O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -14- (Edebi)

Ebedî Fecre

Yıl: 2016 Ay: Eylül Sayı: 139

RABBİMİZ’İN VERDİĞİ TERBİYE

Cenâb-ı Hak, ruhları yarattığında suâl etti:

“اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ : Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Ruhlarımız; “بَلىٰ : Elbette öylesin yâ Rabbî!” diye mukabelede bulundular. (el-A‘râf, 172)

İnsan, Âlemlerin Rabbi’nin terbiyesine muhtaç… O’nun vereceği edep ve âdâba muhtaç.

Zira insan «اَحْسَنُ عَمَلًا : En güzel davranış» sergileme imtihanındadır. Sözleriyle, fiilleriyle, sâlih amelleriyle, muâmelâtıyla ve güzel ahlâkıyla; yani her ahvâliyle en güzeli aramak ve yaşamanın adı ise edeptir.

Edep; sadece ibâdette sergilenen, sadece mâbedde tezyin olunan bir süs değildir. Her an edep gerekir. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ  وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ

“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (el-Hadîd, 4)

Edebin ne kadar şümullü bir hakikat olduğunu Hazret-i Mevlânâ şöyle beyan eder:

“«–Îman nedir?» diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip; «–Îmân edepten ibarettir…» diye fısıldadı. O hâlde edebi olmayan kimse, Allâh’ın lutfundan mahrum kalır.”

Edebin; ömrün tamamına, hayatın her safhasına şâmil olması gerektiğine şu âyet-i kerîmelerde işaret vardır:

“Onlar namazlarını muhafaza ederler.” (el-Meâric, 34)

“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)

Hazret-i Mevlânâ, bu âyetlere işârî bir mânâ vererek şöyle der:

“Kul, namazdaki hâlini namazdan sonra da muhafaza eder. Böylece bütün bir ömrünü, edep, huşû; dilini ve gönlünü muhafaza içerisinde geçirir. Bu, gerçek âşıkların, Hak dostlarının hâlidir…”

İnsanımızın fert ve toplum olarak asırlarca en güzel şekilde gönül terbiyesinden geçtiği dergâhlarımızda; «edep hakikati» dâimâ hatırda tutulur, sükûtun lisânıyla da bu ihtârın devam etmesi için, duvarları tezyin eden levhalarla da edep hassâsiyeti tebârüz ettirilirdi. O levhaların en mârûfu:

«EDEP YÂ HÛ!.. ادب يا هو»

Üç kelimelik bu veciz ifade, derin ve geniş mânâları ihâta eder. Kur’ân lisânı olan Arapçada, «O» demek olan «هو» zamiri, İhlâs Sûresi’nde olduğu gibi, doğrudan Cenâb-ı Hakk’a işaret eder. Bu bakımdan; «Edep yâ Hû!» bir niyâz olarak;

«(Bizlere) edep (lutfeyle) ey Allâh’ım!» mânâsını hatırlatır. Yâhû ifadesi, irfan ile yoğrulmuş Türkçemizde, heybetli bir îkaz nidâsı mânâsını da taşır. Bu zâviyeden; «Edep yâ Hû!»;

“Ey kişi! Rabbine karşı her zaman, her yerde dâimâ edep!» mânâsını ifade etmiş olur.

Edep, ahlâkın zirvesidir. Tasavvufun gayesidir. İnsanlığın fârik vasfıdır. İnsana mahsus bir keyfiyettir.

Edep; insanın cismânî ve nefsânî ihtiyaçlarını ilâhî bir terbiyeyle tanzim ederek, rûhânîleştirir.

Meselâ;

Zinâ, en rezil bir denâet olup Allah’tan uzaklaştırır.

Buna mukabil;

İnsanlık edebi olan nikâh, mukaddes aile yuvasının temel taşıdır. Allâh’ın emri ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine ittibâ niyetiyle huzurla sürdürülen bir aile hayatı, kulu Allâh’a yaklaştırır.

Yemek yemek, türâbî bedenimizin bir ihtiyacıdır. Fakat besmeleyle başlayıp hamdeleyle bitirilen; başta ve sonda ellerin yıkandığı; sağ elle, tefekkürle, helâlinden, ölçülü, israfsız, ibâdete kuvvet tefekkürüyle ve başkalarına da cömertçe ikram ederek yenen bir yemek, yiyenlere rûhâniyet celbeder.

Gafilâne yenilen bir yemek ise kalbe katılık verir, ibâdette yorgunluk ve huşûsuzluk oluşturur. Muzdariplerin ve açların hâlini düşündürmez. Rûha kasvet verir, gönlü daraltır.

Edep, Allah katında o kadar mühimdir ki; Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva yasak ağaca yaklaştıkları zaman, onlara bu günahlarının karşılığı, edep yerleri açılarak gösterildi. Onlar da bu hâlden dehşete kapıldılar. Hayâ duygusuyla cennet yapraklarıyla edep yerlerini örtmeye çalıştılar.

Âdetâ Cenâb-ı Hak; ilâhî emri çiğneyerek, ağaca yaklaşma edepsizliklerini onlara bir başka hâl ile göstermekteydi. Âdetâ;

“Siz takvâ elbisesini çıkarıp, isyana kalkışmakla, böyle rüsvaylığa düştünüz!” ihtârında bulunmaktaydı.

Dikkat edilirse, cennette Hazret-i Âdem ve Havva’dan başka kimse yoktu. Onlar Allah Teâlâ’dan utandılar.

«Rabbenâ! Ey Rabbimiz, ey terbiyecimiz!..» diyerek O’na ilticâ ettiler. Boyun büktüler, gözyaşı döktüler.

Şeytan ise; emre riâyetsizlik şeklindeki edepsizliğine, huzurda suçunu müdafaa etme edepsizliğini ekledi ve ebedî hüsrana dûçâr oldu.

Âdem babamız ve Havva Vâlidemiz’de var olan bu fıtrî hayâ ve tesettür duygusu; maalesef, günümüz insanından sökülüp atılmaya uğraşılmaktadır.

