Mânevî Terbiye Mektebi RAMAZÂN-I ŞERÎF

2016 – Haziran, Sayı: 364, Sayfa: 032

Bugün, âhir zaman fitnelerinin her yanı sardığı bir vasatta yaşıyoruz. Günümüzde fert ve toplumun en büyük hastalığı, “dünyevîleşme”. Zira televizyon, internet, reklâmlar, modalar, materyalist düşünce, kapitalist sistem, her bir yandan insana âdeta “âhiretsiz bir dünya” telkininde bulunuyor.

Âhiretin unutulduğu her devir, câhiliye devridir. İnsanın Allahʼtan uzaklaşıp nefsinin hevâ ve hevesi peşinde koşturduğu, selde sürüklenen kütükler misâli şuursuzca savrulduğu her devir, bir câhiliye devridir.

Zamanımızda merhamet azaldı, vicdanlar kurudu. Son zamanlarda bütün dünyada yaşanan acı hâdiseler de gösteriyor ki, insan insanın kurdu oldu.

Güç odaklarının menfaat kavgalarında, meselâ bir petrol kavgasında; çoluk-çocuk, hasta, yaşlı vs. denmeden, kul hakları ayaklar altına alınabiliyor. İnsanî yardım konvoyları, çocukların okuduğu mektepler, hastahâneler, câmiler, pazar yerleri, savunmasız siviller bombalanıyor. Hani şâirin:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!..

mısrâlarında tasvir ettiği gibi, tam bir câhiliye devri yaşanıyor.

Diğer taraftan bugün; haram ve günahlarla insanlar arasındaki mesafeler kısaldı. Günahlara set olan hayâ perdeleri kayboldu. Bir yönüyle çok faydalı olan internet ve medya, maalesef nefsânî çirkinlikleri de, herkesin evine, odasına, hattâ cebine kadar taşır oldu.

Böyle bir zamanda, güçlü bir îman irâdesiyle nefsine hâkim olabilmek, kendini ve sorumlu olduğu insanları Cehennemʼden koruyabilmek; nefis terbiyesini çok daha hayâtî bir zarûret kılıyor.

Tarihimize baktığımızda görüyoruz ki ecdâdımız, nefis terbiyesini, tekke ve dergâhlar vâsıtasıyla toplumun âdeta kılcal damarlarına kadar teşmil edebilmişti. Bugün bu müesseselerden mahrum olsak da müʼmin, hiçbir ahvâlde mâzeret ve bahânelerin ardına saklanmamalıdır. Zira Yûnus Emre Hazretleriʼnin güzel bir ifadesi vardır:

Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil!

Yani mühim olan, gönlü derviş eylemektir. Gönlü derviş edense, ne giyim-kuşamdır ne de dergâhın dört duvarıdır. İlâhî hakîkatleri aramasını bilen, her zaman ve mekânda onu bulmasını da bilir. İlâhî muhabbet ve mârifetle gönlünü doldurabilen bir insan, nerede olursa olsun, huzûr-i ilâhîde demektir. Nefsini terbiye edebilen bir müslümana, bütün yeryüzü bir dergâh olur. Huşû ile secde ederek Hakkʼa yaklaşan bir müʼmin, kendisine bir secdegâh kılınmış olan yeryüzünün hiçbir köşesinde Rabbinden ayrı düşmez.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (yani her zaman ve mekânda) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Bu şuurdaki bir müʼmin, İslâmʼı hayatının hiçbir ânında bir kenarda unutamaz: Ne camide, ne çarşı-pazarda, ne okulda, ne sokakta, ne evde, ne komşu ve akraba münâsebetlerinde, ne de kul ve mahlûkat haklarında…

Kalbi Hakkʼa bağlı bir müʼmin, karşılaştığı bütün nefsânî câzibelerin ve günaha davetlerin, birer ilâhî imtihan olduğunu bilir. Bu şuurla; gözünü, gönlünü, elini, dilini, velhâsıl bütün âzâlarını korumaya gayret eder.

Meselâ insan, bir seyahat esnasında belki binlerce araba görür. İçlerinden bazıları ilgisini de çekebilir. Fakat tutup da hiçbirinin plâkasını okumaya kalkmaz. İşte bunun gibi, bugün toplumdaki nice şerlerin içinden geçmek mecburiyetinde kalan bir müʼmin de, karşılaştığı mâsıyet manzaralarını ve nefsânî vitrinleri tecessüs nazarıyla okumamalı ki, gönül feyzini muhâfaza edebilsin.

