Genç Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ekim Sayı: 181
Muhterem Efendim, ecdâdımız Osmanlı’nın Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı nasıl bir muhabbet ve gönül hassasiyetine sahip olduğu hususunda neler söylemek istersiniz?
Kur’ân ve sünnete derin bir muhabbet ve itaatle temâyüz ederek altı asır İslâm’ın sancaktarlığını îfâ eden ve dünyaya İslâm’ın güler yüzünü göstererek hak ve hukuk tevzî etme şerefine nâil olan mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın, Peygamber Efendimiz’e karşı sahip olduğu gönül hassâsiyetleri, meydana getirdikleri yüksek medeniyetten daha muhteşemdir.
Her Peygamber âşığının yakından görmek için can attığı Peygamber Efendimiz’in kabr-i şerîfinin üzerine ilk kubbeyi Memlük Sultânı Kayıtbay inşâ ettirmiştir. Mescidin yıpranan yerlerinin tamiri ve bugünkü yeşil kubbeyi inşâ ettirme şerefi ise Osmanlı Sultanlarından II. Mahmud’a nasîb olmuştur.
II. Mahmud, kubbenin yenilenmesi söz konusu olunca İstanbul’dan işinin ehli mimar ve ustalar gönderir. Bu mimar ve ustalar, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in makâmının üzerindeki kubbenin tâmirâtını nasıl yapmaları gerektiği hususunda önce derin derin düşünürler. Çünkü mevcut kubbenin üzerine çıkılacak ve tuğlalar sökülerek yeniden inşâ edilecektir. Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız edecek en ufak bir kabalığa veya edebe mugâyir bir harekete mahal vermeden bu nâzik vazife yerine getirilecektir. Yaptıkları istişârenin sonunda şu karara varırlar:
“Biz bu inşaat esnâsında hiç dünya kelâmı konuşmayalım. Meselâ tuğla istediğimizde «اَللهُ / Allah!», su ibriğini istediğimizde «بِسْمِ اللهِ / Bismillâh!», çekiç istediğimizde «لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ / Lâ ilâhe illâllâh!» diyelim…”
İşte Kubbe-i Hadrâ / Yeşil Kubbe, böyle bir zikir meclisi rûhâniyeti içinde, büyük bir tâzim ve hürmetle inşâ edildi. Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tamirinde vazife alan ustalar, her taşı abdestli olarak ve besmele ile yerine koydular. Hattâ bir çivi çakmak îcâb ettiğinde, gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağladılar.
18. asrın sonlarında Derviş Ahmed Peşkârîzâde tarafından kaleme alınan “Tayyibetü’l-Ezkâr” isimli hâtıratta, Ravza-i Mutahhara’da gözetilen edep, hürmet ve nezâketin bir misâli şöyle nakledilmektedir:
“Yatsı namazı kılınıp cemaat gittikten sonra, Ravza vazifelileri olan ağalar, ellerine birer fener alıp Harem-i Şerîf’i köşe köşe gezer ve Bâbü’s-Selâm’a gelip kapıyı kapatırlar. Eğer içeride bir kimse görürlerse; «بِسْمِ اللهِ / Bismillâh!» diyerek dışarı çıkmasını işâret ederler. Zira Harem-i Şerîf’te dünya kelâmı olmaz. Eğer Hücre-i Şerîf’te bir kimse olursa, ona da; «لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ / Lâ ilâhe illâllâh!» diye seslenirler.
Güneşin doğmasına üç saat kala, (yani teheccüd vakti girince) müezzinlerin reisi kapının dışında bir kere; « لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ/ Lâ ilâhe illâllâh!» diye nidâ eder. İçerideki nöbetçiler bunu duyunca; «مُحَمَّدٌ رَسُولُ الله / Muhammedü’r-Rasûlullah!» diye seslenirler ve sonra kapıyı açarlar.”
Şüphesiz ki ecdâdımızın bütün bu zarâfet ve nezâketinden almamız gereken dersler bulunmaktadır. Bunlardan biri de, bilhassa Hac veya Umre’ye gidip Peygamber Efendimiz’i ziyâret edenlerin, orada gereksiz yere dünya kelâmı etmeyip boş sözleri terk etmeleri, dillerini ve gönüllerini zikrullâh ile yıkamaları, sükûnet ve edep içerisinde, salevât-ı şerîfelerle huzûr-i Rasûlullâh’a yüz sürmeleri gerektiğidir.
Yakın dönem Kâdirî şeyhlerinden, Medîne-i Münevvere ehli Ziyâuddin Efendi, o mübârek makâma gelenlere şu nasihatte bulunurlardı:
“Buraya gelen kimse, ayak ucuna bakarak Ravza’ya girmeli ve ayak ucuna bakarak evine, istirahatine dönmelidir.”
