canları ve mallarıyla Cennet’i satın alabilmenin vecd ve heyecanı içinde yaşadılar.

Durmadılar, dinlenmediler; “Bizden bu kadar, biraz da bizden sonrakiler gayret etsin.” demediler.

Nerede bir insan topluluğu varsa, oraya İslâm nîmetini taşıma gayreti içinde oldular. Tâ Semerkand’a, Çin’e, Kayrevan’a gittiler, İstanbul önlerine geldiler. Yorgunluk nedir, bilmediler. Hiçbir zaman nefsânî bir rahatlık arayışı içinde olmadılar. Son nefese kadar sürekli artan bir kulluk gayreti içinde yaşadılar.

Velhâsıl gerçek bir Siyer müfredâtı; ashâb-ı kirâmdaki gibi, gönüllerde Allah ve Rasûlullah muhabbetini zirveleştiren, Sünnet-i Seniyye’ye ittibâ şevkini artıran, gayret-i dîniyyeyi yükselten her türlü faâliyeti ihtiva eder.

ALTINOLUK: Peki Efendim; Siyer’i öğrenmek ve Sünnet’i bir hayat tarzı olarak yaşamak isteyen biri, nereden başlamalı, hangi eserleri okumalı ve nasıl bir usul takip etmelidir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Efendimiz’in hayatını bir-iki kaynaktan okuyup “ben biliyorum” demek yeterli değildir. Kitaplardan okuyup öğrenmek, gereklidir ve bir yere kadar da faydalıdır. Fakat bu tahsil, arzu edilen neticeyi hâsıl etmek için kâfî değildir.

Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanımak, O’nu satırlardan okumaktan ziyâde, sadırlardan okumakla mümkündür. Siyer-i Nebî’nin en güzel tahsili, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış, takvâ ehli âlim ve âriflerin gönül âlemlerinden feyz almakla gerçekleşir. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur. (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Dolayısıyla Siyer-i Nebî’yi en iyi anlayanlar, hayatları en çok Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzeyenlerdir. O’nu en iyi tanıyanlar, takvâ hayatı içinde olan ve O’nun Sünnet’ini titizlikle yaşayıp, muhabbet ve hasretle O rahmet güneşine bir ayna olan Hak dostlarıdır. Zira onlar, bir gölgenin sahibine olan mutlak sadâkat ve bağlılığıyla Allah Rasûlü’nün izinden yürürler. Onlar, Allah Rasûlü’nü göremeyenler için örnek alınacak, nebevî ahlâkın zamanlara yayılmış zirve temsilcileridir.

Bu itibarla takvâ ehli mü’minler, Allah Rasûlü’nü nasıl anlayıp hayatlarına yansıtmışlarsa, aklımızı ve gönlümüzü bu hususa teksif etmek, Allah Rasûlü’nü en güzel tanıma yollarından biridir. Bu metotla öğrenilen bir Siyer-i Nebî, kalplere nüfuz ederek hayata feyz ve rûhâniyet kazandırır.

Bizler de Rasûlullah Efendimiz’in veresesi olan âlim ve ârif şahsiyetlerin hayatlarına bakarak, onların gönül mahsulü eserlerini okuyarak Rasûlullah Efendimiz’i en doğru şekilde tanıyabiliriz.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde “takvâ”dan bahsediyor. Takvâ, yaşandıkça kalp gözüne âdeta bir dürbün olur. Baş gözünün göremediği nice manzaralar, kalbe açılan o mânevî ufuklarda seyredilir. Tıpkı bir denize kıyısından bakanların, ancak denizin sathını görmelerine rağmen; o deryaya dalan mâhir dalgıçların, indikleri her merhalede bambaşka manzaralar seyretmeleri gibi.

Peygamber Efendimiz’i Ebû Cehil de gördü, Hazret-i Ebû Bekir de. Ebû Cehil, o aynada kendi kalbindeki katranları seyretti ve azılı bir düşman kesildi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise insanlıkta bir âbide seyretti, O’na hayran oldu, cân u gönülden râm oldu.

Bu sebeple diğer ilimler gibi Siyer-i Nebî’yi de müttakî şahsiyetlerden öğrenmek lâzım. Yoksa insanı hadisten-sünnetten soğutan, âlim etiketli fakat takvâ yoksunu kimselerden değil. Bilhassa dînî tahsilde bulunan genç kardeşlerimizin, bu hususlarda çok dikkatli olmaları elzemdir. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevdiği sahâbîlerin­den olan Abdullah bin Ömer’e şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”[2]

Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hayatı, Kurʼân-ı Kerîmʼin canlı bir tefsiridir. Oʼnun sünnet-i seniyyesi, Kurʼân-ı Kerîmʼin en doğru îzah ve şerhidir. Bugün “Kurʼân İslâmı” adı altında Sünnetʼi dışlayanlar, hadîs-i şerîfleri gözden düşürmeye çalışanlar, âdeta; “Kurʼân-ı Kerîmʼi Allah Rasûlü değil de biz yorumlayalım; dînin muhtevâsını O değil de biz belirleyelim…” derdinde olan din tahrifçileridir. Bunlara karşı bilhassa günümüzde son derece dikkatli ve uyanık olmalıyız.