Bunun için de, gönlün her an Allâh ile olması gerekir. Dâimî zikirle uyanık hâlde bulunması îcâb eder. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Bu âyetlerin tefekküründe derinleşen bir müʼmin için, yeryüzü âdeta bir dergâh hâline gelir. Hangi ortamda bulunursa bulunsun “el kârda, gönül Yarʼda” hâli nasîb olur. Dış dünyanın aldatıcı câzibeleri, tesirini kaybeder.

NEFİS TERBİYESİ VE RAMAZÂN-I ŞERÎF

İlâhî rahmetin âdeta tuğyân ettiği bir rahmet mevsimi olan Ramazân-ı Şerîf, rûhâniyeti nefsâniyete gâlip getirmenin en feyizli zamanıdır. Ramazan ayı, nefsin tezkiye ve terbiye edildiği bir takvâ mektebidir. Zira bu ayda tutulması farz kılınan oruç ibadeti, bir bakıma, nefsâniyeti dizginleyerek rûhâniyete seviye kazandırma tâlimidir.

İnsanda rûhâniyet ve nefsâniyet, bir terâzinin iki kefesine benzer. Biri hafiflediğinde diğeri ağırlık kazanır. Gönüller fânî hazlardan uzaklaşmadıkça bâkî lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı çocukların sütten kesilmedikçe yüksek gıdâlara ve hayâtî lezzetlere eremedikleri gibi. Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.” buyurmuştur.

Oruç, sabır tâlimidir. Nefsin isteklerini frenleyebilme irâdesinin kazanılmasıdır. İnsanın nefsine hâkim olabilmesi, ilâhî imtihanlardan muvaffakıyetle geçebilmenin en mühim sırrıdır. Öyle ki; öfkeyi yenebilmek, affedebilmek, fedâkârlık ve ferâgat gibi yüksek fazîletler, hep nefsin îtirazlarını susturabildikten sonra gerçekleşebilir.

Oruçluyken bilhassa “öfkeyi yenmek” zarûrîdir. Zira açlık asabîliği içinde birtakım nefsânî davranışlara sürüklenmek, orucun rûhâniyetini zedeler. Bunun için Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Hiçbiriniz (bilhassa) oruçlu olduğu gün, çirkin söz söylemesin ve kimseyle çekişmesin. Eğer biri, kendisine söver veya çatarsa; «ben oruçluyum» desin.” buyurmuştur. (Buhârî, Savm, 9)

Sabır ayı olan Ramazân-ı Şerîfʼte tutulan oruç, âdeta rûhun giydiği bir ihram gibidir. Nasıl ki ihramda refes, fısk ve cidâl yasaksa, tıpkı bunun gibi, şehevî arzular, fısk u fücûr, münâkaşa ve bir gönle diken batırmak da, orucun ecrini zâyî etmektir.

Yani oruç, sadece midenin belli bir müddet açlığından ibaret değildir. Günahlara karşı; ele, dile, göze, kulağa, velhâsıl bütün uzuvlara oruç tutturulmadan, orucun kemâline erilemez.

SÜKÛT ORUCU

Oruçluyken yanlış hâl ve tavırlar içinde olanlara Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin pek çok îkazları bulunmaktadır. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allah o kimsenin yemesini-içmesini bırakmasına kıymet vermez.” (Buhârî, Savm 8, Edeb 51)

Sahâbeden Ubeyd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

İki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kimse gelerek dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsâade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi.

Allah Rasûlü ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sözünü tekrar etti:

“–Yâ Nebiyyallah! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Çağır onları!” buyurdu.

Kadınlar geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek:

“–İçindekileri çıkar!” dedi. (Bu mücerred hâdise, Allâhʼın dilemesiyle müşahhas hâle geldi.) Kadın, kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerahat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular; haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Birbirinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (yani gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Dolayısıyla orucu nefsânî zaaflarla zedelememek; bilhassa dili, dedikodu, gıybet, yalan, iftira ve mâlâyânî mevzulardan muhâfaza etmek, yani çirkin konuşmalara karşı dile de “sükût orucu” tutturabilmek îcâb eder.

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 31, 85)

Büyük mürşid-i kâmillerden Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde lüzumsuz sözler sarf edilmesine müsâade etmezdi. Birisi gıybet etse, derhâl ona mânî olur ve:

“–O söylediğin söze ben daha lâyığım!” derdi.

