O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -20- (İrşad ve Tebliği – Emr-i Bi’l-Mâruf ve Nehy-i Ani’l-Münker Hassâsiyeti)

Ebedî Fecre

Yıl: 2017 Ay: Mart Sayı: 145

BEDELİ VAR!

Cenâb-ı Hak; insanı, Zâtına kulluk için yarattı. Bu vazifeyi edâ edebilmesi için de insana nice nimetler lutfetti. İlâhî yardım olan bu nimetleri, hiçbir kul; bedel ödeyerek elde etmedi.

Hiçbirimiz; var edilme nimetine, bir bedel ödeyerek kavuşmadık. İnsan olarak halk edilmemiz, îman lutfuna ermemiz, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Peygamberlerin Seyyidi Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmamız, bütün bu nimetler; meccânen, bedel ödemeden nâil olduğumuz muazzam ilâhî ikramlardır.

Bilâ bedel nâil olsak da, istifâde ettiğimiz bütün nimetlerden mahşer gününde hesaba çekileceğimiz kat‘îdir.

Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız bütün) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

«Hâdî» sıfatının üzerimizde tecellî etmesi, yani hidâyete ermemiz, îman lutfuna mazhar olmamız ne büyük bir nimet!.. Bu nimetin şükrünü edâ edip etmediğimizden de hesaba çekileceğiz. Bu bedelin ölçüsü nedir?

Bazı dînî vazifelerimizin asgarî hudutları bellidir. Meselâ zekâtın nisâbını ve verilmesi gereken farz miktarını biliriz. Fakat üzerimizdeki sayısız maddî ve mânevî nimetin şükrünün nasıl edâ edileceği husûsunda Rabbimiz asgarî bir hudut tayin etmemiştir.

Bu sebeple; bütün tâkatimiz ve imkânlarımız ölçüsünde, Allâh’ın dînini yaşamamız ve tebliğ için gayret etmemiz elzemdir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

“Ey îmân edenler! Siz, Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz (Allâh’ın dînini yaşar ve yaşatırsanız) O da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Bu âyetin kemâle ermesi, yani Allâh’ın dînini yaşamak ve yaşatmanın iki merhalesi vardır:

ÖNCE TEZKİYE

a) İç âlemimizi tezkiye etmek. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَاۙ

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” (eş-Şems, 9)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

“Temizlenen kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14)

Bu tezkiyenin en güzel misâlini ashâb-ı kiramda ve «evliyâullah»ta görüyoruz. Asr-ı saâdette yaşanan şu kıssa, iç âlem tezkiyesinin ehemmiyetini ne güzel ifade eder:

Tebük Seferi’nde ashâb-ı kiram nice zorluklar yaşamışlardı. Medine’ye dönerken vücutları iyice zayıflamıştı. Deriler kemiklere yapışmış, saçlar-sakallar birbirine karışmıştı. Fakat Rabbimiz’in cihad ve tebliğ emrini yerine getirmenin sürûru içindeydiler.

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- onlara şöyle buyurdu:

“–Şimdi küçük cihaddan, cihâd-ı ekbere yani en büyük cihâda dönüyoruz!”

Ashâb-ı kiram hayretler içinde;

“–Yâ Rasûlâllah! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihad var mı?” dediklerinde Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Evet, şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına, nefsin hevâsı ile mücâhedeye) dönüyoruz!” buyurdular. (Süyûtî, II, 73; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 141/2873; Ali el-Müttakî, IV, 430/11260)

Bir ebediyet yolcusu olan mü’minin gönül âleminde ve oradan in‘ikâs alan davranışlarında şu tezkiye ve terbiye adımlarını gerçekleştirmesi gerekmektedir:

Bir mü’min bu fânî âlemde;

  • İptilâ ve musîbetleri sabırla,
  • Unutkanlığı zikirle,
  • Nankörlüğü şükürle,
  • İsyânı tâatle,
  • Cimriliği cömertlikle,
  • Hodgâmlığı diğergâmlıkla / bencilliği fedâkârlıkla,
  • Şüpheyi yakînle,
  • Riyâyı ihlâs ve tevâzû ile,
  • İsyânı tevbe ile ve;
  • Gafleti tefekkür ile bertaraf etmesi zarûrîdir.

