Genç Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Ekim Sayı: 205
Muhterem Efendim, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, câhiliye insanını, Kur’ân-ı Kerîm vesîlesiyle ashâb-ı kirâm olarak inşâ ve ihyâ etti. Peki günümüz gençliğinin, inşâ ve ihyâ olmak için Kur’ân ile nasıl bir yakınlığı olmalı? Bu hususta ne buyurursunuz?
Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılınmış olmak, Rabbimiz’in insana dünyadaki lûtuf ve ikramlarının en büyüklerinden biri… Zira Kur’ân-ı Kerîm, hayat yolculuğunun meçhullerini mâlum kılan, sıkıntılarını çözüme kavuşturan, karanlıklarını aydınlatan, akıl ve kalp için her bakımdan tatminkâr deliller ihtivâ eden yegâne hak kitaptır.
Bu bakımdan -suâlinizde ifade ettiğiniz gibi- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, câhiliye insanını Kur’ân ile inşâ ve ihyâ etti. Yani onları cehâlet çukurundan alarak fazîletin en yüksek seviyesine, Kur’ân-ı Kerîm ile çıkardı. Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in şahsında ve güzel ahlâkında sergilenen Kur’ân’a râm oldu, ittibâ etti, değer buldu. Zira Kur’ân azizdir, izzet bahşeder. Bugün bizlere izzet bahşedecek olan da, Kur’ân’a sımsıkı sarılmak ve emirleri istikâmetinde yaşamaya gayret etmektir.
Çünkü ebedî kurtuluşa erebilmek için, Kur’ân’ın saâdet haritası üzerinde sadece göz gezdirmek, tek başına kâfî değildir. Asıl olan, okunan âyet-i kerîmelerin mânâ iklimine girebilmek, tefekküründe derinleşmek ve hayatımızı o istikâmette tanzim etmektir.
Yani yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i, mahrecine, tecvidine riâyetle bol bol tilâvet edeceğiz, bununla beraber derûnundaki mânâlara vâkıf olarak hayatımıza tatbik etmeye gayret göstereceğiz. İmâm Gazâlî Hazretleri’nin tâbiriyle;
“Dilimiz, okuyacak; aklımız, firâsetiyle tercüme ve tefekkür edecek, kalbimiz de hazmedip ders alacak.” (Bkz. İhyâ, I, 816)
Bursevî Hazretleri, Rûhu’l-Beyan adlı tefsîrinde bir misal zikrediyor. Hülâsaten nakledeyim:
“Bir padişah, emri altındakilerden birini bir şehre vâli tâyin eder. Gönderildiği şehrin halkı kendisine itaat etsin diye, eline de mühürlü bir vesika teslim eder. Vâli gidip vazifeye başlar. Halk tarafından çok sevilir ve itaat olunur.
Belli bir süre sonra padişah vâliye bir mektup yazarak kendisi için orada büyük bir saray yaptırmasını ister. Mektup vâliye ulaşır. Vâli, her gün mektubu açıp okur, fakat padişahın emrini tutup da kendisinden beklenen vazifeyi bir türlü yerine getirmez.”
Bursevî Hazretleri, zikrettiği bu misâli, şu suallerle tamamlar:
“Gelip de emrettiği şeyin yapılmadığını gören padişah, vâliye iyilik ve ihsanda mı bulunur, yoksa onu cezalandırıp hapse mi atar?”
Teşbihte hatâ olmasın, Rabbimizʼin insanlığa son olarak gönderdiği Cennet dâvetiyesi ve hidâyet mektubu olan Kur’ân-ı Kerîm de bunun gibidir. Rabbimiz, sayısız nîmetleriyle perverde kıldığı ve bir de Kurʼân-ı Kerîmʼe muhatap olma lûtfunda bulunduğu kullarından, ilâhî emirlerini yerine getirmelerini istiyor. Onlara;
“Namazı kılınız, zekâtı veriniz…” (el-Bakara, 110)
“…Oruç size farz kılındı…” (el-Bakara, 183)
“…Gücü yetenlere hac farz kılındı…” (Âl-i İmrân, 97) buyurarak yapmaları gereken ibadetleri açıklıyor.
Yine insanlar arası münâsebetlerin nasıl olması gerektiği hususunda da:
“Biz, insana, ana babasına iyilik etmesini emrettik…” (el-Ankebût, 8)
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)
“…Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze (konuya) geçinceye kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz…” (en-Nisâ, 140)
“Muhakkak ki Allah, adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90) buyuruyor. Bu ilâhî emir ve nehiylere dâir misalleri çoğaltmak mümkün.