EDEPSİZLİK MODASI

Edepsizlik, moda ve reklâmlarla zavallı nesillere empoze ediliyor. «Herkes böyle giyiyor, herkes bunu yapıyor…» denilerek ar damarı parçalanıyor. İnsanlar âdetâ robot hâline getiriliyor. Uzaktan kumandalı oyuncaklara döndürülüyor.

Maalesef, gafil anne-babalar; «Hevesini alsın, daha çocuktur, bir şey olmaz, içinde kalmasın, ileride zaten yapmaz!» diye gayr-i İslâmî kıyafetler, davranışlar ve yaşayışlarla çocukları yanlışların tiryakisi hâline getiriyor. Sonra da vazgeçiremiyor. Tıpkı bazı ahmak nâdanların, çocuğun ağzına sigara verip de; «Zevkini alsın, kötülüğünü bilsin, görsün de sonra hiç içmesin!» şeklinde câhilâne bir tavra ciğerparesini kurban etmesi gibi.

Hâlbuki;

Edepsizlik kalbî bir zâfiyettir. Çünkü; “Hayâ îmandandır.” İffetsizlik îman zâfiyetidir. Kıyâmet alâmetlerinden biri de iffet ve edebin kaybolmasıdır. Yani, kıyâmete yakın çoğalacak olan; fitneler, ihtiraslar, cinayetler ve kargaşaların bir sebebi de iffetsizlik olacaktır. Bu belâlardan muhafaza olmak için, edebe sığınmak lâzımdır. Nasıl Hazret-i Âdem ve Havva nedâmet ve tevbenin ilk işareti olarak edebe büründüler ve hayâ içinde örtünmeye çalıştılar ise, âhirzamanda kahr-ı ilâhîden muhafaza olmak isteyen mü’mine de yakışan budur. Şair ne güzel söyler:

Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,

Giy o tâcı emîn ol her belâdan.

RABBİNİN HUZÛRUNDASIN!

Edebin en yücesi; ham insanı ihsan duygusu ile kâmil insan hâline yükselterek, Allâh’a karşı edep sahibi kılmaktır. İhsan, hadîs-i şerifte; «Allâh’ı görüyor gibi kulluk etmek» olarak tarif edilmiştir. Bir başka ifade ile «İhsan»;

«İlâhî kameralar altında olduğumuzun kalpte hiç kaybolmayan bir şuur ve idrak hâline gelmesi»dir.

Şu hâdise, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in edep husûsunda ne kadar hassas olduğunu göstermektedir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün zekât olarak toplanan koyunların yanına gitmişti. Koyunların yanında, onlara bakmak üzere ücret mukabili tutulmuş olan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çobanın orada yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen yanına çağırdı ve;

“‒Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var?!.” diye sordu.

(Peygamber Efendimiz’in bu suâli üzerine) işten uzaklaştırılacağını anlayan çoban, büyük bir endişe içerisinde;

“‒Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, (îmandan bir şûbe olan hayâ hakkındaki hassâsiyetini şu sözleriyle ifade etti):

“‒Hayır, ondan değil! Lâkin ben; aramızda çalışan insanların yalnız kaldıklarında bile, Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum! (Allah’tan utanmayan, mahlûkattan da utanmaz.)” (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Dâvûd-i Tâî Hazretleri, Peygamberimiz’in arzu ettiği o edebin kemâline misal olarak şöyle anlatmıştır:

“Yirmi yıl Ebû Hanîfe Hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında dikkat ettim; ne yalnızken, ne de yanında birileri varken başı açık olarak oturduğunu ve istirahat maksadıyla da olsa ayaklarını uzattığını hiç görmedim. Kendisine;

«–Yalnızken ayağını uzatmanda ne mahzur var?» dedim. Bana;

«–Cenâb-ı Hak karşısında edepli olmak daha efdaldir.» dedi.”

Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin de edep hassâsiyeti böyle yüksek bir vasıfta idi.

ALLAH RASULÜ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’E EDEP

İkinci edep, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gösterilmesi gereken edeptir.

Her adımda sünnetine ittibâ etmektir.

Mübârek ismini andığımızda ve duyduğumuzda salât ü selâm getirmektir.

Huzûrunda sesi ve tâlimatları karşısında itirazı yükseltmemektir. Hürmetle sesimizi kısık tutmaktır.

Ashâb-ı kiram, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e edepte son derecede îtinâ gösterirlerdi. Lâkin Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e hitaplarında edep husûsunda çok yüksek bir ihtimamı emretti. Kendi aralarında konuştukları gibi konuşmamalarını onlara şöyle ihtâr etti:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’le yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)

Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer r.a bu âyetlerin nâzil olmasından sonra Efendimiz’in huzûrunda neredeyse fısıltıyla konuşmaya başladılar.

Hattâ Sâbit bin Kays -radiyallahu-anh- adlı gür sesli bir sahâbî, bu âyetin şümûlüne girdiği korkusuyla evine kapanıp ağlamaya başladı.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlardan biri;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu.

“–Neyin var, (niye ağlıyorsun)?” diye sordu. O da;

“–(Sorma), şer var! Sesim, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum.” cevabını verdi.

Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e haber verdi. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” (Buhârî, Menâkıb 25, Tefsîr 49/1; Müslim, Îmân 187)

Hucurât Sûresi’ndeki müteâkip âyetler, Efendimiz’e gösterilmesi gereken edebin bir takvâ imtihanı olduğunu bildirmektedir:

“Seslerini Peygamber’in yanında kısan kimseler, Allâh’ın gönüllerini takvâ ile imtihan ettiği (ve bu imtihandan muvaffakıyetle çıkan) kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.

(Rasûlüm!) Sana odaların ötesinden seslenenlerin çoğu akletmeyen kimselerdir.” (el-Hucurât, 3-4)

Demek ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı kaba davranan, uzaktan bağıran, O’na saygısızlık yapan kimseler de; Cenâb-ı Hak nazarında; akılsız, nâdan ve sefîh kimselerdir.