Allâh’ın dînini yaşamak ve yaşatmak, böylece Cenâb-ı Hakk’ın yardımına nâil olmak için ikinci merhale de, iç âlemi inşâ ettikten sonra, dış âleme rahmet insanı olmaktır:

TEZKİYE EDİLMİŞ BİR KALP İLE TEBLİĞ

b) Hâl ve kāl ile ümmete üsve-i hasene, yani en güzel nümûne olabilmek.

Böylece;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesinde ifade buyurulduğu üzere; mü’min, Cenâb-ı Hakk’a müstakîm bir şekilde kullukta bulundukça, O’nun inâyet ve nusretine nâil olur.

Ashâb-ı kiram kendini tezkiye etti ve bu tezkiye edilmiş nefisle o zamanki dünyanın üçte birine sefer etti. İslâm’ı ulaştırdı. Onlar dünyada Allâh’ın yardımına ve zaferlere, âhirette de rızâsına ve cennete nâil oldular.

Allâh’ın dînini yaşatma gayretleri, karşılığı cennet olan en mühim vazifelerimizdendir. Tevbe Sûresi’nde buyurulur:

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır!

O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.

(Bu alışverişi yapanlar); tevbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar (dünyada yolcu hissiyâtıyla yaşayanlar), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve «hudûdullâh»ı gözetenlerdir. O mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 111-112)

Demek ki, Cenâb-ı Hak malı ve canı bize emânet olarak verdi. Son nefeste ikisini de zaten geri alacak.

Öyleyse, bu emânetleri bir îman testi olarak kıymetlendirmek ve Allah yolunda sarf etmek îcâb eder.

Gafil ve cimri kimseler ise, parayı infâk etmeyerek, onun zebûnu olur. Mal onun elinde, âhireti kazanabileceği bir sermaye olacakken; âhiretini zorlaştıracak, hesabı zor verilecek bir sıkıntıya dönüşür.

Hikmet ehli bir zât şöyle der:

“Şuna hayret edilir ki; bir kul öldüğünde bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilir.”

Bu sebeple, Cenâb-ı Hakk’a dost olmanın en mühim şartlarından biri de cömertliktir, yani Allah yolunda infâkı artırmaktır.

ALLAH YOLUNDA İNFÂKI ARTIRMAK

İbrahim -aleyhisselâm-; bu can, mal ve evlât imtihanında bizim için en güzel nümûnelerdendir.

İbrahim -aleyhisselâm-;

  • Malını fedâ etti, «Halil İbrahim bereketi» oldu.
  • Canını fedâ etti, Cenâb-ı Hak, canına can kattı. Ateşi ona gülzâr eyledi.
  • Evlâdını fedâ etmeye götürdü, Cenâb-ı Hak, onun iki evlâdını peygamber eyledi. İshak -aleyhisselâm-ın neslinden Benî İsrâil peygamberleri geldi. İsmail -aleyhisselâm-’ın neslinden Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- geldi.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın, dostuna lutfunun en güzel nişânesi…

Allah Rasûlü de, her namazda Hazret-i İbrahim’i hatırlamamızı arzu etti.

Kâ‘b bin Ucre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir gün Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e;

“–Yâ Rasûlâllah! Siz’e nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, ancak nasıl salevat getireceğimizi bilmiyoruz?” dedik. O da şöyle buyurdu:

“–«Allâh’ım! (İbrahim’e ve) âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allâh’ım! (İbrahim’e ve) âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsân et. Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin!» deyiniz.” (Buhârî, Deavât, 32; Tirmizî, Vitir, 20; İbn-i Mâce, İkâme, 25)

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i İbrahim’e ve nesline nasîb eylediği rahmet ve bereketi düşünmemizi ve ona özenmemizi arzu etmekte. Peygamberleri, sıddîkları, şehidleri ve sâlih kimseleri bizim idealimiz hâline getirmekte.

Bu tefekkürle düşünmeli:

  • Bizim hayatta en çok özendiğimiz nedir?
  • İdealimiz kimler gibi olmaktır?

Âyet-i kerîmenin sonunda da «ayaklarınızı kaydırmaz» buyurulmaktadır.

Yani insanın; müddeti belli olmayan ömrünü, bir mayın tarlasında geçirir gibi dikkat ve ihtimamla yaşaması zarûrîdir. Yanlış bir hâl; mayın tarlasında mayına basmak gibi îmânı allak bullak eder, insanı bir anda mahveder. Kārûn’un ve Bel’âm bin Baûrâ’nın hâli buna en güzel bir misaldir.

