O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -5-

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Mayıs, Sayı: 159

RAMAZÂN-I ŞERİF: TAKVÂ MEKTEBİ

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’a kullukta bizim için fiilî kıstas… Nümûne-i imtisâl… En güzel örnek, üsve-i hasene…

Efendimiz, ömür boyu istikametle Allâh’a kulluk etmeyi öğretti. Ramazân-ı şerif gibi mübârek zamanları da, bereketli bir ganîmet ve fırsat bilmeyi de tâlim buyurdu.

Cenâb-ı Hakk’ın cömert bir ikrâmı olarak her yıl biz de Ramazân-ı şerîfe nâil oluyoruz.

Peygamber Efendimiz ve ashâb-ı kiram Ramazân-ı şerifte nelere îtinâ gösterirdi?

Bizlere tavsiyeleri nelerdi?

Bunları tahsil ve tatbik etmeliyiz.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-; Peygamber Efendimiz’in Ramazân’ını şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu anlar da Ramazan’da Cebrâil’in, kendisi ile buluştuğu zamanlardı.

Cebrâil -aleyhisselâm-; Ramazân’ın her gecesinde Hazret-i Peygamber ile buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bundan dolayı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâil ile buluştuğunda, engel tanımadan esen bereketli bir rüzgârdan daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed‘u’l-vahy, 5; Müslim, Fezâil, 48)

Ashâb-ı kiram da O’na ittibâ etmek iştiyâkıyla, daha cömert olmaktaydı. İftar sofraları kurulurdu. «İbâdullâh»a hizmet yarışı başlardı.

Günümüzde de elhamdülillâh iftarlar veriliyor. Lâkin bazı hususlara dikkat edilmeli:

Normalde içki servisi yapılan lokantalarda iftar vermekten kaçınmak lâzım. Zira mekânın kasvet ve günah esintileri gönüllere sirayet eder.

Bunun yerine temiz ve helâl ortamlarda iftarlar verilmeli ve iftar sofraları bilhassa fakir ve gariplere açık olmalı. İkramlar, mahrum ve muhtaçlarla bereketlendirilmeli.

Bu gibi hataları icrâ edenlerin bir bahanesi de; «Efendim, protokol gelecek!» şeklindeki bir gaflettir. Allah rızâsının mühim olduğu yerde bir başka ehemmiyet yer almaz.

«Protokol mü, Allâh’ın rızâsı mı mühim?» Bunu iyi düşünmek gerekir.

Sadece protokollere verilen iftarlarda, düğünlerde, gösteriş ortamlarında ikram sahiplerinin beklediği sevaplara belki de semâdan verilecek cevap şudur:

‒Sen ecrini git o gösteriş yaptıklarından al! Garipleri oturtmadığın lüks ve gaflet dolu sofralar için arzu ettiğin sevabı da protokol dediğin kimselerden bekle!

Hakk’a yaklaşmanın arandığı ve ilâhî rızânın tecellî ettiği gönül sofraları, ancak gariplerin ve muhtaçların da bilhassa doyurulduğu şefkat ve merhamet sofralarıdır.

Şu tarihî kıssa, fukarâ ile hemhâl olma ahlâkının ne güzel bir misalidir:

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi, arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzû içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultanım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcûbiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

Ramazân-ı şerif ibâdete teksif olma mevsimidir.

Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz de şöyle anlatır:

“Ramazan ayının son on günü girdiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ihyâ eder, ev halkını (da gece ibâdeti için) uyandırır, ibâdete teksif olarak eşleriyle münâsebeti keserdi.” (Buhârî, Leyletü’l-Kadr, 5; Müslim, İ‘tikâf, 7)

Ashâb-ı kiram, Peygamber Efendimiz’in gece namazlarını takip ederlerdi. Lâkin Efendimiz, ümmete farz olmasın endişesiyle terâvîhi cemaat hâlinde kıldırmadı. Fakat Hazret-i Ömer devrinde; farz kılınma ihtimali ortadan kalktığı için, icmâ ile terâvih namazı cemaatle kılınmaya başladı. Terâvihte hassâsiyet gösterilecek bir nokta, bu namazın tâdîl-i erkân ve bir tefekkür derinliği içinde kılınmasıdır.

Kur’ân’a Ramazân-ı şerifte bir başka ehemmiyet verilirdi. Kalpler takvâ hâlinde yaşardı.

