Kurban Sohbeti (Özel)

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

KURBAN SOHBETİ (ÖZEL)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine; ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kiram hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-i şerîflerine; dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, bu önümüzdeki rahmet bayramı, kurban bayramının ümmet-i Muhammed için bir rahmet, bereket olması, kardeşliğin artmasına vesîle olması niyâzıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Cümlenizden Allah râzı olsun. Buraya Allah rızâsı için toplanıldı. İnşâallah, bunun Cenâb-ı Hak bereketini ihsân eyler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Dâvud -aleyhisselâm-ʼın bir duâsını naklediyor. Yani bizlerin bu duânın içinde olmamızı arzu ediyor. Bu duâ şöyle:

“Yâ Rabbi! Bana kendini sevdir, sevdiğini sevdir, kendini ve sevdiğini sevdirecek ameller nasîb eyle!” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 72)

Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde en çok “Rahmân ve Rahîm” sıfatını bildiriyor, merhamet sıfatını. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dâimâ sağlığında da ve sağlığından sonraki merhametini bize bildiriyor.

“…Ben (buyuruyor, İsrâfil) Sûrʼu üfürünceye kadar (kabrimde) «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Yine duâlarda da, müʼminin ümmete duâ etmesini Allah Rasûlü istiyor. Hattâ Dâvud-i Tâî Hazretleri buyuruyor ki:

“Bir kişi (diyor), bir müslüman (diyor), en aşağı günde on sefer:

اَللّٰهُمَّ اصْلِحْ اُمَّتَ مُحَمَّد

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّتِ مُحَمَّد

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّتَ مُحَمَّد رَحْمَةً عَامَّةً

Bu duâyı yaparsa (diyor), Allah Rasûlüʼnü hoşnud eder.” diyor.

Demek ki burada kalbimizin dâimâ “ümmetî” diyebilmesi, diğergâm olması, hodgâmlıktan uzakta kalabilmesi…

Kurban, mâlum, fedakârlıktır. Tabi bu, okunan âyet-i kerîmede, Tevbe Sûresiʼnde, Cenâb-ı Hak îmânımızı test ediyor bizim. Test etmemizi istiyor.

Cenâb-ı Hak bize neler verdi? Mal verdi, sıhhat verdi, âfiyet verdi, can verdi. Ve bu verdiklerini bir malzeme olarak bizim, bir laboratuvar malzemesi, bu cihan dershânesinde, bununla kendimizi test etmemizi arzu ediyor. Malımız ne kadar bu yolda? Allâhʼın verdiği güç-kuvvet ne kadar Allah yolunda? Ve bunun da mukâbilinde bir satış olduğunu bunun, bir âhiret pazarlaması olduğunu, Cennet-Cehennem pazarlaması olduğunu ve Cenâb-ı Hak bu alışverişi yapmamızı arzu ediyor.

Bu alışveriş, Hâbil ile Kābilʼde başladı. Hâbil, büyük fedakârlıkla elindeki en büyük malzemeyi getirdi, koyunu. Öbürü de, Kābil de, cılız bir ot yığını getirdi. Cenâb-ı Hakkʼa olan samimiyetleri, ikisi de samimiyetini veya samimiyetten uzak olduklarını gösterdiler.

Tabi bunun en şahane misali, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼda. O da malını kurban etti. Cenâb-ı Hak, Halil İbrahim bereketi eyledi. Duâlarda hep “Yâ Rabbi! Halil İbrahim bereketi ihsan eyle!” (denilir.) Üç-dört bin seneden beri gelen bir duâdır.

Canını feda etmekten, tevhid karşısında, tevhîdi müdâfaa karşısında, tevhîdi tutup kaldırma dâvâsına, ateşe girmeye râzı oldu. Ve huzurla ateşe girdi. Cenâb-ı Hak da serin ve selâmet eyledi.

En son, evlâdı kaldı. O da, evlât, çok seviyordu onu. Tevhîde yardımcı olacaktı. Fakat onu da, Cenâb-ı Hak onu da ondan istedi. Onu da severek Cenâb-ı Hakkʼa adadı, Sâffât Sûresiʼnde. Cenâb-ı Hak:

“İbrahim! Sana selâm.” (Bkz. es-Sâffât, 109) buyurdu. İbrahim -aleyhisselâm-ʼı tebrik etti. Nereden tebrik etti? Dostluğundan tebrik etti. Kalbindeki dünyaya ait bütün tahtların yıkılmasına, o taht da Cenâb-ı Hakkʼın mazharı olduğu için, İbrahim -aleyhisselâm- tebrik edildi.

