DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
RAMAZÂN-I ŞERÎF SOHBETİ – 3
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin muhafazasına, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, içinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîfʼin hakîkatini bir idrak hâlinde yaşayabilmemiz ve Kadir Gecesiʼni ihyâ edebilmemiz, Ramazân-ı Şerîfʼten -inşâallah- tertemiz çıkabilmemiz duâsı, ilticâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak -elhamdülillâh- bizi sayısız mahlûkat arasında insan olarak halketti. En büyük Peygamberʼe ümmet kıldı, 124 bin peygamberin içinde.
Peygamberler, en büyük insan terbiyecileri. İnsan terbiyeye muhtaç ki nefsânî arzuları bertaraf edecek, mânevî istîdatlarını inkişâf ettirecek, Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak ve Cennetʼe girmeye hak kazanacak.
En büyük Peygamberʼe Cenâb-ı Hak ümmet kıldı. En büyük Kitâbʼa Cenâb-ı Hak bizi muhâtap kıldı.
Cenâb-ı Hak:
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4]) buyuruyor. “Rahman Kurʼânʼı öğretti.” Cenâb-ı Hak bir “merhamet” sıfatını bildiriyor. “İnsanı yarattı.”
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4]) İnsana beyan ve hikmeti insana Cenâb-ı Hak lûtfediyor.
Diğer bakımdan da bu, insan yaratılmadan bu kâinat tanzim edildi. Hazır hâle geldi insana. Bir imtihan mekânı olarak hazırlandı. Zerreden kürreye kadar, mikrodan makroya kadar. Ondan sonra insan Dünyaʼya indirildi, bu dershaneye. Ve bu dershânede Cenâb-ı Hakkʼın takdir ettiği zaman kadar her insan bir talebelik vazifesi îfâ ediyor. Ve son nefesten sonra da bitmeyen bir yolculuk başlayacak.
Cenâb-ı Hakkʼın lûtuf günleri… Diğer günlerle fizikî bakımdan aynı, mânen bir lûtuf günleri. Lûtuf ayı Ramazân-ı Şerîfʼi ikram ediyor ki kul kendisini disipline edecek. Mânevî hayatını yükseltecek. Kalbî merhaleler katedecek. Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olacak. Cenâb-ı Hak da onu affedecek, Cennetʼe dâvet edecek.
Yine bu, gecelerin içinde Ramazan gecelerinin içinde yine Cenâb-ı Hak bilhassa son on günde aranacak, tek gecelerde aranacak, ekseri yirmi yedinci gecede aranacak bir Kadir Gecesi ikram ediyor. Ki bu Kadir Gecesi de Cenâb-ı Hakkʼın çok büyük bir lûtfu.
Cenâb-ı Hak; Kurʼân-ı Kerîmʼin her âyeti bizim için ayrı bir tâlimat, ayrı bir îkaz. Cenâb-ı Hak; Kurʼân Ramazân-ı Şerîfʼte nâzil oldu.
Demek ki Ramazân-ı Şerîf, Kurʼânʼla geçirilen, Kurʼânʼla yaşanan bir mevsim olacak.
Cenâb-ı Hak Sâd Sûresiʼnde:
“(Rasûlüm!) Sana bu mübârek kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsın diye indirdik.” (Sâd, 29)
Yani aklı kalbe bağlı olanlar. Kalbî merhaleler katedenler, bir öğüt alsın diye indirdik.
Kurʼân-ı Kerîm;
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“…Takvâ sahipleri için bir hidâyettir.” [el-Bakara, 2])
Kul, kalbî merhaleler neticesinde takvâ sahibi olacak, Kurʼân-ı Kerîm de ona bir rehber olacak. Kurʼân-ı Kerîm ekseni içinde bir ömür yaşayacak. Öyle saâdeti bulacak.
Kurʼân-ı Kerîm bizleri tefekküre dâvet ediyor. Düşünüp ders almamız için gönüllerimizi uyandırıyor.
İnsan nedir? Aslı nedendir? Varlığı nasıl başlamıştır? Yolculuğu nereyedir? Hep Kurʼân-ı Kerîmʼin tâlimatları…
Kurʼânʼın tefekkür iklimine lâyıkıyla girebilen bir gönle;
“‒Bu Cihan nedir? Bu Dünya mekânına nereden ve ben niçin geldim? Ömür takvimindeki fânî günlerin hakîkati nedir? Yaşayanları istikbâli olan ölüm ve kabir muammasının hikmeti nedir? Velhâsıl ben neyim, kimin nesiyim, benim nasıl bir istikâmetim olmalı ve ben nasıl ölmeliyim?..” suallerinin cevabını Kurʼân-ı Kerîm veriyor.