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âhirzamanda çoğalacak bu hâli şöyle beyan buyurmuştur:

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline. İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sâbit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidirler.” (Müsned, II, 390; Ayrıca bkz. Müslim, Îmân 186; Tirmizi, Fiten 30, [2196])

«Hâdî» esmâsı ile dünyaya geldik. Fakat «Hâdî» esmâsı ile son nefesi verebileceğimizin bir teminatı yok. Allah Teâlâ bize;

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. Son nefeste ayak kaymasından kurtulmanın çaresi de, bir ömür Allâh’ın dînini yaşamak ve yaşatmak, yani iç âlemi tezkiye etmek ve tebliğ için fedâkârlıkla ömür boyu gayret etmektir.

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker, Cenâb-ı Hakk’ın da îfâ ettiği şerefli bir iştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Muhakkak ki Allah;

  • Adâleti, ihsânı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder;
  • Hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar.

İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90)

PEYGAMBER VASFI

Tebliğ, peygamberliğin sıfatıdır. Âyet-i kerîmede Efendimiz’in vasfı şöyle tarif edilmektedir:

“Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten men eder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer.

O Peygamber’e inanan, O’nu koruyup destekleyen, O’na yardım eden ve O’nunla birlikte gönderilen nûra uyanlar; işte bunlardır kurtuluşa erenler.” (el-A‘râf, 157)

Peygamberimiz; her türlü çileye katlanarak, müşriklerin alay, hakaret, tehdit ve benzeri bütün zulümlerine tahammül ederek, ömrü boyunca aşk ve şevk ile fedâkârâne bir şekilde tebliğde bulunmuştur.

Târık bin Abdullah -radıyallâhu anh-’ın şu hâtırası, Peygamberimiz’in tebliğ yolunda çektiği nice ağır meşakkatlerden bir misaldir:

“Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i Zülmecâz Panayırı’nda görmüştüm:

«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllah, deyiniz de kurtulunuz!» diye yüksek sesle hitâb ediyordu.

Bir adam da elindeki taşla onu takip ediyor ve;

«–İnsanlar! Sakın O’na itaat etmeyin, çünkü O yalancıdır.» diyerek bağırıyordu.

Attığı taşlarla Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ayaklarını kanatmıştı.

Orada bulunan kimselere;

«–Bu zât kimdir?» diye sordum.

«–Abdülmuttaliboğulları’ndan bir gençtir.» dediler.

«–Peki, O’nun ardına düşüp taş atan kim?» dedim.

«–O da amcası Ebû Leheb’dir.» dediler.” (Hâkim, II, 668; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, III, 71)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in İslâm’ı tebliğ uğruna katlandığı zorluklara dair bir hâdiseyi de Müdrik el-Ezdî -radıyallâhu anh- şöyle nakletmektedir:

“Babamla birlikte hac yapıyordum. Minâ’da konakladığımızda bir toplulukla karşılaştım. Babama;

«–Bu cemaat niçin toplanmış?» diye sordum.

Babam;

«–Kavminin (yani atalarının bâtıl olan) dînini terk etmiş olan (putlara tapmayı menederek Allâh’ın bir olduğu inancına davet eden) şu zât için!» dedi.

İşaret ettiği tarafa bakınca Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm;

«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllah, deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu.

İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na hakaret ediyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O esnada yakası açılmış bir kızcağız, içinde su bulunan bir kap ve elinde mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Allah Rasûlü; kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp;

«–Evlâdım, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete mâruz kalacak diye korkma!» buyurdu.

Bu gelenin kim olduğunu sordum;

«–Kızı Zeyneb.» dediler.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, V, 130; Heysemî, VI, 21)

Peygamber Efendimiz, tebliğ için gittiği Tâif’te taşlandı. Mübârek ayakları kan içinde kaldı. Fahr-i Kâinât Efendimiz yine de; kendisini taşlayan insanlara bedduâ etmedi, onlara merhamet etti, o beldenin halkı için ve onların arkasından gelecek nesillerin hidâyeti için duâ etti.

Peygamberimiz; Allah yolunda taşlandı, vatanından sürüldü, tamamen aç kaldığı ve mübârek karnına taş bağladığı zamanlar oldu. Fakat O -sallallâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir ümitsizlik ve bezginlik göstermeden tebliğe devam etti. «Biraz dinleneyim, bir hafta, on gün kısa bir tatile çıkayım.» demedi. Bir gün bile tatil yapmadı. Zira gerçek tatil, teneşirde başlar.

