Kul Hakkı ve Mes’ûliyetlerimiz (Kur’ânî Tâlimatlar 58)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Ekim, Sayı: 224

KUL HAKKI İSTİSNÂ

Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb arasında ayağa kalktı ve;

“Allah yolunda cihad ve Allâh’a îmân etmek, amellerin en fazîletlisidir.” diye hatırlattı.

Bunun üzerine bir adam kalkıp;

“–Yâ Rasûlâllah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurdu:

“–Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur.

Ancak borçların (üzerindeki kul hakları) bunun dışındadır.

Bunu bana Cibrîl söyledi.” (Müslim, İmâre, 117; Tirmizî, Cihâd, 33/1712)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurulmuştur:

“Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119)

Bu hadîs-i şeriflerden idrâk ediyoruz ki;

Kul hakkı, hesabı ağır ve çok ehemmiyetli bir meseledir.

Şehidlik gibi muazzam bir dereceye nâil olmak dahî; kişiyi, kul haklarının muhasebesinden muaf kılmamaktadır.

Bir hadîs-i şerifte de, Allah katında günahların tutulduğu dîvanlar üçe ayrılmıştır:

  • Cenâb-ı Hakk’ın asla affetmeyeceği şirk günahı…
  • Cenâb-ı Hakk’ın asla cezasız bırakmayacağı, hak sahiplerine arz ederek kısâsa hükmedeceği kul hakları dîvânı…
  • Cenâb-ı Hakk’ın dilerse affedebileceği, dilerse cezalandıracağı, Allah ile kul arasındaki günahlar… (Ahmed, VI, 240)

Kadir Gecesi’nin ihyâsı, hacc-ı mebrûr, umre ve benzeri ibâdetleri îfâ edenler için hadîs-i şeriflerde ilâhî af ve mağfiret müjdeleri bildirilmiştir. Bu müjdelerin de, üçüncü gruba münhasır olduğu, yani kul haklarını içine almadığı âlimlerimizin icmâıyla bildirilmiştir. (Aliyyü’l-Kārî, el-Mirkāt, 1/102)

KUL HAKKININ MUHTEVÂSI

Kul hakkının şümûlü çok geniştir. Kul hakkı denildiğinde sadece, mü’min kardeşimizin bir malını veya parasını haksız olarak almak akla gelmemelidir.

Meselâ;

Trafikte insanların yolunu kesip gecikmelerine sebebiyet vermek, hatalı sollama yaparak yol gasp etmek, ihmalkâr davranışlarla maddî ve bedenî zararlara yol açmak elbette kul hakkıdır.

Komşuluk da kul haklarına çok riâyet gerektirir:

  • Pişirilen yemeğin kokusu veya çıkarılan gürültü komşuyu rahatsız ederse bu bir kul hakkıdır.
  • Pencereden silkelenen bir örtü, komşunun balkonunu veya camını kirletirse bu da bir kul hakkıdır.
  • Çöpleri, kutusuna atmak yerine yol kenarına bırakıp, gelip geçenlere rahatsızlık vermek de bir kul hakkıdır.
  • Yollara, insanların gelip geçeceği yerlere tükürüp öylece bırakmak da bir kul hakkıdır.

Nitekim Peygamberimiz bir gün mescide geldi, kıble tarafında bir tükürük gördü. Bu nezâketsizlik, Efendimiz’e çok tesir etti. Birdenbire rengi, hâli değişiverdi. Bunu fark eden ashâb-ı kiram derhâl tükürüğü kapattı, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan sonra oradan geçti. Sîmâsı eski yerine geldi. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)

  • Esnafın, yayaların yürümesi için olan kaldırımı işgal etmesi; vasıta sahiplerinin, yağmurlu havada dikkat etmeyip, durakta bekleyenlere çamur sıçratmaları ve benzeri akla gelebilecek nice kul hakkı misâli vardır.

