Sâlih ve Sâdıklarla Berâber Olmak

2000 – Agustos, Sayı: 174, Sayfa: 028

Kalbin mâsivâdan muhâfaza edilmesi ve dâimâ hayır telkînlerine muhâtab kılınması için, rûhâniyetlerinden feyz alınabilecek gönül ehli sâlih ve sâdıklarla ünsiyet zarûrîdir. Çünkü her uzuvda bir irâde bulunmasına rağmen yalnız kalbde irâde yoktur ve kalb, çevresinden gelen telkînlerin kendisine îrâs ettiği istikâmete tâbî olmak temâyülündedir.

Kalb, içinde bulunduğu vasatın rengine, şekline ve âhengine bürünür. Ancak, bu hâl kalbde belli tesirlerin kök salıp yerleşmesindeki başlangıç hâlidir. Sonradan vâkî olan müsbet veyâ menfî tesirler evvelkilere benzerlik veyâ zıdlık sebebiyle müsbet de olabilirler, menfî de. Lâkin kalb, başlangıçta iyi tesirlere tâbî kılınıp belli bir kıvâma getirilmedikçe büyük bir tehlikeye mâruzdur. Zîrâ bütün tesirler karşısında kalbde mevcûd olan muhabbet, onun tesir altında kalıcı; nefret ise bu tesirleri reddedici bir rol oynar. İşte bu sebepledir ki insanın mânen yükselip alçalmasında, muhabbet ve husûmetin yerinde kullanılması pek mühim bir müessirdir. Gerçekten muhabbeti lâyıkına, husûmeti de müstehakkına tevcîh edebilmek sâhibini âbâd ederken, aksine muhabbeti nâ-lâyıkına, husûmeti ise gayr-ı müstehakkına tevcîh, bunu yapanı bu tevcîhlerdeki şiddet nisbetinde bedbaht kılar.

Bu hakîkat göz önünde tutulduğunda, mânevî terakkî için Allâh’ın sâlih kullarıyla berâber olup onların tesir dâiresi içinde yaşamanın lüzûm ve ehemmiyeti net bir şekilde ortaya çıkar. Ancak, bu takdîrde de istifâde, muhâtaba duyulan muhabbet nisbetinde gerçekleşir. Yoksa kuru kuruya bir berâberlik -az çok bir fâide sağlasa da- matlûb olan netîceyi hâsıl etmez.

Ayrıca “sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten geliyor olması da câlib-i dikkattir. Ashâb-ı Kirâm, Allâh Rasûlü’ne duydukları muhabbet, hürmet ve edeb hissiyâtı içinde mânevî sohbet ve terbiyeden murâd edilen istifâdenin en müşahhas ve mükemmel bir nümûnesi oldular. Ancak nâil oldukları bu istifâdenin âdetâ şartını ifâde eder mâhiyette de Rasûlullâh’ın sohbetinde büründükleri huzur ve edeb hâlini:

“-Sanki başımızın üzerinde bir kuş var. Kıpırdasak uçacak zannederdik.” şeklinde ifâde ederlerdi.

Ashâb-ı Kirâmın, mâzileri itibâriyle çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allâh Rasûlü’nün sohbet meclisindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede zamânında üstüne toprak basılmış eşsiz fazîlet ve mânâ tohumları neşv ü nemâ buldu. Sadırdan sadıra in’ikâs eden muhabbet ve rûhâniyet alışverişiyle yıldız şahsiyetler inkişâf etti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar katı, hak ve hukûk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde fakat bu defâ gözü gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, rakîk, hassas bir insan hüviyeti teşekkül etti.

O insanlar Allâh Rasûlü’nün şahsiyetini ve yüce ahlâkını gittikleri her yere taşıdılar. Kıyâmete kadar menkıbeleri devâm edecek fazîletler sergilediler. Onlar hakkında âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz de şöyle buyurur:

(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allâh onlardan razı olmuştur, onlar da Allâh’tan razı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

İbâdet vecdi içinde geçen bütün sohbetler, Allâh Rasûlü’nün sohbetlerinden bir akistir. Zîrâ mânevî istifâdenin merkezi O’dur. Rûhî heyecânlarla dolu sohbetler de hep o merkezden teselsülen naklolan parıltılardır. Sâdık ve sâlihlerin böyle meclislerini ganîmet bilmelidir. Zîrâ bu meclisler öyle bir cennettir ki; içinde ilâhî aşk ile çağlayan gözler ve gönüller vardır.

Kalbî hayâtın muhâfazası için gâfil ve fâsıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmalıdır. Zîrâ teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgar, onların mülevves kokularını alarak etrâfa yayar, nefesleri tıkar ve rûhları daraltır.

Şeyh Ubeydullâh Ahrâr -kuddise sirruh-, bu hususta yârânına şöyle nasîhat eder:

“-Ağyâr ve bîgânelerle sohbet etmek, kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık verir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün içinde böyle bir perişanlık duydu. Bir türlü kendisini toplayamadı; meclisindekilere:

“-Hele bir bakın meclisimde yabancı biri var mı?” dedi.