Demek ki kalbin, Cenâb-ı Hakkʼın mazharı olması. Ki o kalpte Cenâb-ı Hak tecellîler ihsân edecek. O kalp Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşacak.

Yine evliyâullahʼta hep bu fedakârlığı görüyoruz. Ubeydullah Ahrârʼı görüyoruz. (Kendisi de) açken, fakir, garip (birini görüyor, bir aşçıya) sarığını veriyor, aç bir insanı doyuruyor.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼni görüyoruz. Yedi sene insanlara, o insanlar bitiyor hayvanlara merhamet ediyor.

Efendimiz zamanında, yahut ondan hemen sonra tâbiîn (zamanında) bir köleyi görüyoruz; üç ekmeği bir köpekle paylaşıyor. Kendisinin günlük olan nafakasını, üç ekmek olan nafakasını bir köpekle paylaşıyor. O da Allâhʼın kuludur diyor. Onu da Allah yarattı, beni de Allah yarattı buyuruyor.

Velhâsıl, bunlar nedir? Hep test bunlar. Okunan âyetin testleri bunlar. Yani “mallarıyla canlarıyla Cennetʼi satın aldılar.” (Bkz. et-Tevbe, 111)

  1. Muradʼı görüyoruz: Bursa yemyeşildi, her türlü güzellik vardı. Akarsuları, ormanları, Uludağ vs… Îmânını test etmek için tâ Kosovaʼya gitti. Orada şehîd oldu. Ve duâ etti:

“–Yâ Rabbi! (dedi.) Her bayramın (dedi) bir kurbanı vardır (dedi). Yarın bir iyd olsun, bayram olsun (dedi). Bu bayramın da kurbanı, Senʼin Murad kulun olsun.” dedi.

Fâtih, İstanbulʼu fethetti.

لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) hadîsinin şerefine nâil oldu. 10 sene sonra Bosnaʼyı fethetti. Orada bütün Boşnakların yüzde yüzü müslüman oldu. Niyet, ihlâs…

İşkodraʼya geçti. İhtiyar hâlinde üç sefer İşkodraʼya sefer yaptı. Arnavutluğun aşağı yukarı müslüman olmasına vesîle oldu.

Hep bunlar nedir? Îmânı test etmek, fedakârlık…

Kânûnî; ihtiyar yaşında, beline ip bağlayarak dik durdu askerinin karşısında. Viyanaʼda kumanda mevkiindeyken şehîd oldu.

Saymakla bitiremeyiz…

Velhâsıl, ümmetin derdiyle dertlenmek… Hidâyet derdiyle dertlenmek. Ve hidâyette de en mühim müessir, vâsıta, ihsân etmektir. Yani ne kadar ihsân edersen, o kadar hidâyete vesîle olursun.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke seferinden evvel, Mekke Fethiʼnden evvel 500.000 dinar gönderdi bütün Mekkeʼnin fukaralarına. Kansız bir fetih oldu. “Sen faziletli kardeşsin.” dedi bütün Mekkeliler, müslüman oldular.

İnsan, ihsâna mağlûptur. İnsanın ihsân edebilmesi için fedakârlık ister. Fedakârlık da muhabbetin kantarıdır. Yani muhabbetin ne kadarsa fedakârlığın da o kadardır.

Velhâsıl kurban; merhamet, fedakârlık, tevekkül, teslîmiyet eğitiminin yapıldığı bir mevsim. Bir dostluk tâlimi. Cenâb-ı Hakʼla dostluk, müʼminlerle de bir kardeşlik tâlimi…

Kurban; mal ve candan, âyet-i kerîmenin muktezâsının içine girerek Allâhʼa yaklaşmanın en büyük vâsıtalarından biridir; malı ve canı Allah yolunda seferber edebilmek.

Bu kurban, hicretin 2. senesinde emredildi. Kurban, hayatın her safhasında kurban lâzım. Sırf bir koyunu kesmekle kurban olmaz. O da çok mühimdir ama, sırf o kâfî değil.

Kurban; cimrilik ve mal sevgisinden insanı kurtarır ve fedakârlığın şartıdır. Kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma, en mühim burada, bir gönle girme. Bir fukarâyı sevindirme ve bir duâ alabilme.

İki cenaze geçer. Efendimiz, birine “وَجَبَتْ” der, “vâcib oldu” der. İkincisi geçer, ona da aynı “وَجَبَتْ” der.

Ashâb-ı kirâm der ki:

“–Yâ Rasûlâllah! İkisine de vâcib oldu dediniz.”