İSTİRAHAT KABİRDE!

Ashâb-ı kiram da aynı kalp kıvâmı üzereydi. Hazret-i Peygamber;

“–Bu tebliğ mektubunu Bizans kralı Herakliyus’a kim götürecek?” dediği zaman, sahâbenin yaşlısı-genci hiç düşünmeden ayağa kalkarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana lutfediniz!” diyorlardı.

“Biz ıssız çölleri, sarp dağları nasıl aşacağız? Kralların kelle uçurmaya hazır cellâtlarının önünde bu mektubu nasıl okuyacağız?” diye endişe etmiyorlardı. Allah Rasûlü’nün mektubunu taşımak, onun risâletini aşk ve vecd içinde tebliğ etmek heyecanıyla, ölümü bile göze alıyorlardı. Onların tek arzusu, Allah Rasûlü’nün yüreğinde bir muhabbete nâil olmaktı.

Onlar, Allah Rasûlü’nden dâimâ âhiret telkini almışlardı:

Çünkü O’nun mübârek dilinden hiç düşürmediği düstur şuydu:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Cihad, 110)

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği her nefesiyle kabirdeki istirahate hazırlanmalıdır.

Allah Rasûlü’nün duâları da kabir ve âhiret endişesini telkin ediyordu. Bir duâları şöyleydi:

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

“Kabir azabından, ateş (cehennem) azabından yâ Rabbî Sana sığınırım.” (Buhârî, Ezân, 149)

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-; ömrü boyunca İslâm’ı tebliğ ettiği gibi, İslâm’ı tebliğ edecek kadroları hazırlamak da O’nun en çok ehemmiyet verdiği faaliyetiydi.

Allah Rasûlü; Mekkeli muhâcirleri çok severdi, Medineli ensârı da çok severdi. Fakat en çok suffe ashâbıyla meşgul olurdu. Onları hâl ve gönül ile terbiye ederdi. Çünkü onlar; İslâm’ı ufuklara tebliğ edecek, yetişmiş kâmil mü’minler olacaklardı.

Suffe ashâbı; çoğu kimsesiz, evsiz-yurtsuz fakirlerden oluşan îman talebeleriydi.

Onlar; kitap-defterle zâhirî bir eğitim değil, kalpten kalbe hâl ve gönül terbiyesi aldılar. Bu ihlâs ve takvâ onları öyle rakik ve hassas bir kıvâma getirdi ki, her âyeti tatbik etmek heyecan ve iştiyâkı içinde olurlardı.

Meselâ; infâk âyetleri inmeye başladığı zaman, dağa çıkıp odun kestiler, çarşıda satıp bedelini Allah Rasûlü’nün önüne koydular.

Hâlbuki kendileri yarı çıplak vaziyetteydiler. Lâkin; “Ben muâfım.” demediler. Her âyetin muhtevâsı, şümûlü ve istikametine girmenin heyecanı ve telâşesi içinde yaşadılar.

Onlara bu şuuru kazandıran Fahr-i Kâinât Efendimiz’di.

Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Bu vazifeyi gerçekleştirecek kişileri -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilim ve hâl ile donattı. Sonra onları krallara gönderdi. Onlar öyle şuurlanmış ve öyle donanmışlardı ki, emr-i bi’l-mârûfa gitmeyi canlarına nimet bildiler.

Sakarya Nehri; deryâya kavuştuğunda, artık tamamen Karadeniz’de fânî olur. Nehir, deryânın içinde ayrı bir benlik taşımaz. Sakarya’nın husûsiyetleri bitmiş, Karadeniz olmuştur.

Bu misâlin anlattığı hakikat üzere;

Ashâb-ı kiram da Allah Rasûlü’nde fânî oldular. Onlar için hayatın en büyük lezzeti Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hâlini yaşamak ve yaşatmak idi.

Dâimâ;

“Yâ Rasûlâllah, emret! Canım, malım, her şeyim Sen’in için fedâ olsun!” dediler.

Efendimiz bu şuuru nasıl kazandırdı?

İŞTE TEBÜK’TEN HÂTIRALAR:

Tebük Seferi hazırlıkları, en sıcak mevsimde ve hurmaların toplanma zamanında başlamıştı. Bertarâf edilecek düşman, devrin en güçlü devletlerinden Bizans idi. Yol ise üç aylık mesafe idi. Münafıkların yaptığı tezvîrat bir başka sıkıntı idi.