ALTINOLUK: Siyer müfredâtını ömürlük bir tahsile dönüştürmek nasıl mümkün olabilir?

Osman Nûri TOPBAŞ: Bu evvelâ bir cehd meselesidir. Gayret ister, fedakârlık ister, tatbikat ister. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz 23 senede inen her âyeti ashâbına tatbik ettirerek tâlim ve tebliğ etmiştir.

Meselâ Allah Rasûlü’nün en yakınlarından biri olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, 80 küsur yaşında iki defa İstanbul’a sefer etmiş, burada şehîden vefat etmiştir. Yani; “Biz yeterince Allah’ın dînine hizmet ettik, artık bir kenara çekilelim, başkaları hizmet etsin.” dememiştir. Son nefesine kadar, Allah Rasûlü’nün mesajını, tebliğini, dâvetini gönüllere ulaştırmak gâyesiyle, ömürlük bir îman gayreti içinde olmuştur.

İşte Siyer’i ömürlük bir tahsile dönüştürmek de böyle olur. Son nefese kadar Allah Rasûlü’nün sâdık bir talebesi olma şuur ve heyecanı içinde bir kulluk hayatı yaşamakla olur.

Unutmayalım ki ashâb-ı kirâm, nasıl Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrisi önünde diz çökmüş talebeleriyse, bizler de ashâbın muhâtap olduğu aynı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere 14 asır sonra muhâtap olan, Allah Rasûlü’nün âhir zamandaki ümmeti ve talebeleriyiz.

Aradan geçen zaman ne kadar uzun olursa olsun, Peygamber Efendimiz’e yakınlık -tıpkı Allah katında üstünlük hususunda olduğu gibi- sadece “takvâ” sırrına bağlıdır.

Bakın şimdi Mevlid Kandili’ne yaklaşıyoruz. Bu ayın 28’inde -inşâallah- Velâdet-i Nebî’nin sene-i devriyesini idrâk edeceğiz. Lâkin bir müslümanın Rasûlullah Efendimiz’le münâsebeti, belli zamanlara has bir merasimden ibaret değildir. Bu sebeple Mevlid Kandili’ni ihyâ etmenin en güzel şekli;

  • Ömrümüz boyunca Peygamber Efendimizʼle kalben beraber olup Oʼna sadâkatle itaat etmemizdir.
  • “Rasûlullah Efendimiz şimdi yanımızda olsa, bizim hâlimize tebessüm eder miydi, yoksa mübârek yüreği mahzun mu olurdu?” hissiyâtını, son nefesimize kadar kalbimizde taşımamızdır.
  • Hayatta aldığımız her kararı ve atacağımız her mühim adımı, önce Allah ve Rasûl’ünün tasdik ve tasvibine sunabilecek bir kalbî hassâsiyet sahibi olmamızdır.

İşte Siyer-i Nebî’yi ömürlük bir tahsile dönüştürmek böyle olur. Efendimiz’i her dâim baş tâcı etmekle, O’nu her şeyden, hattâ candan azîz tutmakla olur.

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir…” (el-Ahzâb, 6) âyetini kalben idrâk edip fiilen tatbik etmekle olur. Efendimiz’e her an minnet ve şükran duyguları içinde bulunup Sünnet-i Seniyye’sine muhabbetle râm olmakla gerçekleşir.

Unutmayalım ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en büyük gönül servetimizdir. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu? Zira bu dünyadaki ömrümüz de, dünya da fânîliğe mahkûm! Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet ise sonsuz…

Cenâb-ı Hak, Habîb’inin güzel ahlâkından kalplerimize hisseler nasîb eylesin! “Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyen mübârek sahâbîlerin derûnî duyuşlarından gönüllerimize rahmet esintileri ihsan buyursun. Bu dünyada Efendimiz’in rûhâniyetiyle müzeyyen bir hayat yaşayıp âhirette de Havz-ı Kevser’inden içebilmeyi, Livâü’l-Hamd Sancağı altında toplanıp şefaatine erebilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. eş-Şuarâ, 193-195.

[2] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.