Efendimiz buyurdu ki:

“–Birine siz hüsn-i zanda bulundunuz. (Hüsn-i hâl kağıdı verdiniz.) Ona Cennet vâcib oldu. Öbürüne geri durdunuz, müstağnî kaldınız. Ona da Cehennemʼde kötü bir âkıbet vâcib oldu.” (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)

Arkadaşlarımız bu kurbanda Afrikaʼya gittikleri zaman, daha Osmanlıʼnın gitmediği yerlere bile, ancak kitaplarının gittiği yerlere, yardımının gittiği yerlerden sesler geldi:

“–Sizler (dedi) Abdülhamidʼin torunlarısınız (dedi). Merhamet… Devam ediyorsunuz (dedi). Siz (dedi) Allah Rasûlüʼnün لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) buyurduğu, müjdelediği bir Fâtihʼin torunlarısınız…” dedi.

Demek ki ecdâd, bir hüsn-i hâl kağıdı aldı. Hiçbir gidilen yerde, Osmanlıʼyı hep dâimâ -hataları da olabilir Osmanlıʼnın- fakat hiçbir yerde hatâsı söylenmiyor. Her tarafta onun sehâveti, cömertliği ve merhameti methediliyor. Bu çok güzel bir şey bizim için de. Güzel bir sohbet bu…

Velhâsıl, malı, canı, evlâdı, Allah ne nîmet vermişse bunların hepsini, Allâhʼın verdiği bütün nîmetleri Oʼnun dostluğuna vasıta kılabilmek…

Buna İbrahim -aleyhisselâm- misal. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bunun zirvesi.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bizden ihlâs istiyor, samimiyet istiyor. Hasbeten lillâh, ivazsız garezsiz gayret istiyor.

Kalp, Cenâb-ı Hakkʼa açılacak. Bir acziyet içinde, yaptığımız fedakârlığı az göreceğiz. Rabbimiz:

“Onların ne etleri, ne de kanları Allâhʼa ulaşır. Fakat Oʼna sadece sizin takvânız ulaşır.” (el-Hac, 37) buyuruyor.

Âyet-i kerîmede:

“Allah muhsinleri (güzel davrananları) sever.” (el-Bakara, 195) buyruluyor.

Mevlânâ da bunun zıddını alıyor:

“Sakın (diyor) keçinin (diyor), gölgesini kurban etme!” diyor. İşin diyor, fizikî tarafına bakma diyor. Fizikî tarafı da mühim. Fizik olmadan, zarf olmadan mazruf olmaz. Fakat sen işin diyor, mazrûfuna dikkat et diyor. Buradaki diyor, ihlâsa dikkat et diyor.

Hakîkaten bu bize bir kurbanın, ayrı bir ufuk açması lâzım.

Yalnız “keçinin gölgesini kurban etme” değil; keçiyi kim gönderdi? Niye gönderdi? Biz keçi olarak, kurban olarak gelebilirdik dünyaya. Demek ki kurban tefekkürî bir ibadet bir noktada… Yani o gördüğümüz mâsum hayvanlar yerine biz gelebilirdik, insanlar. Biz de onların içinde bulunabilirdik.

Demek burada, bir de bu kurbanla Cenâb-ı Hakkʼın bir nîmeti hatırlanacak. Öyle bir kurban kesiliyor ki derisi fayda, eti fayda, kemikleri fayda, gübresi fayda. Hepsi bunların kime ikram ediliyor? İnsana ikram ediliyor. Ne için ikram ediliyor? Cenâb-ı Hakkʼın kendisine dost olduğunu bilsin, mükerrem kıldığını bilsin, o da Cenâb-ı Hakkʼa dost olsun.

Onun için büyükler bu hususta çok titiz dururlardı. Bir tefekkürî ibadet. Bir çukuru kazarken, o çukurda kurbanları, o çukura tekrar bir toprak dökülürdü.

Allah o hayvanlara da ayrı bir hissiyat ihsan eyledi. Hattâ evvelki senelerde Rusyaʼda bir dana kesileceği zaman, dana gidip, boğa gidip çukuruna kendisi yatıyor…

Tefekkürî bir ibadet çok. Yani çok düşünmek… Bir de can vermeyi düşünmek lâzım. Yani ne kadar o hayvan çırpınıyor? Biz nasıl can vereceğiz? O Fussilet Sûresiʼndeki gibi can vermek arzu ediyor muyuz?