Yani çarşı-pazarda dünya telâşıyla meşgul olarak gönlündeki rûhâniyeti bozmamalı, orada hangi makamda bulunduğunu hatırından çıkarmamalıdır.
Ecdâdımızın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan hürmet ve tâzîminin diğer bir misâli de şudur:
II. Abdülhamid Han, İstanbul’dan Medîne-i Münevvere’ye uzanan bir tren yolu yaptırmış ve istasyonlarını da Peygamber Efendimiz’in seferlerinde konakladığı yerlere inşâ ettirmiştir. Ayrıca Medîne tren istasyonunu Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek için Ravza’dan yaklaşık 2 km. uzağa yaptırmış ve Medîne içerisinde bulunan bütün raylar, -üzerinden vagonlar geçtikçe gürültü çıkarmasınlar diye- keçe ile kaplanmıştır.
Osmanlı’nın bu mukaddes beldelere yaptığı her hizmet, Şâir Nâbî’nin;
Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hüdâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..
“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun Sevgili Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..” îkâzıyla başlayan na’tinde dâvet ettiği edep, hürmet, muhabbet ve hassâsiyetin âdeta müşahhas birer ifâdesi mâhiyetinde idi.
Mukaddes beldelerde Allah Rasûlü’ne hürmet ve muhabbetin en müstesnâ numûnelerini sergileyen ecdâdımız, kendi memleketlerinde de Harameyn’in rûhâniyetini taşıyan bir bâd-ı sabâ misâli, pek çok güzelliği örf hâline getirmişlerdir.
Allah Rasûlü’ne muhabbeti ve dolayısıyla îman heyecanını zinde tutmak gâyesiyle, câmilerde icâzetli kimseler tarafından cemaate üç kitabı okumak bir örf hâline getirilmişti. Bu üç kitaba -hürmeten- “şerîf” sıfatı verildi. Bunlar; Buhârî-i Şerîf, Şifâ-i Şerîf ve Mesnevî-i Şerîf idi.
Temelinde Kur’ân’a hürmet ve tâzîmin bulunduğu Osmanlı’nın, “mukaddes emanetler”i âdeta baş tâcı etmesi de eşsiz bir muhabbet numûnesidir. Yine Osmanlı, Allah için savaşan her askerine “Mehmetçik” adını vererek onların her birine kendi imkân ve istîdatları dâhilinde bir “Muhammed” olabilme idealini telkin etmiştir.
Ayrıca Osmanlı’da Mevlid kandilleri de apayrı bir ihtişam içinde kutlanmıştır. Efendimiz’e âit bir sakal-ı şerîf, Medîne-i Münevvere’den hurma, Mekke-i Mükerreme’den Zemzem getirilir, Efendimiz’in hâtıralarından teberrük coşkusu içinde o kandiller ihyâ edilirdi. Mevlid-i şerîfin, kutlu doğumu tasvîr eden velâdet bahrinde, bütün cemaat hürmeten ayağa kalkar, âdeta Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o an teşrîf ediyormuşçasına bir vecd içinde hep birlikte salât ü selâmlar okunurdu…
Ne ibretlidir ki Osmanlı, selâtîn câmilerde dâimâ bir “âmâ müezzin” bulundurmaya da itinâ göstermiştir. Nitekim yakın zamana kadar Süleymaniye, Fâtih gibi câmilerde bunların örneklerine rastlanmakta idi. Bu husus, ekseriyetle sıradan bir tesâdüf zannedilip pek de üzerinde durulmaz. Hâlbuki bunun temelleri tâ asr-ı saâdete dayanıyordu. Zira Mescid-i Nebevî’de Bilâl-i Habeşî’nin yanı sıra Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in diğer bir müezzini de, âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- idi.
İşte Allah Rasûlü’nün bu azîz hâtırasını yaşatmak ve sünnetini ihyâ etmek gâyesiyle ecdâdımız da yakın zamana kadar büyük selâtîn câmilerde, âmâ bir müezzin bulundurma nezâketi göstermişlerdir.
Şüphesiz ki bütün bu edep ve incelikler, Osmanlı’nın hiçbir millete nasîb olmamış bir ihtişamla altı asır pâyidâr olmasının mânevî esaslarındandır.
Cenâb-ı Hak, ecdâdımızın gönül inceliklerini bizlere de nasîb eylesin! Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile kalbî irtibâtımızı dâim kılsın! O’nun sünnetini, hayâtımızın mihveri eylesin! Habîbi hürmetine bizleri af ve merhametine nâil kılsın!
Âmîn…