Oruçlu olduğu bir gün, yanında bir şahsın gıybetini yaptılar. Hazret:

“–Eyvah, orucumuz bozuldu (ecri zâyî oldu)!” buyurdu.

Bir talebesi:

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:

“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. (Bu sebeple bize de gıybetin kasveti sirâyet etti.) Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

Demek ki, oruçlu iken ağzımıza bir şey girmemesine dikkat etmemiz gerektiği gibi, ağzımızdan çıkan her söze de dikkat etmemiz îcâb eder. Dilimiz kalplere saplanan bir diken değil, rahmet lisânı olmalıdır.

Oruç, bedenin şiddetle muhtaç olduğu fânî nîmetlerden el çekmek sûretinde gerçekleştiğinden; rûhu, nefsânî arzuların sıklet ve kasvetinden kurtarır. Dolayısıyla rûhun kuvvet bulmasına, duyguların ulvîleşmesine vesîle olur. Bu yönüyle oruç, müstesnâ bir nefis terbiyesi vesîlesidir. Zira oruçta helâller bile asgarîde kullanılır. Yani helâlde bile bir riyâzat hâli yaşanır. Oruç sâyesinde, -belli bir süreliğine de olsa- bâzı helâllerden dahî el çekmek, haram ve şüphelilere karşı daha güçlü bir şekilde mukāve­met edebilecek, sağlam bir irâdenin inşâsına vesîle olur.

Bu hakîkati Mevlânâ Hazretleri şöyle ifade buyurur:

“Oruç der ki: «–Allâh’ım! Bu müʼmin kulun, Sen’in emrine itaat etmek için, helâl lokmayı bile yemedi; susuzken su içmedi. Bu müʼmin, nasıl olur da harama el uzatabilir?!»”

DİĞERGÂMLIK TÂLİMİ

Oruç; diğergâmlık tâlimidir. Yoksulların ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan açlığı fiilen yaşatarak onların hâlinden anlamayı temin eder. Böylece gönüllerde merhamet, şefkat ve cömertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.

Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yûsuf -aleyhisselâm-’a:

“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idârecisiniz. Neden kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye sordular. O ise şu hikmetli cevabı verdi:

“–Karnım tok olursa açların hâlinden anlayamam diye korkuyorum!”

Din kardeşlerini düşünmek, onların sıkıntılarını gidermek için gayret göstermek ve bu yolda ictimâî hizmetlere koşmak, kâmil mü’minlerin hayat düstûrudur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müʼminler için bu hâlin zarûrî olduğunu şöyle ifâde buyurmaktadır:

“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

“Komşusu açken tok yatan, (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)

“Hiçbi­ri­niz ken­di nef­si için is­te­di­ği­ni, mü’min kar­de­şi için de is­te­me­dik­çe kâ­mil mü’­min ola­maz.” (Bu­hâ­rî, Îman, 7)

Ramazân-ı Şerîfʼi böyle diğergâm bir ruhla değerlendirerek hizmet ve infaklarla ihyâ etmek, kulun Rabbine olan muhabbetinin en güzel nişânesidir. Zira ibadetlerin bir gâyesi de, ahlâkî vasıfları güçlendirip kulu rûhen kemâle erdirerek Rabbine daha yakın bir hâle getirmektir.

Nitekim bir müʼmin, ibadette derinleştikçe düşünür ki;

“‒Rabbim benden nasıl bir kul olmamı istiyor? O, yüce zâtını en çok Rahman ve Rahîm sıfatlarıyla tanıtıyor. Oʼnun kulu ve Rasûlü olan Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kurʼân-ı Kerîmʼde raûf ve rahîm olarak tavsif ediliyor, âlemlere rahmet olarak gönderildiği bildiriliyor. O hâlde beni Rabbime sevdirecek en mühim vasıf da merhamettir…”

Muhabbet ve dostluk, müştereklikten kaynaklanır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼın bizi sevmesini istiyorsak, ilâhî ve nebevî ahlâktan hisse alıp rahmet tevzî eden bir müʼmin olabilmemiz şarttır. Elinden, dilinden, gönlünden, bütün mahlûkâta merhamet tevzî edebilmek zarûrîdir. Gönlün bir rahmet dergâhı hâline gelmesi ve bütün mahlûkâtın o dergâhta huzur bulması elzemdir.