Efendimiz’e hürmet ve edep emri, kıyâmete kadar geçerlidir.

Nitekim;

Medine’de yaşayan, ilim ve irşâdını Mescid-i Nebevî’de sürdüren İmâm-ı Mâlik Hazretleri, bu hürmetin en güzel misallerindendir.

MÜSTESNÂ EDEP

İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşadı. Medîne-i Münevvere hudutları içinde hayvan üzerine binmedi; sebebini suâl edenlere;

“Ben Allah Rasûlü’nün ayağıyla bastığı bir yere, bineğimin ayağını bastırmaktan hayâ ederim!” dedi. Medine dâhilinde def‘-i hâcete dahî çıkmadı. Medine hudutlarının dışına çıktı.

Bir gün İmam Mâlik Hazretleri mihraptayken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr mescide geldi. Bazı sualler sordu. Aralarında ilmî bir müzakere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansûr, konuşmanın seyrine kapılıp sesini yükseltince İmam Mâlik Hazretleri;

“–Ey Halîfe! Burada sesini alçalt! Zira Allâh’ın ihtârı senden daha fazîletli insanlar üzerine indi…” diye îkāz etti ve Hucurât Sûresi’ndeki zikrettiğimiz âyet-i kerîmeyi okudu.

Şahit olduğu bu yüksek edep karşısında Halîfe;

“–Ey İmam! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu.

İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:

“−Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?!. O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a vesilesidir. Bilâkis sen; Peygamber Efendimiz’e yönel ve O’nun şefaatini iste ki, Allah Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..”

Peygamber Efendimiz’e ve hâtıralarına gösterilen hürmet, asırlar boyunca devam etti. Bilhassa Osmanlı bu edebin müstesnâ bir timsâlidir.

Meselâ;

Sultan 1. Ahmed Han da, kendi camisini altı minareli yaptırınca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hürmeten, Mescid-i Nebevî’ye bir minare daha ilâve ettirmiştir. (İlber ORTAYLI, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s. 150)

Peygamber âşığı bu sultan;

“−Rasûlullâh’ın mescidindeki kandillerde zeytinyağının yanması muvâfık değildir. (Temsilen güllerin şâhı olan Efendimiz’in Ravza’sına gül yağı yakışır!)” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kabr-i şerîfi üstündeki ilk kubbe Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından inşâ edilmiştir. İkinci kubbe (Yeşil Kubbe) ise, II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Bu şerefli inşâ için İstanbul’dan Medine’ye giden mühendis ve mimarlar, önce, Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmeden bu işi nasıl yapacakları üzerinde îmâl-i fikirde bulundular. Neticede dünya kelâmı konuşmamaya karar vererek, aralarında bir edep dili oluşturdular:

EDEP LİSÂNI

“Sen; «Tuğlayı uzat!» yerine; «اَللّٰه / Allah!» de. «Çekici uzat!» yerine; «لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ / Lâ ilâhe illâllah!» de. Ben de; «Su ibriğini uzat!» yerine; «بِسْمِ اللّٰهِ / Bismillâh!» diyeyim.”

Böylece Yeşil Kubbe’yi, bir rûhâniyet ve feyiz içerisinde, âdetâ bir duâ ve zikir halkasında oturuyor gibi inşâ ettiler.

Mukaddes mekânlarda lisânın edebini muhafaza husûsunda bir misal de şudur:

IV. Murad devrinde bir sel baskını olur ve Kâbe’nin iki tarafında tamir ihtiyacı meydana gelir. Bunun üzerine Mimarbaşı Rıdvan Ağa derhâl Mekke-i Mükerreme’ye gönderilir. Gerekli tespitleri yapan Mimarbaşı, mektubunda Kâbe-i Muazzama hakkında «yıkılma ve çökme» gibi tâbirleri kullanmaktan hayâ eder ve şöyle bir ifade kullanır:

“Kâbetullâh’ın falanca falanca kısımları semt-i sücûda varmıştır.”

Ulvî bir edeple temâyüz eden ecdâdımız; Mescid-i Nebevî tamirlerinde her taşı, tertemiz abdestli olarak ve besmele ile yerine koydular. Rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı tedirgin kılmaktan teeddüb ederek çekiçlerine keçe bağladılar.

Geçtiğimiz yıllarda bir tespit yapıldı:

Osmanlı zamanında inşâ edilen Kubbe-i Hadrâ (Yeşil Kubbe) yanındaki minarenin düz değil meyilli olduğu fark edildi. Önce bunun bir hata ve kusur olduğu zannedilirken, tetkik edildikten sonra anlaşıldı ki, bu meyil; -Allah muhafaza- çok şiddetli bir deprem meydana gelirse, minarenin kubbe ve Ravza üzerine düşmemesi için alınmış bir tedbir idi.

Ne zarif bir düşünce!

Dünya müslümanlarının Harameyn’e kolayca gidip gelmelerini temin için Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettiren II. Abdülhamid Han da; bu demiryolunun sünnet-i seniyyeye uygun olması için, Hazret-i Peygamber’in seferlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medine’ye ulaştırmıştır.

Medine İstasyonu ise, Ravza’nın çok yakınına inşâ edilmemiş, mekân itibarıyla meydana gelebilecek gürültü ve dikkatsizlik ile Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rûhâniyeti rahatsız olmasın diye 2 kilometre kadar uzağına inşâ edilmiştir.

Mimarîde dahî bu yüksek edebe riâyet eden ecdâdımız, elbette huzûr-i Rasûlullâh’a girerken bambaşka bir edep ve ihtiram gösterdiler. Bu hissiyâtın tercümânı olan Şair Nâbî ne güzel söyler:

MAKĀM-I MUSTAFÂ’DIR BU!..

Sakın terk-i edepten kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;

Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu!..

“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili Peygamber’i Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makāmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”

Murâât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..

“Ey Nâbî! Bu dergâha edep kaidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.”