Ve bunu bir idrak hâlinde, bir şuur hâlinde yaşamamız, kendimizi ilâhî kameranın altında olduğumuzun bir idrâki hâlinde bulunabilmemiz.
Okunan âyet-i kerîmeler… Cenâb-ı Hak gönlümüzü, semâdaki azamet-i ilâhiyyeye döndürmemizi arzu ediyor. Gökten, semâdan, semâ âleminden bahsediyor:
“Gökte burçlar var eden…” (el-Furkân, 61)
Yani yıldız kümeleri var eden, oraya bir dikkatimizi çekiyor. Nasıl yıldız kümeleri? Sayısı ne kadar, adedi ne kadar, hacmi ne kadar, kaderi ne kadar? Hepsi bir beyaz delikten doğuyor, Cenâb-ı Hakkʼın takdir ettiği ömrü yaşıyor, kara delikte bitiyor, gidiyor, yıldız mezarlığına giriyor. Bizim idrâkimizin ötesinde çok ayrı bir âlem.
Mesâfeler ne kadar? O da idrâkin, muhayyilenin çok ötesinde. Bilmem kaç ışık yılı/senesi deniyor. Ki ışık hızının bir saniyesini zihnimizin alması mümkün değil. “Bir” denildiği zaman ekvatoru sekiz sefer katlıyor. Binlerce ışık yılı, nasıl bir sonsuz mesafeler, uçsuz bucaksız.
Adedi olmayan yıldızlar. Cenâb-ı Hak bu gökteki o yıldız kümelerine bizim dikkatimizi çekiyor. Hepsi ayrı ayrı bir âlem. Daha ilim bunun kaçta kaçını keşfetti? Ya binde birini, yahut milyonda birini.
Yine ondan sonra Cenâb-ı Hak bizim kendi dünyamıza ufkumuzun çevrilmesini arzu ediyor.
“…Onların içinde bir çerağ, (bir Güneş, bir ışık menşei, güç menşei) ve nurlu bir Ay barındıran…” (el-Furkân, 61)
Kendi menşe değil, Güneş vâsıtasıyla bir ışık veriyor.
“…Nurlu Ay barındıran Allah, yücelerin yücesidir.” (el-Furkân, 61)
Demek ki Cenâb-ı Hak burada bizim bir semâyı, bir gökyüzünü temâşâ etmemizi… Nasıl bir, ilâhî bir âvîze semâ?!. Nasıl bir sonsuzluk?!. Bizim görebildiğimiz, kaç trilyonda biri?!.
Ondan sonra Cenâb-ı Hak bizim dünya semâmıza bizi yönlendiriyor:
Güneş… Onunla ısınıyoruz. O bütün mahlûkâta hayat veriyor, pişiriyor. Muayyen bir mesafede. İlâhî bir ateş topu. Yüz elli milyon km. uzakta. Yüz elli milyon… Sekiz dakikada ışığı geliyor. Üç yüz bin km. hızla sekiz dakikada ışığı geliyor.
Yaşı beş milyar yıl olarak tahmin ediliyor o da. Isısı, bugünkü astrofizik, içindeki nükleer santralle, yani atom infilâk ettirmekle, sirkülasyonunu devam ettiriyor. Ve içindeki nükleer santrali, yirmi milyon santigrat diyorlar, yirmi milyon santigrat… Bir milyon üç yüz bin Dünyaʼyı içine alacak hacimde. Her saniyede beş yüz altmış dört bin ton hidrojen beş yüz altmış bin ton helyum hâline geliyor. Dört bin tonu da bütün Dünyaʼya ışık olarak, hararet şeklinde veriyor.
Diğer âyette Cenâb-ı Hak:
وَالشَّمْسِ buyuruyor; “Güneşʼe yemin olsun…” (eş-Şems, 1) diyor.
Demek ki, bir kalbî nazarla seyredebilmek her şeyi.
“…Ve nurlu bir Ay barındıran.” (el-Furkân, 61) buyuruyor. Oradan ışığını alıyor, toprak parçası, mehtap veriyor vs. Birçok da fizikî hâdiselerde, med-cezir vs. onlarda fonksiyonu oluyor. Bilemediğimiz birçok hâdise.