Bütün bu zorluklar sebebiyle, Tebük Seferi; «Gazvetü’l-Usra: Zorluk Harbi» olarak adlandırılmıştı.

Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Osman gibi sahâbîler; servetlerini Tebük Seferi hazırlıkları için sarf ettiler. Sefere katılacak imkânları olmayan sahâbîler, geride kalmamak için ağlaya ağlaya Allah Rasûlü’ne müracaat ettiler.

Münafıklar ise; çeşitli bahanelerle sefere katılmayarak, çirkin yüzlerini gösterdiler. Bazı samimî sahâbîler de Tebük imtihanında zorlandılar.

Ebû Hayseme -radıyallâhu anh- da başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medine’de kalmış, orduya iştirâk etmemişti. İslâm ordusu yola çıkmıştı. O günlerden birinde, bahçesindeki çardakta ailesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu yemeye çağırmışlardı.

Ebû Hayseme; bir hazırlanan ikramlara baktı, bir de Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının kızgın çöllerdeki hâlini düşündü. Yüreği sızladı ve kendi kendisine;

“Onlar bu sıcakta Allah yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!.” dedi.

Hatasını derhâl idrâk ederek, kendisi için hazırlanan sofraya, hiç el sürmeden hemen yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı. Onun geldiğini gören Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bu davranıştan memnun oldu ve;

“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)

Tebük’ten dönülmüş, sefere katılmayanlara gösterilecek muâmeleye sıra gelmişti. Tebük Seferi’ne katılmayanlar üç gruptu:

Birinci grup, hakikî mâzereti olan mü’minlerdi.

İkinci grup münafıklardı. Yalan mazeretler ileri sürdüler. Cenâb-ı Hak, onlar hakkında çok ağır ifadeler kullandı:

“…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler!..” (et-Tevbe, 95)

Üçüncü grup ise nefsine uymuş ihmalkâr mü’minlerdi. Bunlar daha Peygamber Efendimiz Tebük’ten dönmeden çok pişman oldular. Kendilerini mescidin direklerine bağlayarak af dilediler. Haklarında âyet-i kerîme nâzil oldu ve affedildiler.

Üç sahâbî daha vardı ki, sâlih mü’minler olmalarına rağmen, bugün-yarın derken kafileyi kaçırdılar ve Tebük Seferi’ne katılmadılar. Münafıklar gibi yalan da söylemediler. “Gafletimizden dolayı katılamadık.” dediler. Peygamberimiz bu sahâbîleri affetmedi.

“Âyet gelinceye kadar bekleyin!” buyurdu.

TEBLİĞDEN UZAK KALMA CEZASI

Bu üç sahâbîye tard cezası verildi, yani kendileriyle bütün insânî münasebet kesildi. Kimse onlara selâm vermedi.

Bu muâmele karşısında, onlara âdetâ yeryüzü yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu yüzden onlar da gece-gündüz ağladılar. Eriyen bir muma döndüler. Hata yapmışlardı ama; ihlâs, doğruluk, sadâkat, samimiyet, teslîmiyet, nedâmet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı.

Izdırap içinde elli gün geçti.

Nihayet doğru konuşmuş olmaları ve samimî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak, nâzil olan bir âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular. Müjdeli âyeti okurken Peygamberimiz’in mübârek yüzü sevinçle ayın on dördü gibi parlıyordu.

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Kâ‘b bin Mâlik’e bu müjdeli haberi şöyle bildirmiştir:

“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mesut bir günle müjdelerim!..”

Kâ‘b bin Mâlik -radıyallâhu anh- da Allâh’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Ben de Allah ve Rasûlü’nün rızâsı için malımın hepsini tasadduk etmek istiyorum!” dedi. Ancak Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyurdular.

Bu kıssa, Allah yolunda hizmetteki mes’ûliyetimizi çok güzel îzâh etmektedir:

Mazeretsiz bir şekilde emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin ve Allah yolundaki tevhid mücadelesinin dışında kalanlara ne büyük bir îkazdır!

Şöyle ki;

Hilâl, Kâ‘b ve Mürâre… -radiyallâhu anhüm-

Bu üç sahâbîden ikisi Tebük’ten evvelki bütün gazvelere katılmıştı. Diğeri de Bedir hâriç bütün gazvelere katılmıştı. Buna rağmen ihmal sebebiyle bir sefere katılmamaları, böyle ağır bir muâmele ile karşılandı.