Edep; üstâda, ana-babaya, mü’minlere ve böyle silsile hâlinde bütün mahlûkāta uzanır.

Bir mühim edep mevzuu da;

ŞEÂİRE EDEP

Âyet-i kerîmede buyurulur:

ذٰلِكَۗ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَٓائِرَ اللّٰهِ فَاِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ

“…Her kim Allâh’ın şeâirine (Kâbe, Safâ ve Merve; kıble ve mescid gibi mukaddes yerlere, kurban, mushaf ve ezan gibi şiarlara) tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hacc, 32)

Kâbe’ye, kıbleye ve Kur’ân-ı Kerim gibi ihtiram edilmesi gereken varlıklara da edep ve hürmet gösterilmesi îcâb eder.

Nitekim Osmanlı’nın zafer ve muvaffakiyetlerle dolu 620 sene gibi uzun bir müddet hükümranlık sürmesine şu iki edep ve hürmet dolu hâdise mânevî sebep olarak gösterilmiştir:

Birincisi, bu devletin kurucusu Osman Gazi’nin Kur’ân-ı Kerim bulunan odada ayak uzatıp yatmaması, ikincisi ise Yavuz Sultan Selim Han’ın mukaddes emânetleri İstanbul’a taşıması, Topkapı Sarayı’nda kırk hâfız tayin ederek hiç inkıtâ olmaksızın Kur’ân tilâvet ettirmesidir.

KUR’ÂN’A HÜRMET ve TÂZİM…

Ecdâdımızda Kur’ân’a bambaşka bir tâzim gösterilmiştir. Mushaf asla göğüs seviyesinin altında taşınmamış, konulduğu yerde de kalp seviyesinden aşağıya bırakılmamış, üzerine bir başka kitap da konmamıştır. Mushafa ayak uzatılmaması ve tuvalet gibi mülevves yerlere kesinlikle cepte olan Kur’ân âyetleriyle girilmemesi hususlarında büyük bir ihtimam sergilenmiştir.

O kadar ki, ecdâdımız, Allah kelâmına duydukları derin hürmet ve tâzimden dolayı; hâfız olan yavrularını, çocukların birbirlerinin sırtından atlayarak oynadıkları «birdirbir» gibi oyunlardan men etmişler, böylece onların Kur’ân’ın izzet ve haysiyetini gönülden hissederek yetişmelerini sağlamışlardır.

Kur’ân’a tâzîmin en mühim bir unsuru da, abdestsiz olarak mushafa dokunmanın ve cünüplük hâlinde hem dokunmanın hem de Kur’ân okumanın yasak olmasıdır. Hadîs-i şeriflerde bu husus gayet vazıhtır:

“Kur’ân’a temiz olan dışında hiç kimse dokunmasın!” (Hâkim, I, 553/1447)

 “Ne hayızlı kadın ne de cünüp kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmîzî, Tahâret, 98/131)

Dört mezhep bu hususta ittifak hâlindedir. Hattâ İmam Mâlik şöyle der:

“Tâhir/abdestli olmayan kimse, Mushaf’ı kılıfıyla veya yastık üzerinde dahî olsa taşıyamaz, mekruhtur… Bu, Kur’ân’a ikram ve tâzim sebebiyledir.” (Muvatta, Kur’ân, 1)

Şu âyet-i kerîme ise Kur’ân’a semâda gösterilen ve arzda gösterilmesi emredilen hürmet ve tâzîmi hulâsa eder:

“Ona (Kur’ân’a) tam bir sûrette temizlenmiş (yani tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa, 79)

“Levh-i Mahfuz’daki Kur’ân’a sadece tertemiz olanların dokunabildiğinin vurgulanması; Kur’ân’ın tâzim ve tebcil edilmesi gereken yüce bir «Kitap» olduğu vâkıasını teyit eder ve hiç kimse, saygı gösterilmek bakımından elimizdeki mushaf ile Levh-i Mahfuz’daki Kur’ân arasında fark bulunduğunu söyleyemez.” (Ebûbekir SİFİL)

YANLIŞTA ISRAR EDİLMEMELİ

Bu hakikatlere rağmen maalesef bazı Kur’ân eğitimi yapılan yerlerde, mazeret hâlinde bulunan kız talebe ve hoca hanımlara zorla Kur’ân okutturulduğu işitilmektedir. Buna da Mâlikî Mezhebi’nden rivâyet edilen şâz (umumî ve meşhur fetvâya muhâlif, istisnâî) bir fetvâ âlet edilmektedir.

Hâlbuki, Mağrib ulemâsının ileri gelenlerinden, Mâlikî hadis âlimi Hasen bin Sıddîk el-Gımârî’ye; «hayızlı kadının Kur’ân okuyabileceğine dair» Mâlikî Mezhebi’nden nakledilen bu fetvâyı sorduğumuzda, bu âlim; mezkûr görüşün aslının olmadığını, Mâlikî Mezhebi’nde bu fetvâ ile amel edilmediğini söyledi ve kadının muayyen hâllerinde Kur’ân okumasının haram olduğunu ifade etti.

Bu şâz fetvâyı müdafaa etmek için hâfızlık eğitiminin inkıtâa uğratılmaması ihtiyacı ileri sürülmektedir. Daha çok hâfız yetişmesi ve hâfızlığın daha çabuk bitmesi gibi kemmiyete dair bahaneler ortaya atılmakta ve keyfiyet çiğnenmektedir.

Hâlbuki hâfızlık bir fazîlettir, mazeret hâlindeki bir hanımın Kur’ân’a dokunması ve okuması ise haramdır. Bir fazîleti elde etmek için, bir haramı çiğnemek katiyyen kabul edilemez. Şer‘î bir gayeye, gayr-i meşrû bir usul, vâsıta kılınamaz.

Bir düşünelim;

Talebeler; vakit kaybetmesinler daha çabuk hâfız olsunlar diye farz namazları kılmasınlar denilebilir mi? Hâfızlığa çalışıyorlar, güçten düşmesinler diye Ramazan orucunu tutmasınlar, denilebilir mi? Bunlar nasıl kabul edilemeyecek şeyler ise, hızlı hâfızlık bahanesiyle bir haram da çiğnettirilemez.