Lokantaların, döner, kızartılmış tavuk gibi yiyecekleri teşhir ederek satmaları da bir kul hakkıdır. Almaya gücü yetmeyen mahrumların, içlerini çekerek seyrettikleri bu yiyecekler üzerinde göz hakkı kalacaktır. Bu hak ise, bunları yiyenlere asla şifâ ve afiyet olmayacaktır. Bizim çocukluğumuzda lokantalar mutlaka bir perde çekerler ve yiyecekleri âşikâre satmazlardı.

Halkın mâneviyâtına zarar verecek şeyleri satmak ve böyle işleri yapanlara dükkânını kiraya vermek de hem Cenâb-ı Hakk’a karşı hem topluma karşı işlenen bir cürümdür. Böyle bir kazanç, helâl lokmayı zedeler.

Her lokmanın ise, mâhiyetine göre vücudumuzda maddî bir enerji oluşturduğu gibi rûhumuzda da menfî veya müsbet mânevî bir enerji oluşturduğunu unutmamalı. Bu bakımdan rûhî tekâmülün ilk şartı, helâl lokmadır. Helâl, yani içinde haram şüphesi olmayan tertemiz lokma…

Toplumdaki her meslek ve vazifenin, kendine göre hak ve hukuku vardır.

Her meslekte kul hakkına, âmme hakkına tam riâyet gerekir.

Eğer bir memur yahut işçi, vazifesini bihakkın yerine getirmiyorsa, mesai saatlerine riâyet etmiyorsa, kendisine tevdî edilen eşyayı gerektiği şekilde korumuyorsa vs. aldığı maaşa kısmen haram karıştırmış olur.

İŞ SAHİPLERİ ve İŞVERENLER

Kul hakkına âzamî riâyet etmesi gereken bir kesim de, başkalarını istihdam edip çalıştıran iş sahipleridir.

Toplumumuzda garip bir telâkkî olarak, bazı işverenler; çalışanlarına verdikleri maaşla, onları doyurduklarıyla, rızıklandırdıklarıyla övünürler;

“–Şu kadar kişiye ekmek veriyorum.” gibi sözlerle bunu bir iftihar vesilesi sayarlar.

Hâlbuki;

İş akdi ile, bir taraf emeğini ve mesaisini, diğer taraf da o emeğin ve mesainin karşılığı olan ücreti vermektedir. Bu bir tasadduk veya ihsan değildir.

İşçi, maîşetini kazanacağı bir işe muhtaç olduğu gibi; işveren de, işlerini yaptıracağı, bu sayede para kazanacağı, ihtiyacını göreceği işçilere muhtaçtır.

Dolayısıyla, iş sahiplerinin;

“–Acaba çalışanlarımın emeklerinin karşılığını eksiksiz ödeyebiliyor muyum? Haklarını helâl ettirebiliyor muyum?” diye düşünmeleri lâzımdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Çalıştırdığınız kimseye, teri kurumadan ücretini verin.” (İbn-i Mâce, Ruhûn, 4) buyurarak, hak sahibine hakkının geciktirilmeden verilmesini hatırlatmıştır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; hizmetkârlara güçlerini aşan ağır işler verilmemesini, zor vazifelerde ise onlara yardım edilmesini emretmiş ve son nefesindeki sözlerinden biri şu olmuştur:

“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun.

İki zayıf hakkında Allah’tan korkun:

  • Dul kadın ve
  • Yetim çocuk.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Efendimiz bizlere son vasiyetinde eytâm ve erâmil / yetimler ve dullardan mes’ûl olduğumuzu bildirmiştir. İmkânı geniş olan kimselerin mutlaka toplumdaki bu zayıf bîçâreleri arayıp bulması ve onlara destek olması zarûrîdir.

Ecdâdımız da bu yönde himayesi vâcib olan kimseler için vakıflar kurmuşlardır.

Efendimiz’in bu emirlerine ashâb-ı kirâmın nasıl titizlikle riâyet ettiğine bir misal verelim:

Osman -radıyallâhu anh- geceleri abdest suyunu kendisi hazırlardı.