“Melekler iner; «Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.»” (Fussilet, 30)

Hep tefekkürî bir ibadet. Yani çok faydalı. Ümmet-i Muhammedʼin duâsını alacaksın. İhsân edecek, ikram edeceksin. Sen orada bir, mânevî bir, fiilî bir sohbete iştirâk ediyorsun o hayvan kesilirken. Bir tahtayı kesmiyorsun. Yani Cenâb-ı Hakkʼın ihsân ettiği bir lûtfu. Sana Cenâb-ı Hak orada büyük bir lûtfunu hatırlatıyor. Kendi âkıbetini düşüneceksin. Ben nasıl can vereceğim?..

Allâhʼın nîmetlerini düşüneceksin; “aman yâ Rabbi!” diyeceksin. Bir hayvandan, öyle bir Cenâb-ı Hak sana ihsân ediyor ki, her şeyi fayda. Peki ben nasıl o zaman teşekkür edeceğim Cenâb-ı Hakkʼa?

Rahmetli pederim, daha ötede Sâmi Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri (kurban kesilirken) muhakkak ayakta dururlardı. Sandalyeye oturmazlardı. Tefekkürî bir ibadet olarak kurbanı bitinceye kadar ayakta beklerlerdi. Ondan sonra geçerler, iki rekât bir şükür namazı kılarlardı.

Kurban işi bir kasaplık işi değil. Evet zâhirinde kasaplık var ama o kasaplığın da derûnunda çok seyredilecek pencereler var. Onun için bu hizmet çok mühim bir hizmet.

Dünya, ezelle ebed arasında rûhun bir gurbet diyarı. Ruh, Cenâb-ı Hakʼtan geldi.

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِى (“…Ona rûhumdan üflediğim (zaman)…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72])

Ve bu gurbet âlemine atıldı. Büyük zâtlar, o şekilde gurbet olarak, bilhassa Hazret-i Mevlânâ ve emsâlleri gurbet olarak görür. Bayram da sürur ve ıztıraplarla dolu bir gurbet âleminde Rabbin kullarına ihsân ettiği bir sürur günüdür, bir sevinç günüdür.

Bu sürur gününde bir müʼmine yakışan; kimsesizlerin, gariplerin, yalnızların yanıbaşında bulunabilmek. Bu da tefekkürî bir ibadet olacak: “Ben onlar gibi olabilirdim, onlar da benim gibi olabilirdi. Ben onlar gibi olsam benim gibi olanlardan ben ne beklerdim?” Yine burada bir tefekkürî bir hâlimiz olması lâzım.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hâli vurgular:

“Müʼminin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyurur. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Demek ki müslümanın bir dert taşıması lâzım. “Allah bana verdi, ona vermedi. Bana niye verdi, ona niye vermedi? Demek ki ben onun eksiklerini telâfî etmem lâzım.” Yani temiz bir vicdanın tefekkürü bu olması lâzım. Onun için “…derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyuruyor. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Seriyy-i Sakatî Hazretleri Şamʼda hadîs-i şerîf okutuyor. Bu hadîs-i şerîfi okuyor:

“Müʼminin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” hadîs-i şerîfini okuyor. Bu sırada talebesi geliyor:

“–Üstad (diyor), sizin mahalle yandı (diyor). Yalnız sizin ev kurtuldu.” diyor.

“–Elhamdü lillâh!” diyor.

Otuz sene sonra bir arkadaşına:

“–Ben (diyor) otuz senedir onun derdindeyim. O hâlimin derdindeyim (diyor). Hâlimi muhâsebe hâlindeyim (diyor). O gün ben kendimin evinin yanmamasına sevindim, fakat evi yananları düşünemedim.

Şimdi bu Afrika, evi yananlar, evi yananlar… Daha evvel meselâ Maliʼyi alalım; Medîne-Mekke Harameynʼe altın götürürlerdi. Yine İslâmʼın ilk neşʼet ettiği yerlerden biri Habeşistan, Afrika. Evi yananlar, yani iki asırdır evleri yanıyor. Madenleri alınıyor, petrolleri alınıyor, her şeyleri alınıyor, aşiretler birbirine düşürülüyor. Yokluk, gariplik, kimsesizlik, sahipsizlik… Bunlarla bir, hakîkaten bunların derdiyle dertlenelim.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Müʼminin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” buyuruyor. (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Bu dertlenmenin neticesinde ne olacak? -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz (buyurduğu üzere) kıyamet günü Arşʼın altında kalan yedi kişiden biri olacak. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Onun için müʼminlik, sohbet, kahvehâne, kahve, çay sohbeti değildir. Yani gönül sohbetidir, dertlenmedir. Niye Cenâb-ı Hak cemaatle kılmamızı arzu ediyor bizim? Müʼmin orada beraber: “اِيَّاكَ نَعْبُدُ” ((Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk ederiz…” [el-Fâtiha, 5]) Beraber duâ edeceksin. Beraber dertleneceksin. Kardeşinin derdini şey yapacaksın. İctimâîleşeceksin orada. Ferdî olarak kalmayacaksın evinde. Toplumun derdinden dertleneceksin, kendini mesʼûl göreceksin. Hac öyle…

Onun için Mevlânâ:

“Keçinin (diyor), gölgesini kurban etme!” buyuruyor.

