O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -6- (Adâleti ve Hakkı Tevzî Etmesi)

Ebedî Fecre

Yıl: 2016 Ay: Ocak Sayı: 131

BÜYÜK HABER!

Allah katında hak din: İslâm’dır.

İslâmiyet; son ilâhî mesaj olan Kur’ân-ı Kerîm’in Hâtemü’l-Enbiyâ yani peygamberlerin sonuncusu Fahr-i Kâinât Efendimiz’e nâzil olmasıyla, insanlığı câhiliyye karanlığından, hidâyetin nûruna çıkardı. Zulmün ve vahşetin pençesinden kurtardı, adâletin merhametli sînesine kavuşturdu.

Câhiliyye toplumlarının en bâriz vasfı; âhireti, yani ölümden sonraki esas hayatı unutmuş ve unutturmuş olmalarıdır.

Câhiliyye insanına göre; dünya hayatı gayesiz ve maksatsız bir eğlence, mal ve evlâtla böbürlenme yurdudur.

Câhiliyye insanı; âhirete inanmadığı için, yaptıklarının hesabını vereceğini düşünmez. Çiğnediği hak ve hukuk için bir mahkeme-i kübrâya çıkarılacağını aklına dahî getirmez. Davranışlarının hayır mı şer mi olduğunun tespitini yapacak bir mîzân ile karşılaşacağını ummaz. Kendi kendisine bu hakikatleri unutturduğu için; yeryüzünde sair mahlûkat gibi, hattâ onlardan daha aşağı bir hâlde, gaflet, dalâlet, gaddarlık ve zulüm girdapları içinde hayatını ziyan eder.

Peygamber Efendimiz’e ilk vahyedilen âyetlerin muhtevâsı; bu sebeple, kıyâmet ve âhiret mevzuunu şiddetli bir şekilde idraklere nakşetmiştir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ilk tebliğ emirleri; «اَنْذِرْ: Korkut, uyar…» ifadeleriyle gelmişti. Efendimiz; akrabalarına, hemşehrilerine ve öz kızına şöyle hitâb etti:

“Ey Hâşim oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız!

Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtar! Çünkü sizi Allâh’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabalık bağı sebebiyle sizinle alâkamı kesmeyeceğim.” (Müslim, Îmân, 348, 351; Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Tirmizî, Tefsîr, 27/2)

Yine buyuruyordu:

“Ben size; önünüzde şiddetli bir günün bulunduğunu, Allâh’a inanmayanların o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim.

Ey Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve ailesine zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir.

Ey Kureyş cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allâh’ın huzûruna varmanız, dünyadaki her hareketinizin hesabını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibâdetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de ceza ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfat ebedî bir cennet; mücâzât da dâimî bir cehennemdir.” (Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îmân, 348-355; Ahmed, I, 281-307; İbn-i Sa‘d, I, 74, 200; Belâzûrî, I, 119; Semîra ez-Zâyid, I, 357-359)

İslâm; müşriklerin yetimleri itip kakan, cimri ve dünya malına düşkün, nefsânî hayatlarına ağır tenkitler getirerek; haktan, adâletten, kıyâmetten, yeniden dirilip hesap vermekten, yapılan kötülük ve haksızlıkların cezasız kalmayacağından bahsetmekteydi. Kâfirler bu durumdan çok rahatsız oldular. Allah Rasûlü’nün getirdiği bu habere korku içinde; «اَلنَّبَأُ الْعَظ۪يمُ / Büyük Haber» dediler ve onların gaflet ve dalâlet üzerine bina edilen hayatları sarsılmaya başladı. Nebe Sûresi’nin ilk âyetleri, bu dehşetli manzarayı şöyle tasvîr eder:

عَمَّ يَتَسَٓاءَلُونَۚ عَنِ النَّبَاِ الْعَظ۪يمِۙ
اَلَّذ۪ي هُمْ ف۪يهِ مُخْتَلِفُونَۜ

“Birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilâf edip durdukları o büyük ve müthiş (âhiret denilen) haberi (mi?)” (en-Nebe, 1-3)

ÂHİRET, ESAS HAYAT DEMEK

İnsanlığa âhireti hatırlatmak için gelen Peygamberimiz; dâimâ mütebessim fakat her zaman ümmetinin âhiret endişesi içinde, asil bir hüzün hâlinde yaşadı. Kalbi, ümmetinin âhiret selâmeti için şefkatle çarpardı. En zorlu ve en sıkıntılı anlarda teselli olarak; diğer taraftan büyük muvaffakıyet ve zaferlerde de taşkınlığı ve şımarıklığı engelleyici olarak ashâbına esas gayenin bu dünya olmadığını tâlim eder ve;