Asr-ı saâdetten bugüne kadar bu haramı çiğnemeden, yani edebe riâyet ederek binlerce hâfız hanım yetişmiştir. Bu da hıfz için hiçbir zaruretin bulunmadığının ispatıdır.

Zira, hâfızlık için gayret eden evlâtlarımıza da yardım edecek Allah’tır. O -celle celâlühû-; kelâmına tâzim ve edep gösterene, hıfzı daha da kolaylaştırır. Arzu edilen sadece lâfzının hâmili olmak değil; Kur’ân’ın kalbin derinliklerine nüfuz etmesidir ki, bu da edepsiz bir şekilde hâsıl olmaz.

Zaten;

Hayız hâli; ibâdet, îtikad, siyer ve ahlâk gibi dînî malûmatların tahsiline mâni değildir. Talebelerin muayyen aralıklarla izne ihtiyaç duydukları da vâkıadır. Dolayısıyla Kur’ân eğitiminin verildiği yerlerde, ilâhî tâlimatlara ve tâzime riâyetkâr bir ders ve izin tanzimi için hiçbir mâni yoktur.

Mazeret hâlindeki bir hanım, namaz kılamaz ve Kâbe’yi tavaf edemez. Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in Peygamber Efendimiz ile beraber bulunduğu Vedâ Haccı’nda, Mekke’ye vardığında âdet görmesi sebebiyle Kâbe’yi tavaf edemediği, ancak temizlendikten sonra tavaf ederek haccını tamamladığı ve kaçırdığı için üzüldüğü umreyi de Efendimiz’in müsaadesiyle sonradan edâ ettiği mâlûmdur. Kâbe; hürmet edilmesi, yani abdestsiz ve cünüp olarak yaklaşılmaması gereken «şeâirullah»tan olduğu gibi, Kur’ân da böyledir.

Son olarak;

Böyle bir şâz ruhsatın var olduğu kabul edilse dahî;

Dört mezhepteki hâkim görüş istikametinde; azîmet ve takvâ üzere hareket etmek isteyen hoca hanım ve talebelere, bunu zorla tatbik ettirmeye çalışmanın ayrı bir vebâli olduğunu da, idare mevkiinde bulunanların unutmaması îcâb eder.

Mevzû Kur’ân olduğuna göre Mevlânâ Hazretleri’ne kulak vermelidir:

“Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur’ân edep tâliminden ibarettir!”

Bütün kıssalar edebe riâyet ve riâyetsizliğin neticelerinden ibarettir. Bütün emirler, edebin teşviki; bütün yasaklar edepsizliğin men edilmesidir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Muhakkak ki Allah; adâleti, ihsânı, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri (yani edepsizlik ve hayâsızlığı), fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (en-Nahl, 90)

Cenâb-ı Hak, edebi lütufla mükâfatlandırır. Bir hikmetli söz olarak; “Edebe riâyet eden lütufla mükâfatlandırılır!” denilmiştir.

Akıl ve hikmet nazarı ile bakıldığında Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikatin birçok misâli görülür.

KUR’ÂN: BAŞTAN SONA EDEP!

Bir kavgayı ayırırken, cinayete karıştığı için Medyen’e hicret mecburiyetinde kalan Hazret-i Musa; yolda yardıma muhtaç iki kıza hayvanlarını sulayarak, yardım etti. Onun sergilediği hayâ ve yardımseverliği, kızları babaları Hazret-i Şuayb’a iletti:

“…Babacığım onu ücretle tut. Şüphesiz ücretle tutacağın kimselerin en hayırlısı, kuvvetli ve emîn olandır.” (el-Kasas, 26)

Hazret-i Şuayb;

“‒Güvenilir olduğunu nasıl anladın?” diye sorunca, kızı;

“–Onu buraya getirirken bana; «Arkamdan yürü, önümde yürüme! dedi. (Yüksek hayâsı sebebiyle bizi seyretmedi)»” (Heysemî, VIII, 203-204)

Böylece;

O esnada son derece muhtaç durumda olan Hazret-i Musa, emniyet ve huzura kavuşmuş oldu.

Yine Firavun’un Hazret-i Musa’yla müsabaka yapmak üzere vazifelendirdiği sihirbazlar;

“Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi?” şeklinde bir hitap ile bir incelik sergilediler.

Hazret-i Mevlânâ, bu nezâketli davranışın onların hidâyetine vesile olduğunu ifade eder. Yine ona göre hunharca şehid edilmeleri ise, her ne şekilde olursa olsun bir peygambere karşı çıkmış olmalarının ödenmesi gereken bir bedeli idi.

Hazret-i Musa ve Hızır kıssası; baştan sona, sâlikin, mürşidi karşısındaki edebini anlatır.

Hazret-i İsa, mûcize bir sofra isteyen havârîlerini sû-i edep göstermemeleri için îkāz eder.

İLLÂ EDEP!

Edep ve edepsizliğin, lütuf ve kahır olarak karşılık bulmasına siyer-i Nebî’den şu misal mânidardır:

Fahr-i Kâinât Efendimiz, civar ülkelerin hükümdarlarına mektuplar göndermişti. Kisrâ, kibirlenerek mektubu parçaladı. Tez zamanda evlâdının elinde kendisi de parçalandı.

Buna mukabil Necâşî; ülkesine hicret eden mazlum müslümanlara söz hakkı verdi, korudu, onları geri almak isteyen müşriklerin hediyelerine tamah etmedi, hakkāniyet gösterdi ve hidâyete erdi.

Edep, elif, dâl ve bâ harfleriyle yazılır. Buradan hareketle, edebi; eline, diline ve beline (iffetine) sahip olmak, onları haram, şüpheli, bâtıl ve faydasız şeylerden korumak olarak tarif etmişlerdir. Elbette kalbin, gözün, kulağın ve ayakların da edebi vardır; yani maddî ve mânevî her âzânın edebi vardır.