Birisi ona;

“–Hizmetçilere söylesen suyunu hazırlayıverirler!” dedi.

Hazret-i Osman ise, ne kadar hassas ve rakîk bir kalbe sahip olduğunu gösteren şu güzel cevabı verdi:

“–Hayır! Onlardan bunu istemem. Çünkü geceler onların hakkıdır, o vakitte istirahat ederler.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, 164. Krş. Ahmed, ez-Zühd, 127)

Medine’de su sıkıntısı çekilirken Osman -radıyallâhu anh- büyük bir bedel ödeyerek Rûme Kuyusu’nu satın aldı ve müslümanlara vakfetti. Rivâyete göre kendisi de bu kuyudan su almak için diğer mü’minlerle birlikte sıraya girerdi. Kâ‘bına varılmaz ne büyük bir fazîlet!

ÜCRETTE İNSAF

Hükûmetler iktisâdî endişelerle asgarî / en az / taban ücretler tespit ederler. Çeşitli meslek ve zanaat sahiplerinin ücretleri, piyasa şartlarında şekillenir.

Ancak kapitalizmin bütün dünyaya hâkimiyeti, enflâsyon, hayat pahalılığı ve işsizlik gibi sebeplerle, bu rakamlar kifâyetsiz kalabilir, düşebilir. Çünkü kapitalizm, daima kapital / sermâye sahiplerinin lehinde işlemiştir. Enflâsyon da sâbit ücretlerin alım gücünü düşürür.

Bu sebeple;

İş sahiplerinin; ücretleri tayin ederken, insaf ve hakkāniyet içinde hareket etmeleri, hattâ zaman zaman ihsan ve cömertlikle «mürüvvet sahibi bir veren el olma»nın îcâbını yerine getirmeleri daha muvâfıktır.

Yine ülkemizde misafir olarak bulunan Suriyeli, Afrikalı, Asyalı ve benzeri kardeşlerimizi, sırf yabancı olup haklarını arayamayacak durumda olmaları sebebiyle çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur bırakmak da, insaf ile bağdaşmaz.

Cenâb-ı Hak; her türlü alışveriş ve akitte, helâliyetin anahtarı olarak «karşılıklı rızâ / gönül hoşnutluğunu» şart koşmuştur. (Bkz. en-Nisâ, 29)

Eli mahkûm bir mecburiyet, gönül rızâsı değildir.

Hemen her türlü muâmelât husûsunda şu kaideyi tatbik etmek, mü’min ahlâkının alâmet-i fârikasıdır:

“Sana nasıl muâmele edilmesini istiyorsan, sen de gayrıya öyle muâmele et!..”

  • Bir patron, kendisini işçisi yerine koymalı.

Meselâ bazen bir patron, işçiyi haksız yere azarlar, fakat işçi, işten atılırım korkusuyla cevap veremez. Bu da bir kul hakkıdır.

  • Her patron, ayrılan her işçisiyle mutlaka helâlleşmeli, çıkarken ona ikramda bulunmalıdır.

Muhtemeldir ki, işçinin de ihmalleri olabilir, o da aynı şekilde iş sahibiyle helâlleşmelidir. Yani;

  • Bir işçi de kendisini, iş sahibinin yerine koymalıdır.
  • Vatanımızda huzur içinde yaşayan bizler, kendimizi o vatan-cüdâ kardeşlerimizin yerine koymalıyız.

TÜCCAR-MÜŞTERİ HUKUKU

Kul hakkının terettüp edeceği bir başka saha da, ticarettir. İmalâtçı, imalâtında titizlik göstermeli; tüccar, fiyat koyarken insaflı olmalı; esnaf, ödemesini yaparken hassas olmalıdır.

Müşterinin bilgisizliğini ve çaresizliğini istismâr edip aşırı kârlar koymak; gabn-i fâhiş diye adlandırılır ki, günahtır ve haramdır.