«Esas hayat ancak âhirettir!» (Buhârî, Cihad, 110) îkazını düstur edindirirdi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; Peygamber Efendimiz’in çok sade ve fakirâne hayat şartlarına bakarak, kralların, kisrâların ve kayserlerin bol dünya imkânları içindeyken, Allah Rasûlü’nün bu hâlinin kendisini üzdüğünü ifade etmişti. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise;

“Dünya onların, âhiret bizim olsun, istemez misin yâ Ömer?!.” (Ahmed, II, 298) diye tesellî etmişti.

Hulâsa; ashâbına dünyanın sadece bir konak olduğu anlayışını iyice teyit etmişti. Öyle ki Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle derdi:

“Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki; bir kuş gökte kanat çırpsa, onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize; «Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

ÂHİRET, MÎZAN DEMEK

Amellerin, hayır ve şerlerin tartılacağı o gün için, hayırları artırmak elbette zarûret.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak şöyle bir âhiret manzarası sergiler:

وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ ف۪يهَاۚ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ اَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ ف۪يهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَٓاءَكُمُ النَّذ۪يرُۜ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ نَص۪يرٍ۟

“Onlar orada şöyle feryâd ederler:

«Rabbimiz! Bizi çıkar, (daha önce) yaptığımız (kötü amellerin) yerine sâlih ameller işleyelim!»

(Onlara şöyle denilir:)

«Ÿ Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?

Ÿ Size uyarıcı da gelmedi mi?

(Niçin inanmadınız?)

Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.»” (Fâtır, 37)

Bu vaziyete düşmemenin çaresi, bu dünyada iken sâlih amellere sarılmak. İbâdetlerle, hayır ve hasenât ile âhirete hazırlanmak…

Peygamber Efendimiz; infâk etmeden uhdesinde azıcık bir paranın dahî kalmasından bîzâr olur, hemen tasadduk ederdi. Ashâbını da dâimâ infak heyecanına davet ederdi:

“Ey insanlar!

Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürü­sünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allah, ona tercümansız ve vasıtasız olarak diyecek ki:

«Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?»

Bu suâl ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek…

O hâlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahî ateşten korun­maya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bari tatlı bir söz söy­leyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.

Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!” (İbn-i Hişâm, I, 118-119; Beyhakî, Delâil, II, 524)

Âhiret hazırlığı için infak da edilecek olsa, kazancın helâliyeti şart… Nasıl sarf edildiği kadar, nasıl kazanıldığı da çok mühim… Çünkü;

ÂHİRET, HESAP DEMEK

Her nimetin hesabının sorulacağı şuurunu yaşayan ve yaşatan Peygamberimiz, haramın azâbı ve helâlin hesâbı husûsunda da muazzam bir titizlik ve hassâsiyet sergiledi. Hayatı boyunca bütün mahlûkātın hakkına, fevkalâde îtinâ gösteren Peygamber Efendimiz; son günlerinde mecalsiz olmasına rağmen, evinden mescide çıkarak şu hitapta bulundu:

“Ashâbım; kimin malını farkında olmadan almış isem, işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun!..” (Bkz. Ahmed, III, 400)

Bu en muazzam hukuk beyannâmesi olan ifadeler, elbette şahsı üzerinden ümmeti için de tâlimattır. Nitekim Peygamber Efendimiz vefât etmeden önce buyurmuştu ki:

“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Zayıflar, güçsüzler, yetimler dâimâ O’na emânet. O’nun izinden gidebilenlere zimmetli…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ; 23 senelik nebevî hayatı boyunca, dâimâ hakkı tevzî etti.

İnsan yerine konmayan, mîrâsı gasbedilen, bir metâ hâline getirilen kadına; ayakları altına cennetin serildiği, annelik ve sâliha hanımlık pâyesini O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- verdi.

Doğduğuna sevinilmeyen, hattâ diri diri gömülen kız çocuğuna, anne-babasını cennete kavuşturacak bir nimet nazarıyla bakılmasını O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağladı.

Dula, yetime, öksüze, ihtiyara, âcize, yoksula haklarını O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- iade etti.