Hizmetten uzak kalırsak ya bizim hâlimiz nice olur?

Her birimiz; bir Tebük Seferi’nde olduğumuzu unutmamalıyız. Allah yolunda yaptıklarımızı bir hiç görerek, son nefese kadar dâimâ hizmete devam etmeliyiz.

SESSİZ FERYATLAR

Bilhassa memleketlerin sahrâ hastahânesine döndüğü, insanların sessiz feryatlar içinde, selde sürüklenen kütükler hâlinde küfür ve dalâlete yuvarlandığı devirlerde, tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf hizmetini îfâ etmek, son derece ehemmiyetlidir.

Sahâbe-i kiram, işte bu imtihanlardan geçerek, tebliğin ehemmiyetini derinden idrâk ettiler.

Bu şuurla Medine’nin tatlı hurmalıklarını bırakarak dünyanın muhtelif coğrafyalarına dağıldılar. Hak din İslâm’ı bütün insanlığa duyurabilmek için; o zamanın zor şartları altında, hiçbir bezginlik ve yılgınlık göstermeden, uzun ve çileli seferlere çıktılar.

Bu fedâkârlıkların bir misâli de İstanbul’da medfun;

EBÛ EYYÛB EL-ENSÂRÎ HAZRETLERİ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah yolunda infâk edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın; Allah güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)

Emevîler devrinde, Allah Rasûlü’nün fetih müjdesine nâil olmak isteyen İslâm ordusu, İstanbul önlerine gelmişti. Ordunun içinde Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, ensardan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören bir İslâm askeri;

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor! (Yanlış yapıyor!)” dedi.

Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, bu âyet-i kerîmenin yanlış anlaşıldığını hissederek şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz ensar hakkında nâzil oldu. Allah, Peygamber’ine yardım edip dînini galip kıldığında biz;

«(Allah dînini muzaffer kıldı. Birçok kimseler İslâm’a girdi. Biz artık hurma bahçelerimize dönelim) mallarımızın başında durup onların ıslahı ve nemâlanmasıyla meşgul olalım. (Bu hizmetleri de bizden sonrakiler devralsın!)» demiştik. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Ayet-i kerîmede buyurulan; «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat; bağ ve bahçe gibi dünyalıklarla uğraşmaya dalıp, Hak yolundaki gayretleri terk ve ihmal etmemizdir.”

İşte bu ilâhî îkāza gönülden riâyet eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri; Hakk’a kulluğun, Hazret-i Peygamber’e ümmet olmanın, îman nimetiyle şereflenmenin şükür borcunu ödeyebilme endişesi içerisinde, son nefesine kadar hiçbir gayretten geri durmamıştır. Seksen küsur yaşlarında iken katıldığı bu sefer esnasında vefât ederek, şehidlik mertebesine nâil olmuştur. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)

Onlar Allâh’a kulluk ve dînine hizmetin, son nefese kadar devam ettirilmesi gerektiğini şu âyet-i kerîmeden de tahsil etmişlerdi:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَق۪ينُ

“Ve sana yakîn (olan ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)

Farz namazların muayyen bir sayısı ve vakti vardır. Orucun bir zamanı vardır. Yine haccı bir kere edâ etmek farzı îfâ ettirir. Fazlası fazîlettir.

Lâkin emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker ve kalpleri hidâyete getirme vazifesinin îfâsı için muayyen ve mahdut bir zaman yoktur. Ne kadar îfâ edilse de; «Artık kâfî!» denilemez. O vazife, son nefese kadar ömür boyu devam ettirilmelidir.

«AHSİNÛ!..» اَحْسِنُوا

İnfâkı emreden ve dünyaya kapılma tehlikesine dikkat çeken âyet-i kerîmenin sonunda Rabbimiz; «اَحْسِنُوا» buyurmaktadır. Yani;

  • Bir müslümanın her yaptığı iş en güzel vasıfta olacak.
  • Bir müslüman «muhsin» olacak, dâimâ ihsân edecek, ikrâm edecek ve hasenatta bulunacak.
  • Bir müslüman; «ihsan şuuru» hâlinde yaşayacak. İlâhî kameraların altında olduğunun idrâki içinde bir ömür sürecek. Zira âyet-i kerîmede buyurulur:

“Nerede olursanız olun O, (Allah) sizinle beraberdir!” (el-Hadîd, 4)

İşte bir müslümana çizilen yol haritası!..