Ödemeye gücü yettiği hâlde borcunu ödememek ve geciktirmek de zulümdür.

Kefil olan kimse de, kendi borcu gibi ödemeye mecburdur.

Her mesleğin erbâbı, kendi iş sahasıyla alâkalı dînî hususları öğrenmekle mükelleftir. Bilmemek mazeret değildir.

Zekât ve öşrü vermemek, yine fakirin hakkını gasp etmektir ve fakirden çalmak olduğu için hırsızlığın da en çirkinidir, azâbı da çetindir.

İNSÂNÎ MÜNASEBETLERDE KUL HAKKI

Beşerî münasebetlerde de müslümanın müslüman üzerinde birçok hakları vardır.

Selâmlaşmak, davete icâbet, tâziye, ziyaret, özellikle hasta ziyareti ve sıla-i rahim gibi vazifeleri mutlaka tebessümle ve en güzel kardeşlik duygularıyla yerine getirmek îcâb eder.

Kardeşlik hukukuna zehir saçan, bâtınî haramlar olan; gıybet, nemîme / lâf taşımak, yalan, hakaret, ibâdullâhı istihkar ve benzeri günahlardan ise şiddetle sakınmalıdır.

Dedikodu, asla küçük görülecek bir günah değildir. Hesabı mahşere kalan ağır bir cürümdür. Cenâb-ı Hak, Hümeze Sûresi’nde gıybet ve ayıplayıcılar hakkında;

“Veyl olsun! Vay hâline onların!” buyurmuştur.

Mü’minlerin anneleri; son hastalığında, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yatağı başında toplanmışlardı.

Safiyye Vâlidemiz;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi Sana gelen bu sıkıntının bana gelmesini isterdim.” dedi.

Diğer annelerimiz kaş ve göz işaretleriyle Hazret-i Safiyye’ye târizde bulundular.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ağızlarınızı yıkayınız!” buyurdu.

Onlar şaşırarak;

“–Niçin yıkayalım?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz;

“–Safiyye’yi kaş ve göz işaretiyle çekiştirmenizden dolayı… Allâh’a yemin olsun ki o (sözünde) sâdıktır.” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, 2/313)

Peygamberimiz’in hasta yatağında iken, bir kaş göz işaretine bile derhâl müdahale ettiğini görüyoruz.

Anne-baba, evlât, karı-koca, hısım-akraba ve benzeri bütün muâşeret ve muâmelâtımızda hak ve hukuka titizlikle riâyet etmeliyiz.

Bilhassa evlâdın, anne-baba üzerinde hakkı çok mühimdir.

Zira;

Yavrusunu küçük yaşlardan itibaren Allah yolunda yetiştirmeyen anne-babalardan, mahşer günü kendi çocuğu dâvâcı olacaktır.

Evlâtlar anne-babaya emânettir. O emânetin hakkı verilmezse, hesabı çetin, vebâli ağır olacaktır.

Bu vebalden kurtulmak, âhirette evlâtlarımızdan ayrı düşmemek için, onlara İslâm karakter ve şahsiyetini aşılamaya gayret etmeliyiz.

Mutlaka Kur’ân-ı Kerîm’i düzgün bir şekilde öğrenebilecekleri, İslâm’ın helâl-haram ve benzeri ölçülerini tahsil edebilecekleri Kur’ân kursu veya İmam Hatip okullarına onları göndermeliyiz. Dünyevî tahsili, uhrevî tahsil ile mezcederek vermenin yollarını araştırmalı ve bulmalıyız. İdrâk etmeli ki:

Zarûret karşısında kıyamsız yani oturarak namaz kılınabilir. Lâkin kıraatsiz bir namaz câiz olmaz. Kur’ân eğitimi bu kadar ehemmiyet ve ciddiyet arz eder.