Bir harp hukuku zarureti olarak var olan köleliği bertarâf etmek için, dâimâ kölelerin lehinde tatbikatlar vaz‘ etti. Efendilerin, kölelerine; yediklerinden yedirmesini, giydiklerinden giydirmesini şart koştu. Mes’ûliyetinin ağırlığını hissettirerek âzâd edilmelerini teşvik etti. İlâhî tâlimatlarla, birçok kefâret ile köle âzâdı teşvik edildi. Sadece Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın binin üzerinde köle âzâd ettiği meşhurdur.

Efendimiz; sadece insanların değil, örselenen ağaçların hakkını korudu. Yavrularını emziren bir anne köpeğin hakkını korudu. Yuvası dağıtılan kuşların, karıncaların hakkını korudu. Avcılara diri diri hedef hâline getirilen kuşların hakkını korudu. Aşırı yük ile eziyet edilen develerin hakkını korudu.

ÂHİRET, HAKKĀNİYET DEMEK

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in nazarında insanlar bir tarağın dişleri gibi eşit idi. İnsanları; nesepleri, kavimleri, servetleri ve ten renkleriyle, birbirlerine üstünlük iddia etmekten men etti;

«Allah katında üstünlük, ancak takvâ iledir.» (el-Hucurât, 13) buyurdu. (Ahmed, V, 158)

Şahsı nâmına asla öfkelenmeyen, o muhteşem ahlâkın sahibi, müstesnâ şahsiyet; umumî bir hakkın çiğnenmesi karşısında ise, hak yerini buluncaya kadar ciddiyetle hiddetlendirdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü.

Şu misal buna kâfî bir şahittir:

Asr-ı saâdette bir gün, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının yakınları; «kimi aracı gönderelim ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu affetsin.» diye düşünmeye başladılar. Sonunda Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği sahâbîlerden biri olan Üsâme bin Zeyd’i göndermeye karar verdiler.

Üsâme -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in mübârek yüzünün rengi değişti. Çok sevdiği Üsâme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak sordu:

“–Allâh’ın koyduğu cezalardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?!.”

Üsâme -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar üzüldüğünü görünce son derece pişman oldu ve derhâl özür dileyerek;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim bağışlanmam için duâ et!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 53; Nesâî, Kat‘u’s-Sârik, 6, VIII, 72-74)

Daha sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ayağa kalktı ve halka şöyle hitâb etti:

“–Sizden önceki milletler, şu sebeple helâk olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevki sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı.

Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın…” (en-Nisâ, 135)

Peygamber Efendimiz’in ashâbı da adâlet ve hakkāniyetin timsalleri oldular.

EŞSİZ ADÂLET

Hayberli yahudiler; Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-’ın kendilerine muâmelesi karşısında şu itirafta bulundular:

“İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” (Muvatta, Müsâkât, 2)

Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a «el-Adl» unvânı verilmişti.

Ashâbı ihsân üzere takip eden müteâkip nesillerde de; adâletin, idare mes’ûliyetinin eşsiz misalleri vardır.

Adâleti, dürüstlüğü ve hüsn-i muamelesiyle beşinci halîfe unvânıyla tarihe geçen Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in hakkāniyet endişesini hanımı Fâtıma şöyle anlatır:

“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;

«–Nedir bu hâlin?» diye sordum. Şöyle cevap verdi:

«–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve aile efrâdı kalabalık fakir aile reisleri beni hüzne gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.»” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

Onlar dâimâ âhiret ve hesap endişesiyle hareket ettiler.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Vedâ Hutbesi’ndeki;

“Sakın, (günah işleyerek, mahşerde) yüzümü kara çıkarmayınız!..” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76) emrine ittibâ ederek, dâimâ O mübârek çehreyi tebessüm ettirmek için gayret ettiler. İstanbul’u fethederek nebevî müjdeye nâil olan Fatih devrinde yaşanan şu misâlin tarihte eşine az rastlanır:

MAHKEMEDE BİR SULTAN

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fatih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fatih tayin etmişti.

Eli kesilen hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ etti. Bir hükümdar olarak Fatih’e hitap tarzı;

«es-Sultân İbnü’s-Sultân el-Gāzî Ebu’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî» iken kadı Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitapla celp-nâme gönderdi:

«Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!»

Fatih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzı bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznunlara tahsis edilen yere oturdu. Hızır Bey, yerini aldı ve muhâkeme başladı.

Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i otururken görünce, O’na;

“–Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.

Bu îkaz üzerine Fatih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhâkeme neticesinde Fatih’i suçlu, hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Bütün dünyayı dize getiren cihan padişahı Fatih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak;

“–Hüküm şer‘-i şerîfindir!..” dedi.

