Kulluk, Ömür Boyu…

Şebnem Dergisi, Yıl: 2020 Ay: AralıkSayı: 190

KULLUK, ÖMÜR BOYU…

Öyle bir mekteb-i âlemde yaşıyoruz ki, her günü, her saati, her dakikası hattâ her ânı imtihanlarla dolu. Nasıl ki bir talebenin eğitimi esnâsında katettiği mesâfeyi ölçmek için imtihan yapılırsa, Rabbimiz de insanoğlunu dâimâ kulluk imtihanına tâbî tutuyor. Bu mektebin talebeliği son nefeste bitecek.

Dolayısıyla her nefes, bir bardağı dolduran damlalar gibi esâsında son nefese bir hazırlık mâhiyetinde idrâk edilmeli. Her nefes; son derece hassas, rakîk ve hizmetle dolu yaşanmalı. Çünkü kulluk, ömür boyu.

Rabbimiz bu hakîkati şöyle bildiriyor:

“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99)

Bu fânî cihanda bir kimse dünyevî bir diploma alsa, bu diplomanın kazandırdığı unvan, o şahıs vefât edinceye kadar geçerliliğini yitirmez. Fakat kulluk böyle değil. Hiç kimsenin bir garantisi yok. Yani mârifetullah tahsilinde ve kulluk mertebelerinde, geri alınmaz apoletler ve müktesep dereceler yok. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, hayatını hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olan Kârun ve Bel’am bin Bâûrâ misali bedbahtları haber veriyor.

Dünyevî diplomalar, Allah yolunda daha güzel hizmet edebilmek için tabiî ki lüzumludur. Lâkin bize asıl gerekenin uhrevî diplomalar olduğunu aslâ unutmamalıyız. Dünyada tomar tomar diploma, yüzlerce apolet alsak, hepsi burada kalacak. Ölümden öteye geçmeyecek. Orada tek geçerli uhrevî diplomayı Rabbimiz şöyle bildiriyor:

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

Rabbimiz’e kalb-i selîm götürebilmek için de bir ömür, sanki mayın tarlasından geçiyormuş gibi hassas, titiz ve dikkatli olmamız gerekiyor. Her nefesi, sanki son nefesimizmiş gibi dikkatli sarf etmek gerekiyor.

Hazret-i Mevlânâ, kalb-i selîmi güzel bir teşbih ile anlatarak, insana şöyle seslenir:

“Ey Hak yolunun yolcusu! Senin bedenin, bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Pâdişaha (yani Cenâb-ı Hakk’a) lâyık olup olmadığını anla da onu, ondan sonra yerine gönder!

Bir köşeye çekil (de muhâsebeye dal), kendi içine kapan (da bir tefekkür et); mektubu, yani kendini aç da oku bakalım! İçindeki sözler pâdişaha lâyık mı? (Yani kulluğun, O’na sunabileceğin bir kıvamda mı?)

Eğer o mektuptaki yazı (yani senin bedenindeki huylar ve amellerin, ibadetlerin, hayır-hasenâtın) lâyık değilse; o mektubu parçala, yırt at da başka bir mektup yazmanın çaresini ara! (Yani tevbe ve istiğfâra yönel, hayatını yeniden takvâ ile tanzim et!)”

Hiç kimse, sevdiği bir kimseye ikram etmek için hazırladığı bir bardak suyun içine bir kirin, bir necâsetin düşmesini arzu etmez. Onu tertemiz bir sûrette ikram etmek ister.

İşte hayatımız boyunca yaptığımız amelleri Cenâb-ı Hakk’a arz edebilmek için de, onları “takvâ” ile korumamız elzemdir. Zira Rabbimiz, ancak takvâ sahiplerinden kabul eder. (Bkz. el-Mâide, 27) Güzel sonuç, ancak takvâ iledir. (Bkz. Tâhâ, 132)

Yine Cenâb-ı Hak:

“…Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.” (el-Bakara, 194) buyuruyor.

Kıyâmetin o dehşetli hengâmında korkudan emin olmak için de takvâ şart:

“O gün, Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler.” (ez-Zuhrûf, 67)

Mevlânâ Hazretleri şöyle der:

“Birisi sana; «Gideceğin şu yedi günlük yolda, hiç su yoktur. Ancak ayakları yakan kum vardır.» dese;

Başka birisi de; «Bu söz yalandır, yolda her gece akan bir çeşme göreceksin.» haberini verse;

İhtiyat odur ki; yanına su alır, susuz kalmak korkusundan kurtulur ve doğru hareket etmiş olursun. Eğer yolda su varsa, taşıdığın suyu döker, tazesini içer ve kabını doldurursun. Fakat ya yolda su yoksa; eyvahlar olsun susuz yola düşene…

Ey Allâh’ın halîfesi olan Âdemoğulları! İnsaflı olun, doğru hareket edin de, kıyâmet günü için ihtiyatlı bulunun.”