Demek ki Cenâb-ı Hak Kurʼânʼla uyanmamız, öğütleriyle uyanmamız, Efendimizʼin nasihatleriyle intibâha gelmemiz ve kâinattaki ilâhî azamet, ilâhî kudret tecellîleriyle kalbin uyanması…
Cenâb-ı Hak bizden hamd hâli istiyor, şükür hâli istiyor, tesbih hâli istiyor. Vazifemiz bu. Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacağız. Unutmadıkça muhabbetimiz artacak, dostluğumuz artacak. Unutmadıkça, zikrettikçe, Allâhʼın men ettiği şeylerden kendimizi koruyacağız, Cenâb-ı Hakkʼa yakın bir kul olacağız. Bu şekilde Cenâb-ı Hak bizi Dâruʼs-Selâmʼa dâvet ediyor.
Yine âyet-i kerîmenin devamında:
“İbret almak ve şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren Oʼdur.” (el-Furkân, 62)
Ne gündüze gece karışıyor, ne gece gündüze karışıyor. Ne Ayʼda, ne Güneşʼte ne takdim ne tehir var.
En modern, bugün bir makine bile, bir araç bile, daha yeniyken bile arıza yapmaya başlıyor. Demek ki kalp uyanacak.
İnsan bu dünyaya boş bir kaset olarak geliyor. Bu kaset Kurʼân ve Sünnet ile dolarsa kemâl buluyor. Ahsen-i takvîm, en güzel bir yaratılış hâline geliyor ve kalp, sonsuza doğru açılıyor. Tefekkür derinleşiyor, zirveleşiyor. Hâdisat ve vukuat kalpte tahlil ediliyor. Kalpte mârifetullâha, yani Allâhʼı kalpte tanıyabilmeye ufuk açılıyor.
Yaratılış (gâyemiz):
لِيَعْبُدُونِ (“…Bana [Allâhʼa] kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâhʼa kul olmak.
لِيَعْرِفُونِ (Beni [Allâhʼı] bilsinler diye…) Cenâb-ı Hakkʼı tanıyabilmek.
Bu da kağıttaki, yazılı olan satırlardan tanınmaz. Cenâb-ı Hak kalpten tanınır. Eğer satırlardan, kağıttaki satırlardan tanınsa herkes müslüman olur.
Kalbin aldığı mesafeye göre Kurʼân o kalpte derinleşir. Aynı bir dalgıcın daldığı bir derinlik gibi. Her derinlikte ayrı bir manzara.
İlk âyet, ilk tâlimat:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)
Yani Cenâb-ı Hak şunu buyuruyor:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” Seyrettiğin her manzarada, gördüğün her zerrede Oʼnu oku. İlâhî azameti oku, ilâhî azameti düşün. İlâhî azametle buluş orada. Kalbinin istikâmetini ona göre tanzim et. Yani bu cihan, yani bu kâinat, insan idrakine ve şuuruna kudret eliyle tutuşturulmuş bir ayna. Hikmet ve tecellîler aynası. Bu aynada sırlar ve hikmeti sezebilmek, gönül aynasının berraklığına bağlı.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) buyuruyor.
قَدْ اَفْلَحَ buyuruyor. تُفْلِحُونَ buyuruyor, مُفْلِحُونَ buyuruyor.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ : (“Akıl erdirmez misiniz?” [Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…]) buyruluyor.
اَفَلَا يَعْقِلُون (“…Hiç akletmez misiniz?” [Yâsîn, 68]) buyruluyor.
اَفَلَا تَذَكَّرُونَ (“…Düşünüp ibret almayacak mısınız?” [el-Câsiye, 23]) buyruluyor.
Hep Cenâb-ı Hak, bizim kalbimizi inkişâf ettirmek ve kalbimizin uyanması. O uyanan kalp ne şekilde olacak:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Kul, hayatın hiçbir safhasında Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. O beraberliği yaşayabilecek. Kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. O kamera kendisine kıyâmet günü o kaset açılacak. Kendisini seyredecek, dünya hayatını.
Bu, hayatın her safhasında Cenâb-ı Hakkʼı zikreden kimselerin durumu ne oluyor, âyet-i kerîmenin devamında:
“…Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
O sonsuz ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları… Ne derler:
“…Yâ Rabbi! Sen bunları boş yere yaratmadın…” (Âl-i İmrân, 191)
Ne semâvat boş yere, bu kâinat boş yere, ne bu insanlar, bu hayvanlar, maddî ve mânevî her şey. Hiçbir boş, hiçbir abes yok.
“…Sen bunları boş yere yaratmadın. Yâ Rabbi! Sen bizi Cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) derler.
Kulun bu idrâk içinde olabilmesi ve dünya dershânesinde bu tefekkür içinde bulunabilmemiz…