MÎRAS HAKKI

Aileyle alâkalı bir başka hak meselesi de mîras paylaşımıdır. Kur’ân-ı Kerim’de mîras payları tek tek açıklanmıştır. Buna rağmen bazen örfî anlayış, bazen mer‘î hukuk bahane edilerek Allâh’ın taksîmâtına uyulmadığı, bu sebeple kul hakkına riâyet edilmediği görülmektedir.

Meselâ; mevtânın hayatta olan usûlüne yani, anne-baba, dede-nene gibi büyüklerine dînimiz, pay ayırmıştır. Fakat mer‘î hukukta bu pay verilmemektedir. Hâlbuki o mevtâya hayatta iken en büyük emeği onlar vermişlerdir.

Bazı bölgelerde, mîrasta kız çocukların hakkı yenmekte, payları ya hiç verilmemekte yahut gasp edilerek, eksiltilmektedir.

Bazı yerlerde ise, şer‘î taksîme uyulmadığı için, erkek evlâdın hakkı verilmemektedir.

Mîras taksîmâtında haksız, haram bir pay almaktan ve haksızlığa sebep olmaktan son derece endişe edilmelidir. Zira mîras hukukunu tayin eden âyetlerin hitâmında, şu ağır ilâhî îkaz nâzil olmuştur:

“Kim Allâh’a ve Peygamber’ine karşı isyân eder ve (Allâh’ın) sınırlarını çiğnerse; Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 14)

Bu sebeple;

Mîras taksimlerinde hem mümkün mertebe ince ve hassas olmalı hem de mutlaka helâlleşilmeli ve bu duruşu bozmamalıdır. Kimsenin gözü kimsenin malında kalmamalıdır. Zira zaman geçtikçe mal ve mülkün ilâhî programa göre kiminde berekete, kiminde azalmaya yönelik bir imtihan tecellîsi mutlaka olmaktadır. Bunun herhangi bir burûdete ve;

“–Beni aldattılar, kandırdılar. Onunki şöyle değerlendi, benimki şöyle kıymetsizleşti.” gibi yanlış, haksız ve boş gıybetlere sebebiyet vermemesi de zarûrîdir, kıyâmet hesâbıdır.

Mânevî vazifeler de büyük bir titizlik ve riâyetle yerine getirilmelidir. Bunlarda hem kul hakkı hem de mânevî mes’ûliyet vardır:

HOCALIK ve İMAMLIK

Bir hoca, bir öğretmen; dersinin hakkını vermezse, talebesini ihmal ederse, vazifesine devam etmemek için fuzûlî bir rapor alırsa kul hakkına girmiş olur. Kendisine emânet edilen vazifeye hıyânet etmiş olur.

Maalesef hocalığın hakkını vermeyen bazı öğretmenler;

  • Vazifelerini ihmal ediyor.
  • Talebemin bâtınına ben ne verebilirim, demiyor.
  • Mesaim doldu, deyip gidiyor. Hattâ mesaisine bile riâyet etmiyor.

İmam hatip lisesinde birçok hocamızın talebe hakkına çok riâyetkâr olduklarını temâşâ etmiştik.

Kendisinden istifâde ettiğimiz Mahmut BAYRAM Hocamız;

“–Evlâdım, ben Kızıl Minare Camii’ndeyim. Dersi anlamayan olursa, ikindiden sonra camiye gelsin tekrar anlatayım.” derdi.

Yine derdi ki:

“–Benim derse gelmediğim gün bilin ki hocanız vefât etmiştir, o gün cenâzeme gelin!”

Bazı hocalarımızın mûtat bir şekilde, teneffüs saatlerinde öğretmenler odasına gitmeyip, koridorlarda talebelerle alâkadar olduklarını görürdük.

Sabah yedide gelip talebenin tabağına çorbasını koyan, onlara bir ekmek parçasını israf etmemeyi tatlı bir dille öğreten hocalarımız vardı.

Gece yatakhâneleri dolaşıp, üstü açık kalan talebelerin üstünü örten hocalarımız vardı.