Araştırdılar kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrâr etti:

“-Hele iyi araştırın. Asâların olduğu yere de bakın. Eğer öyle olmasaydı, içimde bu perişanlık olmazdı.” dedi. Tekrar araştırdılar ve bir gâfilin asâsını buldular. O asâyı dışarı attılar; Bayezid-i Bistâmî’nin gönül huzûru da yerine geldi.

Yine bir gün Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine:

“-Senden yabancılık kokusu geliyor.” dedi ve ilâve etti:

“-Gâlibâ sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin.”

O kimse hayretle:

“-Evet öyle.” dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi.

Bunun zıddı bir misâl de Yusuf -aleyhisselâm- ile babası Yâkûb -aleyhisselâm- arasında vâkî olmuştur. Hazret-i Yâkûb, oğlu Yûsuf’ta kendi husûsiyetlerini görünce, ona diğer çocuklarından daha fazla meyletti. Bu muhabbette öyle aynîleşme oldu ki, daha sonra Yûsuf’un gömleği Mısır’dan kendisine getirilirken o Ken’an ilinde olduğu hâlde gömleğin kokusunu almaya başladı. Halbuki ondan başka hiç kimse o kokudaki sırrı hissetmemekteydi.

Mânevî hâllerin eşyâya bile sirâyet etmesi karşısında, eşyâdan daha hassas olduğunda şüphe bulunmayan insan kalbini, ne denli titizlikle muhâfaza etmek gerektiği ortadadır.

Yine büyükler bu hususta derler ki:

“Halkın amel ve ahlâkından cansız varlıklar bile in’ikâs alır. Bu itibarla türlü çirkinliklerin irtikâb edildiği bir yerdeki ibâdetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibâdet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe hareminde kılınan bir namaz, sâir yerlerde kılınanlardan misillerce üstündür.”

Bu hâlin zıddı olarak Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Arafat’la Müzdelife arasındaki Vâdi-i Muhassır mevkiinden hızlı olarak geçmişlerdir. Bu tavır karşısında ashâb merâkla:

“-Yâ Rasûlallâh! Ne hâl oldu ki burada süratlendiniz?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“-Cenâb-ı Hak, bu mekânda zâlim Ebrehe ordusunu kahretti.” buyurmuşlardır.

Yine binbir meşakkat dolu Tebük Seferi’nden dönüşte ashâb-ı kirâm, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Semûd Kavmi’nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girdiler. Bunun üzerine -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“Bu mekânda Cenâb-ı Hak Semûd Kavmi’ni helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayınız.” buyurdu.

Ashâb:

“-Yâ Rasûlallâh! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık.” deyince Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“-Suları boşaltın ve hamurları dökün!” emrini vermiştir.

Bu ve benzeri hâdiseler, hâllerin cemâdâta (cansız varlıklara) dahî sirâyet ve in’ikâsını gösteren tipik birer misâldir.

Gönül erleri olan, sâlih ve ârifler de, kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrârın nûru cemaate akseder. Meydana gelen in’ikâs ve insibâğ (boyanma) netîcesinde gönüller kâbiliyyet ve istîdâda göre, feyz ve hakîkat nûru ile dolar. Tıpkı; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yerlere, gönüllere bahar ferahlığı veren latîf râyihalar götürmesi gibi. Kalbî meziyetlerin inkişâfı ve irtifâ kazanması için sâlih ve sâdıkların güzel hâllerinden feyz (mânevî enerji) almaya gayret etmelidir.

Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan ittikâ edin ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 119)

Hâllerdeki sirâyet, yukarıda temâs edilmiş olduğu üzere muhabbet ve ünsiyet nisbetinde gerçekleşir. Kâmil bir mü’min olabilmek için, sâdık ve sâlihlerle ünsiyet hâlinde bulunmak, yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî’ye mürâcaat eden bir derviş:

“-Beni Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsıye et.” deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-, ona şu nasîhatte bulunmuştur:

“-Allâh’ın velî kullarını sev! Sev ki onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allâh, o âriflerin kalblerine her gün 360 defâ nazar eder. Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!…”

İşte bu sebeple tasavvufî terbiyede sâlikin mensûb olduğu yere ve sâdıklara âit muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla “râbıta”, dâimî bir temrin hâlinde kâideleştirilmiştir.

Düşünmelidir ki, günah ve mâsıyet yolundaki bir insan, bu kalbî bağlılığın güzel tesirleriyle, belki telâfîsi mümkün olmayan pek çok mânevî kayıptan kurtulabilir. Yine bunun yanında kalbî râbıtanın bereketiyle hayır yolunda nice mânevî kazançlara nâil olabilir.

Râbıta, muhabbetin şiddetiyle, kalbî duyuş ve hissedişte yüksek bir mânevî hat vücûda getirir. Bu hattın iki ucundaki şahsiyetlerde “aynîleşme” istikâmetinde bir rûhî alışveriş başlar.