Onun için bize, işte yedi sınıftan biri; “Allah için birbirini severek kardeş olanlar.” buyruluyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Bize din kardeşliğini tattıran güzel bir ibadet. Onun için bayramlar bir tatil günü değildir. Şimdi tatil günü oldu bu asırda. Globalleşen bir dünya, bayramları tatil hâline getirdi.

Cenâb-ı Hak gezsinler, tozsunlar diye Ramazân-ı Şerîfʼten sonra bir bayram vermiyor. Herhangi, senenin ortasında bir bayram yok. Cenâb-ı Hak gelişigüzel bir bayram ihsân etmiyor. Bir vâkıadan sonra, bir kalbî hamleden sonra Cenâb-ı Hak bir bayram ihsân ediyor. Bir hacdan sonra bir bayram gelecek. Bir takvâ hayatından sonra bayram gelecek. Onun için bayramlar hep içtimâîleşme günleridir. Tatil, teneşirde başlayacak. Tatil, atâlet kelimesinden geliyor, tembellik kelimesinden gelir tatil.

Velhâsıl kurbanın bize hatırlattığı, fedakârlıktır. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âilesine bir kurban kesti. Eve döndü:

“‒Âişe! (dedi.) Kurbandan bize ne bıraktın?” dedi.

Efendimiz, kürek kesimini severdi.

“‒Yâ Rasûlâllah! (dedi.) Bize kürek kemiği kısmını bıraktım (dedi). Diğerlerini dağıttım.” dedi.

“‒Yâ Âişe! Demek ki bütün dağıttıkların bizim oldu.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Yalnız o bıraktığın kürek kısmı bizim olmadı, dedi. Dağıttıkların bizim oldu, dedi.

Niye? Zira Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) buyuruyor. “Ben alırım” buyuruyor. Cenâb-ı Hak alınca ne olacak bunu? يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ Sana 700ʼe kadar misliyle bunu ikram edecek senin samimiyetine göre.

Yine bir sahâbe-i kirâmdan birine bir koyun başı hediye edildi. Bu koyun başı yedi tane haneyi döndü. Yine ilk verenin yerine geldi. İşte diğergâmlık ve îsar hâli. Kendinden koparıp verme hâli. Bunu istiyor Cenâb-ı Hak. Yine bunun en güzel misâli İnsan Sûresiʼnde, Fâtıma Vâlidemizʼle Ali -radıyallâhu anh-…

Kendileri muhtaçtı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir hurma bahçesini suladı. Biraz arpa verildi. Fâtıma Vâlidemiz onu değirmende öğüttü. Ekmek hâline geldi. Yoksul geldi:

“‒Lillâh!” dedi.

Koparıp vermediler, tamamını verdiler. Kendileri muhtaçtı, âyet-i kerîme öyle bildiriyor.

Ondan sonra yetim geldi. Yetim de:

“‒Lillâh!” dedi.

Ona da tamamını verdiler. Cenâb-ı Hak bize bu sahneyi bildiriyor. Bu işin zarf tarafından sonra Cenâb-ı Hak işin mazruf tarafını bildiriyor. Onlar diyorlar ki:

“Sizden bir teşekkür beklemiyoruz.” (Bkz. el-İnsân, 9)

Yani fânîlerden bir iltifat istemiyorlar. Çünkü tamamen “يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ” olsun. Tamamen Cenâb-ı Hakkʼa gitsin. “Biz sizden teşekkür beklemiyoruz. Bize teşekkür etmeyin.” diyorlar. Niye teşekkür etmeyecekler? Onun gerekçesini âyet-i kerîme bildiriyor:

“عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا” diyor. “Sert ve belâlı günden korkarız.” diyorlar. (el-İnsân, 10) O kıyâmet gününden korkarız, diyorlar. O mukassî günden, sıkıcı günden korkarız diyorlar.

“Allah da (celle celâlühû) onları o sıkıcı, o mukassî günden, o iptilâlı günden kurtarır ve gönüllerine sevinç verir.” buyruluyor. (el-İnsân, 11)

Demek ki bu infak, o kadar mühim.