Merhamet, îmânın ilk meyvesidir. Merhamet, bir mü’minin îmânını tescil eden bir alâmet-i fârikadır. Bu yüzden müʼmin, aynı zamanda rûhundan rahmet taşıran bir insandır.

RAHMET İNSANI KİMDİR?

Rahmet insanı; cömerttir, fedakârdır, müşfiktir, veren eldir. Yağmur gibi, gittiği her yere hayat bahşeder. Bahar meltemleri gibi, geçtiği her yerde huzur ve ferahlık tevzî eder.

Rahmet insanı; zarar değil, fayda verir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:

“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer (yani helâl yer), temiz olan şeyler ortaya koyar (yani Hakk’ın rızâsına uygun işler yapar), temiz yerlere konar (yani sâlih ve sâdık kişilerle görüşür) ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)

Rahmet insanı; incitmez, incinmez.

Rahmet insanı; bollukta şımarmaz ve taşkınlık yapmaz, darlıkta isyan etmez, sabırla merhaleler kateder.

Rahmet insanı; fakirlerin, yetimlerin, kimsesizlerin duâlarının tâlibidir.

Rahmet insanı; bütün ümmeti kendine zimmetli addeder. Kendini devrin akışından mesʼûl görür.

Rahmet insanı; sadece kendisine, evlâdına, yakınlarına değil, din kardeşi olarak bütün ümmet-i Muhammed’e, yaratılışta eşi olarak bütün insanlığa, kendisine emânet olan bütün mahlûkâta, şefkat ve merhamet tevzî eder.

Rahmet insanı; çorak insan değil, bereket tevzî eden insandır. Güneş gibi en kuytu ve ücrâ köşeleri dahî aydınlatır.

İşte bu hakîkatlerin bir tezâhürü olarak, tarih boyunca İslâm toplumları, şefkat ve merhametin müesseseleştiği vakıflarla donanmıştır. Nitekim sahâbe-i kirâmdan Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Muhâcirler ve Ensâr’dan imkân sahibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbn-i Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

İşte bu rahmet insanlarından teşekkül eden rahmet toplumu, tarihte emsâli görülmemiş bir “fazîletler medeniyeti” inşâ etti. O medeniyetin tâkipçisi olan ecdâdımız Osmanlı da, toplumu vakıflarla âdeta bir ağ gibi ördü. Sarılmadık yara bırakmadı. İnsanın problemini çözdükten başka, hayvanâta ve nebâtâta dahî hizmet eden vakıflar kurdu.

Pâdişâhından sıradan bir ferdine kadar bu toplum, büyük bir tasavvuf mektebinde yetişti. Halk ile beraber bütün sultanlar, Edebali silsilesinden feyz aldı. Bütün gönüller, sanki bir rahmet dergâhı hâline geldi.

İşte o fazîletler medeniyetinde;

* Hamallar için her mahalleye, küfelerini koyup dinlenebilecekleri mola taşları yapılmıştı.

* Hizmetkârların, işleri esnâsında kazâ ile kırdıkları eşya sebebiyle azarlanıp kalpleri kırılmasın diye, o zararı tazmin etmek için vakıflar kurulmuştu.

* Nezâket, zarâfet ve insana verilen kıymette öyle bir kemâle ulaşılmıştı ki, akıl hastalarına bile “muhterem âcizler” diye hitâb edilmekteydi.

* Yüksek iffet ve hayâ duygusu sebebiyle ihtiyacını arz edemeyen yoksulların, ihtiyacı kadar para alabileceği sadaka taşları ihdâs edilmişti. Böylece veren alanı, alan vereni görmüyordu. Verenin ihlâsı, alanın haysiyeti korunuyordu.

Fatih Sultan Mehmed Han, şehidlerin âilelerine ve İstanbul fukarâsına, havanın loş karanlığında, kimseler görmeden, kapalı kaplar içerisinde yemek gönderilmesini, vakfiyesinin bir şartı kılmıştı.

Mahalle; fakirin, dulun, yetimin âdeta teminâtıydı. Zengin-fakir, bir arada huzurla yaşardı. Şimdiki gibi zenginler ayrı sitelerde, fakirler varoşlarda değildi.

Şu hâdise, bunun muhteşem bir misâlidir:

Sultan 3. Mustafa bir Ramazan akşamı Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi konağına iftara gider. Söz esnâsında:

“–Efendi, arada bir size gelmek isterim amma, konağınız pek uzak yerde!” der.

Mehmed Emin Efendi ise:

“–Sultânım! Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerinin hiçbirinde mutfak yoktur.” cevâbını verir.