Bu vasıflara sahip, görenlerin takdir edeceği ve hayran olacağı şahsiyette bir müslüman; zaten «hâl ile» İslâm’ı tebliğ edecektir.

Tebliğ yolunda bu fedâkârâne gayretlerin sayısız misalleri vardır:

Hazret-i Osman ve Abbas -radiyallâhu anhümâ-’nın oğulları Semerkant’a gitti. Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- tâ Çin’e gitti. Ukbe bin Nâfi, Kayravan’a gitti.

Vedâ Haccı’na iştirâk eden 120.000 sahâbînin, ancak beşte biri, kendi memleketlerinde medfundur. Gerisi hep yeni diyarlara İslâm’ın mütebessim çehresini temâşâ ettirmek, yeni müslümanlara emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerde bulunmak üzere daha önce bilmedikleri beldelere gittiler, oralarda kaldılar.

Sahâbî olmak, peygamberlikten sonra en büyük nimet… Onlar bu nimetin bedelini ödemek için canla başla gayret etti.

Onlar câhiliyye karanlıklarından; Cenâb-ı Hakk’ın ikrâmı olan Kur’ân sayesinde, çöle inen ve bütün cihana rahmet olan Peygamberimiz sayesinde kurtulmuşlardı. Onlar da cihana yayılarak, başka beldelerdeki câhiliyye karanlığını izâle etmeye kendilerini vakfettiler.

Çünkü Efendimiz’in telkini şu idi:

Her müslüman devrin akışından kendini mes’ul görmelidir. Bütün insanların hidâyetinden kendisini mes’ul addetmelidir. Efendimiz de ashâb-ı kiram da bu şuurun bizzat misâlidir.

Bugün de bir câhiliyye devri yaşanmakta… Küçük kıyâmet alâmetlerinden ifade edilen ifsad hâlinin tamamen zuhûr ettiği bir devredeyiz. Böyle bir vaziyette Allâh’ın dînine hizmete, kat kat fazladan mükâfat var:

MAHRUMİYET İLÂVESİ

Cenâb-ı Hakk’a dost olmak isteyen bir mü’min; Allâh’ın dîninin zulüm ve baskı altında olduğu, müslümanların mazlum, mağdur ve zayıf düştüğü zor zamanlarda Allah için fedâkârca gayret edebilmeyi, büyük bir nimet ve saâdet bilmelidir.

Zira böyle zaman ve mekânlarda yapılan hizmet ve gayretleri, Cenâb-ı Hak husûsî ecirlerle mükâfatlandırır.

Nitekim Allah Teâlâ, maddî veya mânevî ihtiyaçların had safhada olduğu zor zamanlarda cömertlik ve fedâkârlıkta bulunan kullarını diğerlerinden üstün tutmuş ve onlara; «Fetih’ten önce infâk edenler» diye büyük bir fazîlet pâyesi ihsân etmiştir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Size ne oluyor ki Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır.

İçinizden, fetihten önce infâk eden ve savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz.

İşte onlar, derece olarak sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür.

Bununla beraber Allah, her birine en güzel olanı va‘d etmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Hadîd, 10)

Bunu müşahhas bir misal ile anlatalım:

Yokuş yukarı giden bir araba, rampada ârızalansa; ona omuz vermek, o arabanın sahibine yapılabilecek en büyük iyiliktir. Yokuş aşağı veya düz vaziyetteki bir arabaya verilecek omuz ise basit bir yardımdır. O vasıta, kendiliğinden bile yürür.

Bunun gibi; câhiliyyenin tekrar yayıldığı, dînî hizmetlerin revaçta olmadığı zor zamanlarda İslâm’ı yaşayarak ve yaşatarak, Allâh’ın dînine yardım etmek, çok büyük bir ecir vesilesidir.

Memuriyeti, zor ve tehlikeli yerlere çıkanların ücretlerine, nasıl «mahrumiyet zammı» ilâve ediliyorsa; Cenâb-ı Hak, zor zamanlarda dînine hizmet edenlere de çok büyük ecir ve mükâfat verecektir.

Rabbimiz; nefsimizi, neslimizi, ümmeti ve insanlığı, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker şuuruyla irşâd edebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Bizlere Peygamber Efendimiz ve ashâb-ı kiramdaki tebliğ heyecanından hisseler bahşeylesin. Gayretlerimize bereket ve feyiz lutfeylesin.

Âmîn!..