Bir ara açlık oldu. Efendimiz buyurdu; kurban etlerinin üç günden fazla saklanmamasını emretti. Sonra bollaştı. Ondan sonra:

“‒Siz (dedi), kurbanı (dedi) biriktirebilirsiniz.” (Bkz. Müslim, Edâhî, 28, 34; Ebû Dâvud, Edâhî, 9-10/2812)

Yani Güneşʼte kurutup etini zaman zaman bizdeki kavurma gibi kullanıyorlardı. Fakat ilk üç günde, o kıtlık zamanında biriktirilmemesini emretti.

Bugün Afrika buna girer mi girmez mi? Onu Afrikaʼya giden kardeşler, bunun misâlini güzelce anlatırlar.

Tabi, bu kurbanın ehemmiyetini, bir de şurada görüyoruz. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccıʼnda 300 kurbandan 63ʼünü kendisi kesmiştir.

Yine şu bir; dâimâ dünyada muhtaç, sağlama ihtiyacı vardır. Hastanın sağlama ihtiyacı vardır. Fakat kıyâmet gününde de sağlam, hastaya muhtaçtır. Zira hadîs-i şerîfte (buyrulduğu üzere) Cenâb-ı Hak kıyâmet günü soracak:

“‒Ben hastaydım Benʼi ziyarete gelmedin. Eğer şu hasta kulumu, şu yoksul kulumu, şu garip kulumu ziyaret etmiş olsaydın, Benʼi onun yanında bulacaktın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 43)

Bir de böyle bir bunun, hizmetin, ayrı bir güzel tarafı var.

Bu dünyada mühim olan, bu, Cenâb-ı Hakkʼa sâlih bir kul olarak Allah dostu olabilmek. Önümüzde dört tane bayram var. Bu fânî bayramlardan sonra, iki tane bu fânî bayram. Bu iki fânî bayram, bize dört büyük bayramı hatırlatmalı:

Birincisi, “son nefes” bayramı:

Bu da zor bir bayram. Şu bardağı dolduran damlalar gibi her hayırlı ve şerli en ufak bir zerreler bile toplanacak. Ve son damla gelince bardak taşacak. Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

(“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” [Âl-i İmrân, 102]) buyuruyor.

Başka çâre yok, “ancak müslümanlar olarak can verin” buyuruyor. Başka çâreniz yok, diyor Cenâb-ı Hak. Fakat bunun da, müslümanlar olarak can verebilmeniz için de “Allâhʼın azametine yaraşır şekilde takvâ sahibi olun” buyruluyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 102)

Yani o takvâ merhalesine yol kat edilecek. Ondan sonra Cenâb-ı Hak; “Sakın ha başka türlü ölmeyin.” buyuruyor, “ancak müslümanlar olarak can verin” buyuruyor. Bu da o takvâ sahipleri için de Cenâb-ı Hak yine Fussilet Sûresiʼnde:

“Şüphesiz Rabbimiz Allahʼtır deyip…” Allah rızâsı hedeflenecek her işimizde. ثُمَّ اسْتَقَامُوا (sonra istikâmet üzere olanlar) -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin izinden gidilecek. Her hâlimizi Oʼnun hâliyle mîzân edeceğiz. Böyle olursak ölüm ânı, canın gırtlağa geldiği zaman “Melekler iner:

«‒Korkmayın, üzülmeyin, Allâhʼın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Bkz. Fussilet, 30)

En büyük bayram bu birinci merhale.

İkinci merhale; “kıyamet” bayramı:

O da büyük bir infilâk. Bir Aygaz tüpünün infilâkı değil. Sekiz derecelik bir depremin infilâkı değil. Bütün semâvâtın, yeryüzünün, denizlerin, hepsinin, dağların infilâkı. Ve bu infilâkta ikinci bayram:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar (o kıyâmette) üzülmeyeceklerdir, onlar korkmayacaklardır.” (el-Bakara 62, 277)

Üçüncü bayram; o zor gün, herkes peygamberine sığınacak. Peygamberler de kendi tebliğ durumundan dolayı onlar da bir endişe içinde. Çünkü Cenâb-ı Hak; “peygamberleri de hesaba çekeceğiz” buyuruyor. (Bkz. el-A‘râf, 6) Hepsi Peygamber Efendimizʼi gösterecekler. Biz de Oʼnun şefâatine sığınacağız.