Fakat Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’ın şu tespiti çok mânidar:
“Kur’ân, kendisiyle amel edilsin diye indirilmiştir. Fakat insanlar onu okumayı amel edindiler!..” (Bkz. Serahsî, Mebsût, I, 200, Beyrut, 1331)
Dolayısıyla, emirlerini yerine getirmeden sadece Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, padişahın mektubunu, gereğini yapmadan okumaya benzer.
Hâlbuki Kur’ân’dan asıl istifade, ahlâkıyla ahlâklanıp ahkâmını tatbîke gayret göstermekle gerçekleşir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbına ve dolayısıyla biz ümmetine tâlimi de bu istikâmettedir.
Nitekim Ebû Abdurrahman es-Sülemî şöyle anlatıyor:
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bizlere Kur’ân-ı Kerîm tâlim eden bir zât vardı. Bize şöyle demişti:
«Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bu âyetlerdeki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bize hem ilmi hem de ameli (birlikte) öğretirdi.»” (İbn-i Hanbel, V, 410; Heysemî, I, 165)
Bizler de kendimize, Kur’ân-ı Kerîm ile nasıl bir ünsiyetimiz bulunduğunu soralım. Onu ne kadar duygu derinliği içinde okuyabiliyor ve hayatımıza aksettirmeye çalışıyoruz? Muhtevâsıyla yeterince alâkadar olabiliyor muyuz?
Rabbimiz, Fâtır Sûresi’nin 29. âyetinde, üç zümrenin “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ : aslâ zarara uğramayacak bir kazanç” elde edeceğini bildiriyor:
Birinci grup; “يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ : Allâh’ın âyetlerini tilâvet edenler (yani yaşayan ve yaşatanlar).”
İkinci grup; “وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ : Namazı kılanlar.”
Üçüncü grup ise; “وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً : Kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarf edenler.”
Bizler de bu muhtevaya girebilmek için gayret edeceğiz. Kur’ân’dan aslâ uzak kalmayacağız. Zira, -Allah muhafaza buyursun- Kur’ân’dan uzak bir hayat, mutlak bir ebediyet intiharıdır!
1900 yılında, İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Avam Kamarası’nda Kur’ân-ı Kerîm’i eline almış ve;
“Bu Kitap müslümanların elinde oldukça, bizim onlara hâkim olmamız mümkün değildir. Ya bu Kitab’ı onların elinden almalıyız, ya da müslümanları ondan soğutmalıyız.” demiştir. Bugün de bunun için gayret ediyorlar.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, biz ümmetini şöyle îkaz buyuruyor:
“Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18)
Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîmʼden istifâde hususunda insanoğlunun durumunu şöyle beyan buyuruyor:
“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)
Yani insanların kimisi Kur’ân okuduğu hâlde, okuduğu boğazından aşağıya inmez, kalbinde mâkes bulmaz, hâl ve davranışlarına yansımaz. Onu tozlu raflarda iki kapak arasına hapseder. Böylece en büyük nîmeti ziyân ederek kendisine yazık edenlerden olur.
Kimisi ise orta yoldadır, kâh Kur’ân-ı Kerîm ile amel eder, kâh ihmâl eder. Yani nefs-i levvâmenin gelgitleri içinde bocalar durur.
Kimisi de vardır ki Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle Hakkʼa râm olup sürekli hayır-hasenatta mesafe kateder. İşte âhirette en kazançlı çıkacak olanlar da fânî hayatlarını bu fedakârlık ufkunda yaşayabilen bahtiyar kullardır.
Allâh’ın verdiği bu nîmete karşı nankör olmamak îcâb ediyor. Nankör olmamak için de Kurʼânʼı yaşayıp yaşatacağız.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet! Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?.. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.”
Velhâsıl herkes aynı rahle başında oturup Kur’ân okuyabilir. Fakat herkes kalbî derinliği nisbetinde Kur’ân’dan farklı nasipler alır. Zira Kur’ân’ın mânâları, kulun Hakk’a yakınlığı derecesinde açılır. Tıpkı bir denize kıyısından bakanların onun sathını görmesi, mâhir dalgıçların ise, indikleri her derinlikte bambaşka manzaralar seyretmeleri gibi. Kur’ân-ı Kerîm de kişinin kalbindeki takvâ seviyesine göre, sır ve hikmetlerini açar, kulu hakka ve hayra yönlendiren bir rehber olur.
Rabbimiz, Efendimiz’in buyurduğu gibi[1]; Kur’ân’ı gönlümüzün baharı, sadrımızın nûru, hüzün ve kederimizin çaresi eylesin.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] Bkz. Ahmed, I, 391.