Bu söz Padişah’ın tuhafına gider:

“–Acâyip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorar.

Şeyhülislâm:

“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” der.[1]

Şunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki, biz de ecdâdımızın inşâ ettiği o fazîletler medeniyetinin ve rahmet toplumunun bugünkü devamıyız. Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. Bizim vazifemiz de, ecdâdımız gibi; elinden, dilinden, hâlinden ve kālinden bütün mahlûkâtın müstefîd olduğu bir “rahmet insanı” olmaktır.

Bizler bugün, o şanlı ecdâdın torunları olarak büyük bir mesʼûliyetle karşı karşıyayız: Sûriyeʼde senelerdir yaşanan zulüm ve katliâm, ülkemize milyonlarca müʼmin kardeşimizin hicret etmesine sebep oldu. Dün nasıl Mekkeli Muhâcirler Medîneli Ensârʼa emânet idiyse; bugün de Sûriyeli Muhâcirler, Anadolulu/Türkiyeli Ensârʼa zimmetlidir. Onların maddî-mânevî ihtiyaçlarını görüp gözetmek, en mühimi de onlara yalnız olmadıklarını hissettirmek, bilhassa bu mübârek günlerde bizim boynumuzun borcudur.

Unutmayalım ki fakr u zarûret içinde kıvranan bütün muhtaçların gözlerinde, en çok Ramazanʼın teşrîfiyle ümit ışığı parlar. Zira zekât, fitre ve sadaka gibi mâlî ibadetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri, bilhassa bu ayda sürûra kavuşturur.

Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâlih amellerin diğer zamanlara göre çok daha fazîlet­li olduğu Ramazanʼda, bütün ibadet ve hayırlarını artırırdı. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zamanlar da Ramazanʼda Cebrâil -aleyhisselâm-’ın, kendisiyle buluştuğu vakitlerdi. Cebrâil -aleyhisselâm-, Ramazanʼın her gecesinde Peygamber Efendimizʼle buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâil ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7)

Dolayısıyla ümmet-i Muhammed olarak bizler de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bu aydaki infak heyecanını, imkânımız ölçüsünde yaşamaya gayret etmeliyiz. “Malda, zekâttan başka da hak vardır.”[2] hakîkati mûcibince, maldan cömertliğin asgarî ölçüsü olan zekâtların dışında da infâk etmeyi, bu ayda müstesnâ bir fırsat bilmeliyiz. Bu rahmet ikliminden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, her zamankinden daha fazla bir gayret içine girmeliyiz.

Nasıl ki sporcular, bir final müsâbakası öncesinde kamplara çekilir, ihtilâttan men kararı alır, bütün dikkat ve gayretlerini, çıkacakları müsâbakaya teksif ederlerse; bir müʼmin de Ramazân-ı Şerîfʼin içinde barındırdığı büyük rahmetten lâyıkıyla istifâde edebilmek için, mânevî gayretlerini olabildiğince artırmalıdır.

ÖMÜR TEFEKKÜRÜ

Ramazân-ı Şerîfler, aynı zamanda, “hayat ve ölüm” üzerinde ciddî bir tefekkür vesîlesidir. Düşünmeliyiz ki geçen Ramazan’da aramızda olup da bu Ramazan’da âhirete intikal etmiş nice din kardeşlerimiz var.

Dolayısıyla bu Ramazanʼı, son Ramazanʼımız olabileceği şuuruyla ganimet bilip ihyâsı için ciddî bir gayret içinde olmamız îcâb eder.

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî bir lûtuf olarak senede bir aylığına bize gönderdiği bir “Tanrı misafiri” hükmündedir. O misafiri güzelce karşılamak, râzı ederek ağırlamak ve memnun ederek uğurlamak; onu bizlere lûtfeden Rabbimizʼin rızâ ve muhabbetine vesîledir. Biz de Ramazân-ı Şerîfʼi bu şuur ve idrâk ile ihyâ edelim ki, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla ebedî bir bayram huzuruna nâil olalım.

Cenâb-ı Hak cümlemize, Ramazân-ı Şerîfʼin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmeyi, ilâhî af, mağfiret ve inâyete nâil olarak ebedî bir bayram sürûru yaşayabilmeyi ihsân eylesin…

Âmîn!

Dipnotlar:

[1] Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64.

[2] Tirmizî, Zekât, 27/659-660. Ayrıca bkz. Bakara 2/177.