Cenâb-ı Hak bizleri; “Ilımlı ümmet olarak yarattık sizleri, yeryüzünde Allâhʼın dînini temsil edersiniz. Allâhʼın şâhidisiniz. Peygamber de size şâhit olsun.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143)

Peygamber Efendimizʼin vizesine muhtacız orada. O vizeyi alırsak bu da üçüncü bayramımız olacak -inşâallah-.

Çünkü O, çok raûf ve çok rahîm. (Bkz. et-Tevbe, 128) Çok merhametli, çok şefkatli. Kurʼân-ı Kerîmʼde başka peygambere bu iki sıfat verilmiyor. Zirvede Peygamber Efendimiz.

Demek ki ümmeti de öyle olacak. Raûf ve rahîm olacak. Çok merhametli ve çok şefkatli olacak.

“يَوْمُ الْفَصْلِ” buyruluyor. O gün ayrılacak müʼminler, sâdıklar, mücrimler ayrılacak.

“Mücrimler! Ayrılın!” (Yâsîn, 59) denilecek. Bu dünyada beraberiz. Orada ayrılacak. “Mücrimler! Ayrılın!” denilecek. Mücrimler bir taraf olacak; müʼminler, Allâhʼın güzel kulları bir taraf olacak. Üçüncü bayram da bu olacak o zaman.

Dördüncü bayram da, bu büyük kalbî seviyesi bulunanlar için, bu da “ruʼyetullah” bayramı. İki Cennetʼten ikinci Cennetʼe nâil olacaklar.

Velhâsıl hep önümüzde Rabbimiz -elhamdü lillah- bize devamlı âyetlerle, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle… Bu, güzel bir laboratuvar bu dünya. Dehşetli bir laboratuvar. İlâhî azametin bir laboratuvarı. Cenâb-ı Hak da, sanki bir Cennetʼten kırıntı hâlinde neye baksak bir azamet-i ilâhî tecellîsi (sergiliyor)… Cenâb-ı Hak orada, dost, dostuna ihsân edecek.

Şimdi, Efendimiz buyuruyor:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Sahâbenin derdi buydu. Ben, diyordu sahâbî, burada bir huzurdayım. Maldan huzurda değil, fakirlikten huzurda değil, zenginlikten, şeyden huzurda değil. Allah Rasûlüʼyle beraber olmaktan huzurlu. O huzur, öyle bir huzur oldu ki, bütün huzurları bertaraf etti. Onun için dâimâ diyordu; “emret” diyordu. “Yâ Rasûlâllah! Emret Sen!” diyordu. “Canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyordu.

Rasûlullah Efendimizʼin bir şeyi arzu etmesine sahâbî büyük bir Cennet sevinci içindeydi. İsterse karşısında bir ölüm olsun…

“‒Bu mektubu kim götürecek?” deyince herkes ayağa kalkıyordu. Nasıl gidecek, nasıl yapacak, cellâtların yanında nasıl okuyacak, hiç onu düşünmüyordu. Yeter ki Allah Rasûlüʼnün gönlünde bir şeyi olsun.

Efendimiz buyuruyor:

“Bana en yakınlar, müttakîlerdir. Hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun müttakîlerdir. Bana en yakın onlardır.” buyuruyor. (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22 )

Velhâsıl;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Kendi kendimizi bir mîzân edeceğiz. Sahâbe bu mîzan hâlindeydi.

“Servet karşısında ben nasıl Allah Rasûlüʼyle beraberim? Yokluk karşısında ne kadar Oʼnunla beraberim? Çileler karşısında ben ne kadar Oʼnunla beraberim? Zaferler karşısında ben ne kadar Oʼnunla beraberim? Yetimler, garipler, kimsesizler karşısında, mazlumlar karşısında ne kadar Oʼnunla beraberim? Ve bu vesîleyle Allah Rasûlüʼne ben ne kadar yakınım?” Kendi kendini bir muhâsebe durumu.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

“Ey insanlar!اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ hadîsini yanlış anlamayın (buyuruyor). “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîsini yanlış anlamayın sakın (diyor). Siz Allah Rasûlüʼnün o sâlih amellerini işlemedikçe salih olamazsınız.” buyuruyor.

Hattâ devam ediyor:

“Yahudiler ve hristiyanlar kendilerinin peygamberlerini sevdiklerini iddiâ ederler, fakat onların yolundan gitmezler. Siz sakın onlar gibi olmayın.” buyuruyor.