Kıyâmet günü için ihtiyatlı bulunmak demek, hayatımız boyunca âhiret için takvâ azığı biriktirmek demektir. Zira buyruluyor:

“…(Ey mü’minler! Âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır…” (el-Bakara, 197)

Peki, mü’min takvâyı nasıl elde edecek? Hayatına takvâyı nasıl teşmil edecek?

Elbette ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izini adım adım takip etmekle.

Cenâb-ı Hak bizlere, her rekâtta Fâtiha Sûresi’ni okumamızı emrediyor. Bizler de her rekâtta:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ

“Bize doğru yolu göster.” (el-Fâtiha, 6) diyerek Rabbimiz’e ilticâ ediyoruz.

Bir diğer âyet-i kerîmede de Peygamber Efendimiz’e hitâben;

عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

(Sen) sırât-ı müstakîm / doğru yol üzerindesin.” (Yâsîn, 4) buyuruyor Mevlâmız. Yani böylece aslında sırât-ı müstakîmin, Efendimiz’in hayatı olduğunu bildiriyor. Dolayısıyla bir insan, hayatını, Peygamber Efendimiz’in üsve-i hasene olan hayatına benzetebildiği ölçüde sırât-ı müstakîm üzeredir, takvâ üzeredir.  Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir hayat istikâmetindedir.

Allâh’ın büyük bir lûtfu olarak, hidâyet nîmetiyle dünyaya geldik. Lâkin Cenâb-ı Hak, bize müslüman olarak can vermemizi emir buyuruyor. Çünkü buna dair hiçbirimizin bir teminâtı yok. Dolayısıyla;

İslâm’ı kalbî derinliğiyle, ahlâkî zarâfetiyle yaşamak zarûrî. Yani takvâ ile yaşamak şart. Ayakların kaymaması buna bağlı.

Takvâ varsa, namaz Rabbimiz’in arzu ettiği şekilde huşû ile edâ ediliyor. Takvâ varsa, sadaka kibirden uzak veriliyor. Takvâ varsa, hizmet gönülden îfâ ediliyor.

Huşûsuz edâ edilen bir namaz, başa kakılarak ve kalp kırarak verilen bir sadaka, gönülden yapılmayan bir hizmet, amel defterinde kara bir lekeden başka ne bırakır?

Bu sebeple mü’min, takvâ üzere yaşamaya gayret edecek. Dînin zâhirî ve bâtınî hükümlerine hassâsiyetle riâyet edecek. Böylece kemâl bulacak.

Zira nasıl ki dînin, abdest, namaz, oruç, zekât gibi zâhirî farzları varsa; güzel ahlâk, temiz bir vicdâna sahip olmak, merhamet, şefkat, fedakârlık, ihlâs ve takvâ gibi bâtınî farzları da var.

Aynı şekilde, nasıl ki dinde içki, zinâ, kumar, fâiz gibi zâhirî haramlar varsa; gurur, kibir, riyâ, ucub, pintilik, haset, sû-i zan gibi bâtınî haramlar da bulunuyor.

Âyet-i kerîmede; “Günahın zâhirîsini (açığını) da, bâtınîsini (gizlisini) de terk edin!..” (el-En‘âm, 120) buyruluyor. Yani mü’min, zâhirî haramlardan uzak durduğu gibi, rûhuna zehir saçan bâtınî haramlardan da sakınacak.

Hattâ nice bâtınî haramın, -mânevî hayattaki neticesi bakımından- zâhirî haramlardan daha tehlikeli olduğunu unutmayacak. Nitekim bunun bir misâli kabîlinden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez…” (Müslim, Îmân, 147)

Bâtınî günahları kalpten kazıyıp atabilmek, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar mühim. Ayrıca hırs, haset, kibir, ucub, riyâ, gıybet, nemime, yani söz taşıma gibi bâtınî haramlar, ekseriyetle hafife alınarak daha fazla işleniyor. Hâlbuki mânevî hayatın kanseri olan bu gibi çirkin huylardan korunmak da elzem.

Velhâsıl bu fânî imtihan âleminde alınacak en kıymetli diploma; son nefeste alınan îman şehâdetnâmesidir. O diplomayı alabilen sâlih kullara ne mutlu!..

Rabbimiz, rızâsı istikâmetinde takvâ üzere bir hayat yaşayabilmeyi cümlemize lûtfeylesin.

Âmîn!..