Yani edep, umûmî ve şâmil olmalıdır. Yani hayatın her safhasını ihâta etmelidir.

İslâm’ın inşâsındaki ilâhî tertip ve tedric de «edep» terbiyesinin ehemmiyetini tebârüz ettirir.

ÖNCE EDEP!

Şöyle ki;

Daha peygamberlik gelmeden evvel;

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i husûsî terbiyesiyle yetiştirdi. Bu terbiyenin en büyük kısmı da edep ve hayâ idi.

Meselâ Peygamber Efendimiz çocukluğunda dahî, bir câhiliyye düğününü seyretmek istese, uyuyakalıyor; sırtından ridâsını indirecek olsa hâtiften seslerle îkāz ediliyordu.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de ne güzel yaptı.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Peygamberlikten sonra da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; muhteşem bir ahlâk nümûnesi oldu. O’nun ahlâkına, sıdkına, emânetine ve ismetine hiçbir müşrik itiraz edemedi. Mekke devrinde ashâb-ı kiram; îman ve tevhid mücadelesi içinde Allah Rasûlü’nün işte bu edep ve ahlâkına büründü. Güneşin berrak aynalarda aksettiği gibi, onlarda da Muhammedî edep ve ahlâk temâşâ ediliyordu.

Hicreti müteâkip, işte ancak bu zemin üzerine; Medîne-i Münevvere’de ahkâm geldi. İbâdetler birer birer teşrî edildi. İlâhî tâlimatlar emredildi. Edep ve ahlâk-ı Muhammediyye ile yıllardır yoğrulan ashâb-ı kiram da her emre derhâl icâbet etti. Din kemâle erdi.

En başta edep, en sonda edep!..

Zira, semâdan ikram edilecek ilâhî tâlimatlar için gönüllerin hazır olması zarûrî idi. Peygamberimiz; ashâbını, kâğıt-kalemle değil, kalb-i selîm ile terbiye etti. Onları; Cenâb-ı Hak’tan ne gelirse râzı olacak, hüsn-i kabul ve teslîmiyet gösterecek bir gönül kıvâmına getirdi.

İbâdetler de edep kıvâmında edâ edildi ve mü’minin ahlâkını ikmâl etti.

NAMAZIN EDEBİ

Meselâ namaz ibâdetinin bir edebi hakkında Rabbimiz buyurdu:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde (camilere gidişinizde) güzel elbiselerinizi giyin…” (el-A‘râf, 31)

Cenâb-ı Hak; kulunu huzûrunda, pasaklı ve derbeder bir vaziyette istemiyor. İlâhî mülâkāta yaraşır şekilde, temiz, tertipli ve îtinâlı bir şekilde gelmesini arzu ediyor.

Bir seferinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı-sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Peygamber Efendimiz, eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işaret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” buyurdular. (Muvatta’, Şaar, 7)

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün saçı-başı darmadağınık bir adam görmüşlerdi. Hayretle;

“Niçin bu adam saçlarını yıkayıp taramıyor?” buyurdular.

Üzerinde kirli elbiseler bulunan bir kimseyi gördüklerinde de;

“Bu zât elbiselerini yıkayacak su bulamıyor mu?” buyurarak müslümanların temiz ve tertipli olmaları gerektiğini ifade ettiler. (Ebû Dâvûd, Libâs, 14/4062; Nesâî, Zînet, 60)

Namaz kılanın zâhirini böyle muntazam ve îtinâlı isteyen Cenâb-ı Hak; derûnunu nasıl ister, düşünmek îcâb eder!..

ZEKÂTIN EDEBİ

Zekât, infak ve sadakanın edebi;

“Ey îmân edenler! … Başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Sadakalarınızı imhâ etmeyin!)…” (el-Bakara, 264)

Ve;

“Sadakaları Allah alır. (kabul buyurur.)” (et-Tevbe, 104) şuuruyla, kabulü için teşekkür ederek takdim etmektir.

KURBANIN EDEBİ

Şeâirden olan kurban ibâdetinde de edebe husûsen riâyet edilmelidir.

Kurbanın her şeyden önce Allah için yapılan bir ibâdet olduğu unutulmamalı, bu mübârek günlerde; zikir, fikir ve şükürle ibâdet vecdini muhafaza etmelidir. Hazret-i Mevlânâ;

“Keçinin gölgesini kurban etme!” îkāzında bulunur. Yani;

“Kurbanın hakikatine er de, onu kasaplık günleri veya et bayramı zannetme!” buyurur. Zira kurban, tâ Hazret-i Hâbil, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’den gelen bir teslîmiyet ve kurbiyet imtihanıdır. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma gayretidir.

Kurbanın edebi mevzuunda ayrıca şu hususlara dikkat edilmelidir:

Dirâyetli ve ehil olanlar, hayvanlarını bizzat kendileri kesmeli, kurbanın ruh ve mânâsını yakından hissetmeye gayret etmelidirler.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Vedâ Haccı’nda 100 kurbanından 63’ünü bizzat kesmişlerdir. Kendileri kesemeyenler ise ehil birine vekâlet vermeli, fakat imkân varsa kesim esnasında huşû, tâzim ve ihtiram duyguları içinde hayvanın yanında beklemelidirler.

Mahmut Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri ve Musa Efendi Hazretleri kurban kesilirken verilen sandalyeye oturmazlar ayakta dururlardı. Her bir kurban için ayrı çukur açtırırlardı. Mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmak ve muâmele etmek düsturuyla hareket ederlerdi. Bir ibâdet vecdi ve heyecanı içinde olurlardı.

Hakikaten kurbanda ne derin bir tefekkür vardır:

O kurbanı kesen mü’min düşünmelidir ki; Allah o kestiği koyunu insan olarak halk edip, kendisini onun kurban edeceği bir koyun olarak yaratabilirdi.