Yine Fudayl bin Iyaz Hazretleri:

“Sen (diyor), Firdevs Cennetiʼnde peygamberler ve sıddıklarla bir arada bulunmayı istiyorsan (diyor), buna karşılık olarak ne amel işliyorsun? (diyor.) Burada kendini bir muhâsebe et (diyor). Hangi şehevî arzuyu kırdın? (diyor.) Hangi hiddeti yendin? (diyor.) Sana gelmeyen hangi akrabana gittin? (diyor.) Kardeşinin sana kusuru olanın kusurunu affettin mi? (diyor.) Allah için hangi yakınından uzaklaştın veya hangi uzakta olana yaklaştın?” buyuruyor.

Yine Efendimiz, Muaz bin Cebelʼi Yemenʼe gönderirken;

“‒Muaz!” dedi. Ağladı Muaz. “‒Bir daha beni göremezsin.” dedi. “Ağlama Muaz (dedi), bana en yakınlar (dedi), müttakîlerdir.” (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22 )

Yani müttakî, hayatın her safhasında Oʼnunla beraber olacak. Bir yerde bir boşluk olmayacak. İbadette, muâmelâtta, ahlâkta vesâirede. Tabi sahâbede bunun misalleri çok fazla. Nasıl iç içe oluyor Allah Rasûlü ile?..

Hudeybiyeʼde Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼı akrabaları olduğu için Mekkeʼye bir aracı olarak gönderildi. Ona dediler ki:

“‒Sen serbestsin (dediler). Sen tavâf et (dediler) Kâbeʼyi.”

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:

“‒Yok (dedi), ben Allah Rasûlüʼnün kabul edilmediği yerde ben de yokum.” dedi.

Yani Kâbeʼyi tavâf etmedi orada. Mâdem siz Allah Rasûlüʼnü kabul etmiyorsunuz burada, burada ben de yokum. Yani sizin akrabalığınız sıfır, demek istedi. Nasıl Allah Rasûlü ile bir iç içe sahâbe yaşıyordu?

Efendimiz de sahâbe ile iç içe yaşıyordu. Hudeybiyeʼde o biat edilirken Bîatüʼr-Rıdvânʼda, ağacın altında, Efendimiz bütün o sahâbîler bir biat hâlindeydi. Tabi Osman -radıyallâhu anh- Mekkeʼde göz hapsinde, gelemedi. Efendimiz iki elini üst üste koydu.

“‒Bu (dedi), Osmanʼın eli (dedi), bu (dedi) benim elim (dedi). Ben (dedi) burada biat hâlinde…”

Nasıl bir cereyan hattı gidip geliyor? Yani nasıl bir muhabbet olacak ki, hayatımızın her safhasında Efendimizʼle bu cereyan hattı devam edecek?..

Bu kardeşliğin misalleri çok. Meselâ bir Yermuk Harbi var. Bir bardak su, üç tane şehidin arasında kalıyor. Hâris, İkrime ve Iyaş. Üçü de birbirine ikram ederken, kızgın, 50 derece o çölün altında susuzluktan dudakları patlayarak. Oradan “su su” (diye ses) gelince üçü de birbirine şey yapıyor. Bir bardak su, üç şehidin ortasında kalıyor. (Bkz. Kurtubî, XVII, 28; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 318; Hâkim, III, 270/5058)

Nasıl bir kardeşlik yaşandı? İşte Arşʼın altında gölgesinde kıyâmet günü kalacaklar kimler?

Velhâsıl, iki bayram. Bir bayram geçirdik. Çok tabi bayramlar geçirdik: Ramazan bayramı ve kurban bayramı.

Ramazan bayramı, takvâ ile yaşanan bir ayın sonunda ikram edilen bir bayramdır. Biz bu takvâyı ömür boyu devam ettirmeliyiz ki son nefes bir bayram sabahı olsun.

Kurban bayramı da bütün tedâîleriyle, bütün çağrışımlarıyla, Allah için yapılan fedakârlıklarla, candan ve maldan geçişlerle Hakkʼa yaklaşmak, Cenâb-ı Hakkʼın husûsî ikram ve rızâsına erişme bayramı olacağını hatırlamamız lâzım. Başta kendime bunu söylüyorum ki bu, son nefes bayramına -inşâallah- yaklaşalım.

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

(“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” [Âl-i İmrân, 102])

Ona erelim.

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” [Yûsuf, 101])

Cenâb-ı Hak da, -inşâallah- bizim müslüman olarak canımızı alır ve bizi sâlihlerle beraber eyler -inşâallah-

Allah cümlenizden râzı olsun. Buraya hizmet için gelindi, ivazsız garezsiz. Cenâb-ı Hak bu ziyaretinize büyük bereketler ihsân ve lûtfeylesin. Teşekkür ediyoruz.

Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..