Ünsiyetle takviye edilen muhabbet, sonunda o hâle gelir ki, seven, sevdiğinin varlığında âdetâ yok olur. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- ancak aşk netîcesinde gerçekleşen bu hâli şu sözleriyle ifâde eder:

“Denize kavuşan bir nehirde nehirlik biter, girdiği denizin bir parçası olur. Yediğimiz bir ekmek bünyemiz içinde erir ve vücûdumuzun bir parçası hâline gelir. Seven bir kimsenin varlığı da, duyduğu muhabbetin şiddeti kadar sevdiğinde kaybolur.”

Hazret-i Mevlânâ devamla, bu aynîleşme ve ifnâ hâlindeki hâlet-i rûhiyeyi de şöyle beyân eder:

“Aşk geldi, kan gibi damarlarıma, derime doldu. Beni benden aldı, varlığımı sevgiliyle doldurdu. Vücûdumun bütün cüzlerini dost kapladı. Benden bana kalan ancak bir isim. Ötesi hep O_”

Tasavvufta, “fenâfillâh” ve “bekâbillâh” denilen keyfiyet budur. Ancak, muhabbetullâh istikâmetinde bu derecede ilerleyebilmek için, kalbin ona tahammül edecek bir liyâkat ve kifâyet kazanması lâzımdır. Bu ise, muhabbetli be?erî temrinlerle elde edilebilir.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizle her yeni buluşma ve sohbetinde ayrı bir vecd ve istiğrâk hâli yaşardı. Huzurlarındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. Nitekim birgün, bütün servetini Allâh Rasûlü’nün huzûruna getirip cân u gönülden infâk ettiğinde, muhabbet ve iltifât dolu sözlerle medh-i peygamberîye nâil oldu. Halbuki Hazret-i Sıddîk, Allâh Rasûlünün aşkıyla “ben”liğinden geçip artık Rasûlullâh’ın varlığında vücûd bulduğu için, iltifâten dahî bir “muhâtab” kabul edilmenin zımnında mevcûd olan ağyârdan biri olarak görüldüğü hissi, ona hayli ağır geldi. Bu his ile rûhunun derinliklerinde firkat ateşlerine benzeyen yakıcı bir ızdırap duydu. “Gayr”dan telâkkî edilme endişesi içersinde:

“-Yâ Rasûlâllah! Malım, canım ve her şeyim, «Siz»’den ayrı bir şey midir ki?” buyurmu?tur.

Hazret-i Mevlânâ’nın dilinde:

“Altın ne oluyor, can ne oluyor… İnci mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye fedâ edilmedikten sonra?!” mânâlarıyla ifâde bulan hakîkat, sanki onun bu hâlini resmediyordu.

Yine birgün gönüller sultanı Fahr-i Kâinât Efendimizin rahatsızlandığını duyan Hazret-i Sıddîk, üzüntüden kendisi de yatağa düşmüştü.

Bu aynîleşme sebebiyledir ki Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“-Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve âhirette kardeşimdir.” (Deylemî) buyurarak mânâ âlemindeki berâberliği ve kalbden kalbe vâkî olan hâl akışını te’yid buyurmuştur.

İmâm Buhârî, bu hususta şöyle der:

“Ebû Bekir Sıddîk Hazretleri, Rasûlullâh’ın rûhâniyet cihetiyle yıkanma ve temizlenme yerlerinde bile Allâh Rasûlü’nün mübârek sûretleriyle mânevî tecessümünden ayrılamadığını kendilerine arz etti.”

Hazret-i Ebû Bekr’in bu hâli karşısında Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de ölüm döşeğinde iken:

“Bütün kapılar kapansın; yalnız Ebû Bekr’inki kalsın!” iltifâtıyla, karşılıklı kalbî akımı ne güzel ifâde buyurmuşlardır.

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî de, hallerdeki sirâyet husûsiyetini şöyle ifâde eder:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği sâdıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e ve târihe geçti. Lût Peygamberin karısı ise fâsıklarla berâber olduğu için küfre dûçâr oldu.”

Yine Şeyh Sâdî; sâlih ve sâdıklarla ünsiyet netîcesinde meydana gelen “aynîleşme”yi “Gülistan” adlı eserinde temsîlî bir şekilde şöyle hikâye eder:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyihâ yayılır. Adam kile sorar:

-A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?

Kil ona cevâben Şöyle der:

-Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âiddir.”

İşte bu misâldeki mânânın da işâret ettiği üzere, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzû ile, gönüllerini Hak dostlarının önüne serenler, tâlibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecellîgâh hâline gelirler. Tıpkı gökteki ayın zâtına âid bir ziyâsı olmamasına rağmen, güneşe teveccüh eden yüzünün, aldığı nûr huzmelerini aksettirmek sûretiyle güneşin bir husûsiyetinden hisse alması gibi böyleleri de beşeriyyetin zulümât ile kararmış gecelerine -âdetâ- parlak birer kandil olurlar.

Yâ Rabbî! Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile ashâb-ı kirâm arasındaki sohbetlerden kalblerimize bir hâl in’ikâs etmesini nasîb eyle! Bizleri sâlihler cemaatiyle birlikte haşreyle!

Âmin!..