Ramazân-ı şerif, her zamankinden daha fazla Kur’ân ile hemhâl olma mevsimidir. Zira Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hak tarafından şifâ ve rahmet olarak indirilmiştir.

Bu takvâ hayatının ikrâmı ve lutfu olarak, son on gecede Kadir Gecesi lutfedildi. Kadir Gecesi’nde Cenâb-ı Hak öyle bir cömertlik gösteriyor ki:

Bir gece bin aydan daha hayırlı!..

Bu da Cenâb-ı Hakk’ın «Rahmân ve Rahîm» esmâsının sonsuzluğunun bir ifadesi.

Düşünmeli;

O’nun bu muazzam cömertliğine bizim nasıl bir hamd ve şükür ile mukabelede bulunmamız îcâb eder!

Yani;

Kadir Gecesi’nin iki veçhesi var:

  • Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz cömertliği,
  • Hazret-i Peygamber’e olan muhabbeti.

Cenâb-ı Hak; Rasûlullah’ı ne kadar seviyor ki, Kadir Gecesi yalnız O’na mahsus bir lütuf oldu, yine O’nun vasıtasıyla ümmetine de ikrâm edildi.

O hâlde, biz de Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle hâlleneceğiz ki kıyâmet günü O’nunla beraber olalım. Kıyâmette O’nun sîmâsını tebessüm ettirelim. Şefaatine nâil olarak cennet ve «cemâl»e erişelim.

Kadir Gecesi’ne bu kadir ve kıymeti veren Kur’ân’dır. O hâlde; Hakk’ın bize mektubu olan Kur’ân ile alâkamızı bizim de ne kadar artırmamız gerekir!

Ramazan’da en çok dikkat edeceğimiz şeylerden biri de, helâlleşmektir. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Kimin üzerinde bir hak varsa, onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvây olurum demesin! İyi biliniz ki dünya rezilliği, âhiret rezilliğinin yanında çok hafif kalır.” (Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 255; Taberî, Târih, III, 191)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- borçlunun namazını kılmazdı. Onun borcunu sahâbeden biri üstlenirse, o zaman kıldırırdı. Kendi imkânı olduğunda; o borcu, Efendimiz üstlenirdi.

Demek ki, Ramazân-ı şerifte kul borçlarını da Hakk’a karşı borçlarımızı da ödeme ve telâfi etme hassâsiyeti içinde olmamız îcâb etmektedir. Kazaya bırakılmış namazları olanlar onları edâ etmeye gayret etmeli. Zekât borcu olanlar geciktirmeden, hakkı hak sahiplerine ulaştırmalı.

İlâhî tâlimat:

وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ

“(Mü’minlerin) mallarında, hâlini arz eden ve arz edemeyen muhtaçların hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19)

Demek ki hâlini arz edenlere vermekle bitmiyor, hâlini arz edemeyenleri de arayıp bulmamız, bunun için bir mesai sarf etmemiz gerekiyor. Hattâ iffet ve istiğnâlarından dolayı kendilerini gizleyenleri sîmâlarından tanıyacak derecede, mü’minlerin dertleriyle dertlenen bir gönül kıvâmına sahip olmamız emrediliyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sen onları sîmalarından tanırsın…” (el-Bakara, 273)

Zekât, sadaka, infak ve hayırları verirken bir fânîye değil, Allâh’a arz etmek; ilâhî bir edeptir. Çünkü verilen kişi, bir gölgedir, asıl kabul edecek olan Rabbimiz’dir.

Zira Cenâb-ı Hak;

«Ben alırım! Sadakaları alan Ben’im!» buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

Bu bakımdan;

Veren, alana teşekkür edâsı içinde olmalı. Zira verilen kişi, veren kişinin Allâh’a yaklaşmasına vesile olmaktadır. Dünyada fakir, zenginin yardımına muhtaç olduğu gibi, âhirette de zengin, fakirin duâsına muhtaçtır.

Ramazan’da oruç bize riyâzatı tâlim etmekte. Ramazan’da iftar ve sahurlarda da oburluktan ve israftan uzak durmak, bu mübârek ayın rûhuna en muvâfık davranış olur. Bu güzel hâli; Ramazan’dan sonra da devam ettirmek, Ramazân-ı şerîfin en büyük kazancı olur.