Bu tefekkürle, kurban; maldan infâk etmek sûretiyle bir teşekkürün ifadesidir. Aynı tefekkür vesilesiyle; kurban edilecek mahlûkāta karşı da bir edep lâzımdır.

Nitekim Muhyiddîn İbn-i Arabî Hazretleri şöyle der:

“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et.

Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve mahlûkāta bolca yay ve sakın ola ki cemâdât için; «Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme! Bilâkis, senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası ve hayrı vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak ve ona Yaratıcı’nın merhametiyle merhamet et!”

Bu hikmetle;

Kurbanlık hayvanlara güzel davranmak, onları ürkütmemek, susuzsa su içirip rahatlatmak ve kesim yerine güzelce götürmek îcâb eder. Kurbanın gözü bağlanmalı. İncitilmeden sevk edilmelidir. Kurbanı, keskin bir bıçakla kesmek ve ona hiçbir şekilde eziyet etmemek gerekir. Peygamberimiz bir kişinin, bıçağını hayvanın gözü önünde bileylediğini görünce çok üzüldü ve;

“–Sen bu hayvanı kaç sefer öldürüyorsun? Bıçağını arkada bileylesen olmaz mı?” buyurdu. (Hâkim, IV, 257)

HACCIN EDEBİ

Hac ibâdeti de; «Refes, fısk ve cidal»den tamamen uzak durma edebi içinde; iffet, sabır ve nezâketin kemâline erişmek, ölmeden ölme terbiyesi içinde mahşeri yaşamaktır.

Mevlânâ der ki:

“Hacca gidenler orada evin (yani Beytullâh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

İşte Peygamber Efendimiz’in bütün hayatı, Beyt’in sahibini her yerde görüyormuşçasına edep ve hayânın zirvesini temâşâ ettirirdi:

HER HÂLİ EDEP!

Ashâb-ı kirâmın bildirdiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- örtüsüne bürünmüş bâkire bir kızdan daha hayâlı ve edepli idi. (Buhârî, Edeb, 77)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; insanların en nâziği, en zarifi, en güzel ahlâklısı ve en mütebessimi idi. Çiçekten iffetli, gülden hayâlı idi. Sözlerinde ve hareketlerinde en küçük bir nâhoşluk bulunmadığı gibi O, hoş olmayan hiçbir şeye de itibar etmezdi. Çarşıda-pazarda bağırıp çağırmayı, kötülüğe kötülükle mukabele etmeyi asla uygun bulmazdı. Kusurları bağışlar, yüzünü çevirip hataları görmezden gelirdi. Ümmetinin; «İnsanlar arasında, yüzdeki güzelliğin timsâli olan «ben» (yani sîmâyı güzelleştiren alâmet-i fârika) gibi» olmasını isterdi. (Ebû Dâvûd, Libâs, 25/4089)

Zira Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz’in maiyyetinde bulunan ashâbın vasıfları arasında;

“Sîmâlarında secde alâmeti vardır.” (el-Fetih, 29) buyurmaktadır.

Enes bin Mâlik -radiyallahu-anh-, Peygamber Efendimiz’in edep ve ahlâkını şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kesinlikle kırıcı bir söz söylemez, mübârek ağzından nâhoş bir söz çıkmaz ve lânet etmezdi. Birimizi azarlayacak olduğunda sadece;

«–Allah iyiliğini versin, ona ne oluyor ki…» derdi.” (Buhârî, Edeb, 38, 44)

EDEP, EN DOĞRU USÛL

Çoğu kez, edep ve hayânın insanı, ikbal ve terakkîden alıkoyacağı zannedilir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda giderken bu düşüncede bir adama rastladı. O kişi, hayâ sahibi kardeşini bu huyunu terk etmesi için azarlıyor ve ona;

“–Sen utanıyor, edepli davranıyorsun ama; bu sana zarar veriyor, işlerini aksatıyor.” şeklinde telkinlerde bulunuyordu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Onu kendi hâline bırak; zira hayâ îmandandır.” (Buhârî, Edeb 77, Îmân 16; Müslim, Îmân 57-59)

Bir başka hadîs-i şerifte de;

“Hayâ ancak hayır kazandırır.” (Buhârî, Edeb, 77) buyurmuştur.

Çünkü;

Edep, her işin usûlüdür.

Edep, şahsiyet ve karakterin tabiat-ı asliyesidir, yani tescilidir.

Usûlsüz vusûl (vuslat, maksada ulaşmak) mümkün olmadığından, edep noksanlığı ile de gerçek insanlık seviyesine ulaşmak, mümkün değildir. Zira insan; bedeniyle değil, asıl yüksek rûhî temâyülleriyle insandır. Sabrıyla, tevekkülüyle ve teslîmiyetiyle, yani güzel ahlâkıyla insandır.

Bir manzara uzaktan güzelce temâşâ edilir. Yaklaştıkça ise, onun her bir ayrıntısının da bin bir güzellik ihtivâ ettiği görülür. Hayranlık artar. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek sîreti de böyledir. Meselâ şu davranışındaki hikmet ne kadar derindir:

AYIPLARI SETRETME EDEBİ

Peygamberimiz ashâbıyla deve eti yemişlerdi. Birazdan namaza durulacaktı. O esnada mescidde bir yellenme kokusu duyuldu. Bunun üzerine Efendimiz;

“Deve eti yiyenler abdest alsın.” buyurmuş, böylece kusurlu şahsı küçük düşürmemek için onu belirsiz hâle getirip bütün topluluğu o kusurdan sakındırmıştır.

Yani bir kişinin gayr-i ihtiyârî meydana gelen bir ayıbını örtmek için, oradaki bütün ashâbına yeniden abdest aldırmıştır.

Ayıpları setretmek ne kadar ulvî bir ahlâktır ki, Allah Teâlâ’nın Settâr isminin de tecellîsidir.