Onlar için bu kudsî vazife, mesai saatlerine mahsus değildi. Her vakit, türlü şekillerde talebelerinin gönlüne ulaşmaya çalışıyorlardı.

Aradan nice yıllar geçtiği hâlde; talebenin gönlüne girebilen, fedâkâr ve gayretli hocalarımızı hatırlıyor, onları hayırla ve rahmetle yâd ediyoruz.

Mahir İZ Hocamız; ayakkabısı boyasız fakir bir talebe görürse, hemen ona boya parası verir ve;

“–Evlâdım, ayakkabıların boyasız gezme, bununla ayakkabılarını boyatıver!” derdi.

Böylece talebelerine sınıftaki derslerine ilâveten hem fiilen bir âdap dersi verir, hem de bir fazîlet nümûnesi olurdu.

Nureddin TOPÇU Hocamız da başka bir lisede öğretmen idi. İmam Hatip Lisesine ayrıca derslere gelirdi. İmam Hatipte girdiği dersler için;

“–Bu benim îman borcumdur!” diyerek ücret almazdı.

Bizlere bir fazîlet dersi vermiş olurdu.

Bir imam-hatip de, vazifesini yerine getirmezse, camisini ve cemaatini ihmal ederse, kul hakkına girmiş olur. Mes’ûliyetini yerine getirmemiş olur. Bu sebeple kazancına kendi eliyle haram ve bereketsizlik bulaştırmış olur.

Maalesef bu hususta ihmallerin olduğunu duyuyoruz.

Bir imam-hatip; sadece namaz vakitlerinde değil, sâir vakitlerde de cemaatiyle alâkadar olmalı, mahallesindeki çocuklarla ayrı, gençlerle ayrı, büyüklerle ayrı sohbetler ve hasbihâller tertip etmeli. Camiyi ve cemaati sevdirmeli, safların kalabalıklaşmasına gayret etmeli, cemaatin azlığından bir mes’ûliyet ve vebal hissetmeli.

Bu ulvî vazifeler; kat‘iyyen, giriş ve çıkışta kart basılıp geçilecek, mesai doldurulup maaş alınacak birer meslek olarak görülmemelidir.

MES’ÛLÜZ!..

Hakk-ı ibâdın / kul haklarının yanında bir de Cenâb-ı Hakk’a karşı mes’ûliyetlerimiz vardır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْـئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ

“Sonra o gün (kıyâmet günü), nimetlerden mutlaka hesaba
çekileceksiniz?”
(et-Tekâsür, 8)

Hadîs-i şeriflerin beyânıyla; gölgesinde oturduğumuz ağaçtan, ayağımıza giydiğimiz ayakkabıya ve terliğe varıncaya kadar istifâde ettiğimiz her nimetten hesaba çekileceğiz.

İçtiğimiz o berrak ve tatlı sulardan hesaba çekileceğiz. Hattâ Vâkıa Sûresi’nde Cenâb-ı Hak şu tefekküre davet ediyor:

“Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?

  • Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?
  • Dileseydik onu tuzlu yapardık.

Şükretmeniz gerekmez mi?”  (el-Vâkıa, 70)

Su gökyüzünde rafine olup gelmeseydi; yağmurlar, deniz suyu gibi tuzlu yahut asitli ve kirli yağsaydı hâlimiz ne olurdu?

Kazançlarımızdan da, hem nasıl kazandığımız hem de nasıl harcadığımız bakımından hesaba çekileceğiz.

Kul, kazandığı parayı gözden geçirmeli:

  • Eğer kazancı; çoluk çocuğunun israf olmayan, meşrû rızkına harcanıyor ve arta kalanı da hayır-hasenâta gidiyorsa, kazandığı paranın helâl olduğuna bir işarettir.
  • Eğer isrâfa, gayr-i meşrû yollara harcanıyorsa, cimri bir şekilde yığılıyorsa, hayır-hasenâta gitmiyorsa, o zaman kazancında problem var demektir.