Orucun bize tattırdığı mahrumiyet; bizlere her zaman mahrumiyet içinde olan fukarânın, gariplerin ve yetimlerin hâlini tefekkür etme imkânı vermekte. Ramazân’ı bu hissiyat ile merhametimizi artırma fırsatı olarak görmeliyiz. Böyle yapmayıp da Ramazan gecelerini gösterişli yerlerde iftarlar ve eğlencelerle ziyan etmek, ne hazin bir israftır.

Ramazân’ı Efendimiz’den tahsil eden selef-i sâlihînin hâli ise şöyle idi:

Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı
Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.” (Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 354)

HARAMLARDAN KAÇINMAYI EMRETTİ, BU HUSUSTA GÖNÜLLERİ
TEDAV
İ ETTİ

Peygamber Efendimiz; haramları yasaklarken bunların yerine temiz, helâl ve güzel olanı ikāme etti. Bu, haramlara karşı gönüllerdeki meyli tedavi etti.

Gıybeti, yalanı, nemîmeyi yasakladı…

Buna karşılık doğru ve tatlı dili öğretti. Selâmlaşmayı öğretti.

Bir gün ashâbına;

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl eden Allah Rasûlü’ne oradaki sahâbîler;

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. O;

«Bana hakaret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- da, bu fazîleti sergileyen sahâbîlerdendir. Peygamberimiz Tebük Seferi için infâka davet etmişti. Ulbe -radıyallâhu anh-; son derecede fakir olduğu için tasadduk edecek pek bir şey bulamadı, lâkin şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Sadaka olarak beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye hakkımı helâl ediyorum!”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun sadakasını kabul etti ve Cenâb-ı Hakk’ın da kabul ettiğini müjdeledi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994; Bezzâr, III, 312)

Biz de kendimize karşı yapılan menfî davranışları affedersek; hem bir kardeşimizi affetmiş oluruz, hem de bu kardeşlik davranışı, bizim için bir sadaka olmuş olur…

Fâizi yasakladı…

Toplumda fakiri daha fakir hâle koyan tefeciliği, fâizi kaldırdı. Güçlünün güçsüzü ezmesine mâni oldu;

“Fâizin her çeşidi ayağımın altındadır!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Bunun yerine «karz-ı hasen»i öğretti. Alacaklının, borçluya suhûlet göstermesini teşvik etti. Durumu iyi olan borçlunun da borcunu ödememesinin zulüm olduğunu îlân etti.

Peygamber Efendimiz; meşrû sebeplerle borca girmiş fakat ödeyemeyecek durumda olan muhtaçlara yardım etmeyi de tavsiye etti.

Bu tavsiye mûcebince;

Evvelce hayır sahipleri, Ramazân-ı şeriflerde bakkallara giderler, borç defterine bakarlar, orada borcunu ödeyemeyecek olanların borçlarını silerlerdi.

Kumarı yasakladı…

Ferdi, aileyi ve toplumu zehirleyen bu mikrobu da men etti.

Bunlar yerine temiz, helâl kazanç yollarını ikāme etti. Alın teriyle kazanmanın en hayırlı kazanç olduğunu öğretti. Şöyle buyurdu:

“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir…” (Buhârî, Büyû‘, 15)

İçkiyi yasakladı…

Aklı gideren, insanın izzetini ayaklar altına düşüren ve aileleri perişan eden alkollü içeceklerden men etti. Çoğu sarhoş edenin, azını da yasaklayarak kötülüğe götürecek hiçbir gedik ve delik bırakmadı.

Bunlar yerine fıtrî, tabiî ve faydalı olan yiyecekleri ve içecekleri ikāme etti.

İslâmiyet, haramı yasakladığı gibi harama giden yolları da kapatmıştır. Taviz vermemiştir. Meselâ kumarı yasakladığı gibi, onun âleti olan kâğıtları îmâl etmeyi de yasaklamıştır. İçkinin, sarhoş etmeyecek kadar azını da haram kılmıştır. İçkiyi içmeyi yasakladığı gibi; îmâl etmeyi, satmayı da yasaklamıştır.

Zinâyı yasakladı…

Zinâ, topluma karşı işlenen bir ihânettir. Nesle karşı işlenen bir cinayettir. Câhiliyyedeki; adı nikâh, kendi zinâ olan mut‘a ve benzeri rezil yolları da yasakladı.

Zinâ için izin isteyen bir gence;

“–Bunu kendi annen, kızın, halan veya teyzen için ister miydin?” diye suâl etti.