Allah Rasûlü’nün bu ahlâkı, Hak dostlarında da devam etmiştir. Belh meşâyıhından Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh-’nun yanına bir gün mâruzatta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam konuşmaya başladığı esnada, talihsiz bir kazâ ile kadıncağızdan çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın perişan oldu, şimdi ne yapacaktı?!. Yer yarılsa da içine girse onun için daha iyiydi.

Fakat Hâtem Hazretleri hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek;

“–Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamıyorum!..” dedi.

Böylece kadıncağız, kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı.

Rivâyete göre bu hâdiseden sonra Hâtem Hazretleri; kadının duyup da incinmemesi için, o ölene kadar tam on beş yıl herkese karşı sağırmış gibi davrandı. Bu münasebetle de «Hâtem-i Esamm» yani «Sağır Hâtem» lâkabıyla şöhret buldu.

Hâtem ve benzeri yüzlerce edep ve ahlâk timsâli Hak dostunun yetişmesi elbette bir tesadüf değildir.

Zira her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir.

İslâm medeniyeti; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in tesis ettiği bir rahmet, edep ve güzel ahlâk medeniyetiydi. Bir fazîletler medeniyetiydi. Rahmet insanlarından rahmet toplumu meydana geldi.

Öyle bir rahmet toplumu ki;

Orada akıl hastalarına deli denmezdi. «Muhterem âcizler» denirdi. Çünkü onlara bu acziyeti takdir eden Cenâb-ı Hak idi. Bu sebeple; onları edepli ifadelerle anmak, Cenâb-ı Hakk’a karşı edepli olmanın gereğiydi.

Öyle bir rahmet toplumu ki;

Bir evde hasta varsa, pencereye kırmızı bir saksının konulması kâfî idi. Bu zarif işareti gören satıcılar; oradan rahatsız edici yüksek sesle bağırmadan sükûnetle geçer, hattâ çocuklar dahî oyunlarını uzakta oynarlardı.

Bu, İslâm’ın edep telâkkîsinin topluma yansıması idi…

Edep hâli merhameti meydana getirir. Edepli ve merhametli insan, mahlûkāta Hâlık’ın nazarı ile bakar. Edepli insan cömerttir. Edepli insan hizmet ehlidir.

Tasavvuf, bir insan terbiyesidir. Fertlerin terbiyesiyle, toplum da incelik ve zarâfet kazanır.

Öyle bir terbiye ki; Peygamberimiz, yola tükürmemenin âdâbını ashâbına bizzat öğretmiştir. Tükürük olan bir yerden geçmemiş, sahâbî hemen koşup üstünü kumla örtünce yollarına devam etmişlerdi.

Öyle bir edep ki; camide saf tutarken, geriden gelip önce gelenleri çiğnememeyi öğretmekte.

Öyle bir edep ki, yolun hakkını dahî tanzim eder. Selâmı, harama bakılmamasını, kimseye eziyet verilmemesini ve emr-i bi’l-mârûfu yoldan istifadenin edebi olarak mü’minlere tâlim eder.

Âdetâ bugün trafik kaideleri şeklinde karşımıza çıkan her husus, İslâm edebinin bir tezâhürü… Yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmak dahî îmânın bir güzelliği…

Öyle bir edep ki; komşuya eziyet vermemeyi, îmânın bir îcâbı olarak takdim etmekte. Yemeğin kokusuyla dahî komşuya eziyet vermemeyi şiar edindirmekte…

Öyle bir tesânüd ki; bir mahallede bir dul ve yetim varsa, halk onu sahiplenirdi. Anneye sahip çıkar, evlâdına anne-baba olurdu. O yetim de fazîletli insanların terbiyesiyle edeplenirdi. Böylece bozuk toplumlarda sahipsiz kalan kişilerin şeytan iğvâsıyla yuvarlanabileceği kötü yollardan, o dul ve yetimler korunmuş olurdu.

Çarşıdan bir şey alındığı zaman örtülü olarak taşınırdı. Vitrinde arz edilen, kim bilir kaç yetimin, garibin ve yoksulun mahzun nazarlarının takılıp kaldığı gıda ve eşyalar alınmazdı.

Evlerde fırın olmadığı için pişirilmek üzere mahalle fırınına götürülen baklava-börek benzeri şeylerin üzeri bir bezle kapatılırdı. “Kokusunu duyacak, hakkı geçer.” hassâsiyetiyle mutlaka fırıncıya da ikram edilmesi tembih edilirdi. Evde et pişirilse; “Kokusu gitti, hakkı var.” diye komşuya da gönderilirdi. Kul hakkı, komşuluk hakkı ve göz hakkına ihtiram vardı.

Böyle bir fazîlet ve takvâ toplumunda her köşe, insanı terbiye etmekteydi. Her duvar âdetâ; «Edep yâ Hû!» demekteydi. Her pencere, tezkiye-i nefsi ve tasfiye-i kalbi hatırlatmaktaydı.

Öyle ki, eski bir İstanbul hamamı kitâbesinde şu mânidâr beyt yazılıydı:

Tıynetin nâ-pâk ise, hayr umma sen germâbeden,

Evvelâ tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden!

Yani; “Kötü huylu ve bozuk karakterli bir kimse isen, hamamdan bir hayır bekleme! Temizlik istiyorsan evvelâ kalbini temizle, sonra da bedenini…”

Rabbimiz, bizleri, nesillerimizi ve toplumumuzu yine bir fazîletler medeniyeti tesis edebilmeye muvaffak eylesin. İlâhî terbiyeyle ve Muhammedî edep ile tezyin buyursun.

Yâ Rabbî!.. Ahlâkımızı Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla güzelleştir.

Bizleri kötülükten, fahşâdan, edepsizlikten ve hürmetsizlikten muhafaza buyur. Senden af, afiyet ve iffet niyâz eyliyoruz. Bahşeyle!..

Bizleri bu cihan dershânesinden edeple geçip, âhirette şahâdetnâmelerimizi lütufla sağ tarafından alabilenlerden eyle!..

Kalplerimizi mârifet ve hikmet ile müzeyyen kıl!

Yâ Rabbî kabul buyur!

Âmîn!..