Hıristiyan mimar, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde söz aldı:

“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..”

Dâvâ, bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fatih, Hızır Bey’e;

“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.

Ayrıca Fatih, şahsî malından hıristiyan mimara bir ev bağışladı. Bunun üzerine hıristiyan mimar;

“–Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibaren müslümanım…” diyerek kelime-i şahâdet getirdi.

Bir misalle iktifâ ettiğimiz bu adâlet ve hakkāniyet sayesinde; Osmanlı, insanlık tarihinin en uzun ömürlü hanedanlarından biri olmuştur. Osmanlı; fethettiği beldelerde adâleti sağladığı için, çoğu kez, küfür beldelerin halkları, fatihlerini kendileri davet etmişlerdi. Osmanlı; zalim derebeylerini, voyvodaları bertarâf ederek, hakikî insâniyet ve vicdan hürriyeti getirdi. Tâ Lehistan’da dahî;

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, önce darb-ı mesel, sonra hakikat olmuştu.

Fransız İhtilâli sırasında meşhur feylesof Lafayet;

“Ey büyük insan! Senin tevzî ettiğin hak ve adaleti şimdiye kadar kimse tevzî edemedi!” diyerek peygamber Efendimiz’in büyüklüğünü tasdik etti.

Batılı yazar Thomas Carlyle da şu itirafta bulundu:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar dünyada itibar bulmamıştır.”

YA BUGÜN?

Bugün ise dünyada yeniden câhiliyye anlayışı hâkim.

Önceki peygamberlerin geldiği câhiliyyeler de tetkik edilirse, ekserîsinin âhireti inkâr ettiği görülür. İslâm’ın ortadan kaldırdığı câhiliyye de böyle idi. bugün de yaşanan bu…

Bugün toplumu menfî duygular zerk ederek sadece dünyevî hayata meylettirip âhiret gerçeğinden uzak yaşatan zehirli televizyon programları, internetin insanları savurduğu kirli koridorlar, reklâmlar ve modalar, insanların manevî yapısına zehir serpmektedir, bir robot hâline getirmektedir. Bu maddeci, kapitalist, dünyacı anlayış; fânî hayatın dengesini perişan etmekte… Âhiretsiz yaşanan bir dünya; insanlığı altüst etmekte, felâkete sürüklemekte…

Âhiretsiz bir dünya…

Hesabı düşünmeyen bir insanlık mezbelesi… Güçlülerin güçsüzleri ezdiği, altta kalana kimsenin acımadığı bir gaddarlık manzarası…

Mîzânı umursamayan bir ahlâksızlık bataklığı… Amel defterlerinin yüzünü kızartan hayâsızlık…

Sırât’a inanmayan bir dalâlet çıkmazı…

Cenneti umursamayan bir hamâkat;

Cehennemi unutan bir gaflet…

Çünkü bu gidiş, cehenneme…

Bu cihana nereden geldin? Niçin yaratıldın? Bu cihan nedir? Kimin mülkünde yaşıyorsun? Yolculuk nereye?

Bu sualleri düşünmeden, cevaplayamadan yaşamak, ne büyük bir hamâkat!..

Başını kuma gömerek, tehlikeden kurtulduğunu sanan bir mahlûkātın sergilediği gibi bir hamâkat… Çünkü;

Âhiret var!.. Hesap var!.. Mîzan var!.. Mahkeme-i kübrâ var!.. Sırat var!..

Ceza ve mükâfat yani, cehennem ve cennet var!..

Bunlar olmasaydı, bu dünyaya gelişin bir mantığı olmazdı. En basit bir zekâ düşünüp takdir eder ki:

Bir geliş var, nereden? Bir gidiş var; bu akış nereye?

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, esas hayatı âhiret, dünyayı ise bir âhiret tarlası telâkkî ederek yaşamak; dünyayı da âhireti de cennet gülistânı eylemenin yegâne yolu.

Bugünkü câhiliyyeyi bertarâf edecek hidâyet nûru, ancak nebevî ahlâk ve adâlete ittibâ ederek tecellî edebilecektir.

Cenâb-ı Hak muvaffak eylesin.

Yâ Rabbî, bizleri en büyük endişesi dünya olanlardan eyleme!.. Bizi hak ve hakikatten, adâlet ve hakkāniyetten ayırma!.. Bizleri âhirette yüzü ak olanlardan eyle!..

Âmîn!..