Genç;

“–İstemezdim.” deyince, Efendimiz;

“–İnsanlar da istemezler…” buyurdu. Böylece delikanlıyı vazgeçirdi. Ona duâ etti. (Müsned, V, 257)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; İslâm nikâhını bina etti. Huzurlu aile yuvasını bizzat kendi aileleriyle gösterdi. Sâliha ve dindar hanımla evlenmeye teşvik etti.

Fahr-i Kâinât Efendimiz; toplumdaki bekârları evlendirmeyi vazife olarak bildirdi. Kendisi de birçok sahâbîsini bizzat evlendirdi. Fakat evlendirme husûsunda küfüvveti / denkliği gözetmenin zarûretini beyan etti.

Şöyle buyurdu:

“En fazîletli şefaatlerden (teşvik edilen aracılık gayretlerinden) biri, evlilik husûsunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 49)

Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri de şöyle der:

“En üstün sadaka-yı câriye, evliliğe vesile olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesile olana da bir ecir vardır.”

Hazret-i Mevlânâ der ki;

“Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikisi de işe yaramaz.”

Bu denklik ise; maddî durum, rûhî olgunluk, görgü ve kültür seviyesi gibi çeşitli unsurlara bakılarak tayin edilmelidir.

AİLE SAÂDETİNİ ÖĞRETTİ

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hanımlarla iyi geçinmenin, onlara güzel davranmanın en hayırlı davranış olduğunu ifade etti. Kendisi de cihânın en mesut ailesini tesis etti ve fiilen misal oldu.

O’nun hâne-i saâdetleri; dünyanın en mesut, huzur ve güzellik ile en dolu dolu yuvasıydı. O hâne; içerisinde günlerce sıcak bir yemek pişmediği hâlde, burcu burcu saâdet kokardı. Üstelik o mukaddes yuvada hanımların odası, ancak başlarını sokacak bir mekândan ibâretti. Ancak o yuvanın en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve teslîmiyetti. Allah Rasûlü’nün aile hayatında uyguladığı terbiye usûlü, onların kalplerini sonsuz bir bağlılık ve muhabbetle doldurmuştu.

Hiçbir hanım, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir bey de, hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti seviyesinde sevemez. Muhabbetiyle beraber O’nun zarâfeti, inceliği ve hassâsiyeti de hiç kimsenin erişemeyeceği çok yüksek bir seviyede idi. O’nun anlatmakla bitmez zarâfetinden bir misal:

Yolculukların develer üzerinde yapıldığı devirlerde, develeri çöl ritimleriyle coştururlardı. Böyle bir seferde, Enceşe adlı hizmetkâr kasîde söyleyerek develeri hızlandırdı. Fakat deve üzerindeki mahfazada bulunan hanımlar için bu sürat uygun olmayabilirdi. Peygamberimiz;

“Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)

Hiçbir evlât, Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

Peki, o yuvada ne vardı?

Allah rızâsı vardı. Rûhâniyet vardı. Bunun getirdiği derin bir muhabbet vardı. Bu muhabbetin neticesinde, o mübârek yuvada; bir lüks, gösteriş, kibir yoktu, tevâzu vardı. Bencillik yoktu, fedâkârlık vardı. Cimrilik yoktu, cömertlik vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.

O yuvada dünyaya ait pek bir şey yoktu. Fakat o yuva mânen çok zengindi. Zira o yuva, fakir ve gariplerin müstefîd olduğu bir aile vakfı gibiydi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in tâlim buyurduğu ve yaşadığı huzurlu evlilik, şu âyet-i kerîmede ifade edilen hususların tatbikatı idi:

“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (Allâh’ın varlığının) delillerindendir…” (er-Rûm, 21)

HUZURLU AİLEDE 3 HUSÛSİYET:

لِتَسْكُنُوا: HUZUR ve SEKÎNET

Ailede huzur olursa, bu huzur hayatın her safhasına yaygınlaşır.

مَوَدَّةً: SEVGİ ve MUHABBET

Süflî muhabbetler sefâlete; ulvî muhabbetler Cenâb-ı Hakk’a götürür. Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de Vedûd’dur. Muhabbetin mer­kezi Cenâb-ı Hak’tır. Aile hayatı, eşleri; muhabbetin merkezine yönlendirirse, sevginin hakikî lezzeti tadılmış olur.

رَحْمَةً: ŞEFKAT

Bilhassa yaşlılıkta hanım ve efendisi birbirlerine destek olurlar. Her yaşta da evlilikte temel malzeme, sevgi ve şefkattir.

Cenâb-ı Hakk’ın ve Peygamber Efendimiz’in telkinleri istikametinde, huzurlu bir yuvada şu beş şart bulunmalıdır:

HUZURLU EVLİLİKTE BEŞ ŞART:

Muhabbet: Muhabbetin menşei Cenâb-ı Hak’tadır. İki taraf da Allah rızâsına uygun bir şekilde bu hâli artırmaya gayret etmeli, birbirlerinin rûhuna girecek bir damar bulmalıdır.

Sadâkat: Bey ve hanım birbirine dürüst ve sâdık olmalıdır. Zor zamanlarda, taraflar; şikâyet ve bezginliğe düşmemeli, fedâkârlık göstermelidir. Efendimiz’in «hüzün senesi»ni unutmamalıdır. Efendimiz, risâlet ömrü boyunca nice iptilâlar çemberinden geçmiş lâkin en çok Hazret-i Hatice’nin vefat ettiği senede hüzünlenmişti. Çünkü Hazret-i Hatice, Efendimiz’in maddî ve mânevî en büyük destekçisi olmuştu.

Karşılıklı saygı:

  • Samîmiyet olacak, lâubâlîlik olmayacak.
  • Vakar olacak, kibir olmayacak.
  • Tevâzu olacak zillet olmayacak.
  • Evlilikte gönül âhengine de îtinâ edilecek.

Sabır: İki insanın hayat arkadaşlığında; mutlaka tahammül gerektiren zamanlar, sıkıntılar olacaktır. Taraflar, böyle zamanlarda birbirlerinin güzel huyunu düşünmelidir. Efendimiz buyurur:

“Bir mü’min, hanımına buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)

Evlilikte taraflar arasında meydana gelebilecek münakaşaların, evlâtlara vereceği zarar düşünülmeli, İslâm âdâbı ve ahlâkı ile olgun bir tavır sergilenmelidir. Evlâtlar asla anne-babalarının kavga ve sert sözlerine şahit edilmemelidir.

Mes’ûliyet: Taraflar, birbirlerine karşı olan vazifelerini ihmâl etmemelidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mes’ulsünüz.

Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür.

Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve o da kendi sürüsünden mes’uldür.” (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20)

Peygamberimiz; hanımların beyleri, beylerin hanımları üzerindeki haklarını îlân etti. Hanımları; nârin, kristal cam şişeler olarak ifade etti. Onlara nezâketle davranılmasını, onların incitilmemesini tavsiye ve emretti. Kocalarına, Allâh’ın emâneti olduklarını tebârüz ettirdi.

Meselâ; iki tarafın da diğerinin anne-babasını kendi ebeveyni gibi görmesi gerekir. Onları dışlamaya, eşinden uzaklaştırmaya çalışmak çok çirkin bir zulümdür.

Bilhassa emânet olan yavruların helâl lokma ile beslenmesi, hayır-hasenât ile teçhîz edilmeleri, İslâm ahlâkı ve Kur’ân terbiyesiyle yetiştirilmesi; anne-babaların en mühim mes’ûliyetidir. Bilhassa kız evlâtlara, geleceğin anneleri olarak çok ihtimam gösterilmelidir.

Bunun için de daha en başta evlilik namzedi tayin edilirken, göz önünde bulundurulması gereken en mühim unsur; şuur, takvâ ve dindarlık olmalıdır.

Peygamber Efendimiz’in tâlimâtı şöyledir:

“Bir kadınla dört şeyden dolayı evlenilir:

Malı, soyu, güzelliği ve dîni için. Sen dindar olanını seç. (Aksi hâlde) fakr u zarûrete dûçâr olursun!” (Buhârî, Nikâh, 16)

Bu hadîs-i şerif mûcebinde bir insan evlenirken tefekkür etmelidir:

  • Bu hanım yahut efendi ile İslâmî bir hayat yaşayabilir miyim?
  • Bu hanım yahut efendi, Rabbimiz’in nasîb eyleyeceği evlâtlarımızı İslâmî terbiye ile terbiye eder mi? Yoksa onları dünyevî ve nefsânî çizgiye mi sevk eder?

Böyle bir dikkat ve ihtimam ile takvâ üzere inşâ edilen ailelerde; hanımlar da göz nûru olacak, evlâtlar da göz nûru olacak. Bu evlâtlar da topluma fazîlet ve takvâda önderlik ve rehberlik edecekler.

Evlâtlarımızı bu esaslar içerisinde ihyâ ve inşâ etmeliyiz ki, toplumumuzda; Hazret-i Hatice, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Âişe Vâlidelerimiz’in hâllerinden nasîb almış, zamanımıza onların fazîletlerinden hisseler aksettirecek nümûne şahsiyetler yetişsin.

AYRILIK EN SON ve ZARÛRÎ ÇARE

İslâm; boşanmayı son çare olarak helâl kıldı; fakat Allâh’ın buğzettiği, yani hiç sevmediği bir yol olduğunu beyan etti.

Medeniyetimizde; evlilikler, aile büyüklerinin ve sâlih zâtların küfüvvete çok riâyet ettikleri görücü usûlüyle gerçekleştirilir, teşkil edilen aileler huzur ile yaşar, boşanmalar çok nâdir görülürdü.

Kız evlâtlara;

“Beyaz gelinliğinle girdiğin evden ancak kefeninle çıkacaksın. (Yani ömrünü hayırlı bir şekilde ailende geçirecek, ayrılık ihtimalini asla gönlüne getirmeyeceksin.)

Şikâyeti unutacak, velev ki ağzından kan gelse bile; «Kızılcık şerbeti içtim.» diyeceksin.” gibi güzel geçim, sabır ve tahammül telkinlerinde bulunulurdu.

Buna mukabil; gelinlere de aileler kendi kızları gibi davranır, onları incitmezlerdi.

Günümüzde ise; maalesef nefsânî tercihlerle yola çıkılan, küfüvvete riâyet edilmeyen aile yuvalarında, çok fazla aile içi huzursuzluk ve boşanma yaşanmaktadır.

Maalesef en küçük bir huzursuzluk yaşayan hanım ve beylere de gerek anne-babaları tarafından gerek çevreleri tarafından; sabır yerine isyan, sebat yerine kararsızlık, ülfet yerine ayrılık telkin edilmektedir. Maalesef günümüzde kız evlâtlara;

“Kendini küçük düşürme! Altta kalma! Kendini ezdirme!..” gibi avâmî telkinlerde bulunulmaktadır. Bu ifadeler yuvaların zedelenmesine sebebiyet vermektedir.

Günümüzde kadına şiddetten bahsedilmektedir. Bu, İslâm’dan uzaklaşmanın ve câhiliyyenin zuhûr etmesinin neticesidir.

Hâlbuki İslâm; kadını, fıtratına muvâfık şekilde, ailesinin baş tâcı eyledi. Evinin sultanı eyledi. Sâliha anneyi; ömürlük teşekküre lâyık, sırtta taşıyarak hacca götürülse, hakkı ödenemeyecek bir mukaddes seviyeye yükseltti.

Kadını sokağa itenler ise, onu kaldırımda çiğnenmeye mahkûm bir çiçek hâline getirdiler. Satışlarda reklâm vasıtası olan bir metâ hâline getirdiler.

Kız çocukları câhiliyyede hiç istenmez ve diri diri toprağa gömülürdü.

Yine günümüzde bazı gafil anneler; çocuk sahibi olmayı bir külfet olarak görmekteler ve evlâtlarını daha doğmadan kürtaj kasaplarına teslim ederek, cânîlerden olmaktadırlar. Hâlbuki belki o katledilen evlât yaşasa idi o anneye en büyük yardımcı olacaktı. Her cinayetin bir bedeli olduğu unutulmamalıdır. Kürtaj cinayetini işleyenler, dünyada da âhirette de mutlaka bunun mukabilini göreceklerdir.

İslâm ise, kız evlâtları güzelce yetiştirenlere mükâfat olarak cennet va‘detti.

Hâsılı;

Efendimiz; Allah’tan uzaklaştırıcı bütün kötü sıfatlardan uzaklaştırdı. Nehy-i ani’l-münker üzere yaşattı.

Ey Rabbimiz!..

Bizlere Fahr-i Kâinât Efendimiz’in gönül dünyasından, rûhânî dokusundan bir hisse nasîb eyle!..

Ailelerimizi; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzur dolu aile saâdetinden nasiplendir, göz nûru eyle!.. Toplumumuza O’nun saâdet asrından hisseler ver, takvâ ve ihlâs ile kemâlâta eriştir!..

Âmîn!..