Kazancın harcanmasında kulda irade yoktur. İrade paradadır. Yani para nereden kazanıldıysa oraya doğru gider. Paranın mânevî keyfiyeti, insanın şahsiyetine yön verir.

Kazancın helâliyet derecesini görmek için, onun nerelere sarf edildiğine bakmak kâfîdir. Bir mü’min bu kontrolü sık sık yapmalıdır.

MÂNEVÎ NİMETLER

Nâil olduğumuz mânevî nimetlerin de şükründen hesaba çekileceğiz.

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Şeklin insân eyledi,

Ehl-i îmân eyledi,

Bunca ihsân eyledi;

İhsânı bilmek gerek…

Mânevî nimetlerin en büyükleri;

  • Îman ve
  • Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olma lutfudur.

Gayr-i müslim bir anne-babadan dünyaya gelebilirdik. Cenâb-ı Hak bize mü’min anne-babalar, müslüman bir toplum nasîb etti.

124.000 peygamber içinde, Seyyidü’l-Mürselîn / Peygamberlerin Efendisi’ne ümmet kıldı.

Meccânen / hiçbir bedel ödemeden nâil olduğumuz bütün bu nimetlerin de bir hesabı var, bir bedeli var, bir şükrü var.

“Şükür, nimetin cinsinden / nev‘inden olur.” denilmiştir.

Öyleyse îman nimetinin şükür bedeli;

  • Evvelâ takvâ sahibi olabilmektir.
  • İrşad bekleyenleri irşâd etmektir.
  • Karanlıklarda kalanlara hidâyet kandiliyle ulaşıp, onların gönül dünyalarını nûra kavuşturmaktır.
  • Dînî ve ahlâkî bilgiden mahrum kalmış kardeşlerimize; yaşayışımız ve hâlimizle îmânın ve takvânın güzelliğini aşılamaktır.

Bu vazifeleri terk etmenin vebâlini şu rivâyet bize bildirmektedir:

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır:

“(Ashâb-ı kiram arasında şu hakikati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak;

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki.» der.

Yakasına yapışan kişi de şu cevabı verir:

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de îkāz etmezdin. Beni o kötülükten alıkoymazdın.»” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, c. III, s. 164, hadis no: 3506)

Bunlar da içtimâî mes’ûliyetimizdir. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi, farz-ı kifâyedir.

GAYRETLER KÂFÎ DEĞİL!..

Mâlûm;

Farz-ı kifâye vazifelerimizi, kâfî miktarda kişi yerine getirdiğinde, herkesin üzerinden mes’ûliyet kalkar.

Ancak bu vazifeleri hiç kimse yerine getirmezse, bu sefer herkes mes’ûl olur.

Bir yangın karşısında; onu söndürebilecek kişilerin, gayrete gelmek yerine, çay içip seyretmeleri elbette ki büyük bir vebal getirir.

Ayrıca;

Bir yangını söndürmeye yetecek su, o yangınla mütenâsiptir. Yani küçük bir ateşe, bir kova su yeter. Devâsâ yangınları söndürebilmek için ise, çok büyük söndürme gayretleri gerekir.

Zamanımızda inkâr, fısk ve fücur yangınları maalesef çok büyümüştür.

Maalesef;

  • Âhiretin unutturulmaya çalışıldığı,
  • Haram-helâl çizgilerinin çiğnendiği,
  • Ailenin târumâr edilip, cinsiyetlere varıncaya kadar fıtratın tağyîr edilmeye uğraşıldığı bir câhiliyye içindeyiz.

Kıyâmet alâmetlerinin birçoğunun ortaya çıktığı bir zamanda yaşıyoruz.

Bu yangınlar; küçücük gayretlerle, birkaç kova su dökmekle sönecek gibi değildir.

O hâlde;

İslâm’ı tebliğ, evlâtlara ve yeni nesillere İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakma gayretleri için, ancak vüs‘atimizi / gücümüzün yettiğini ortaya koymakla mes’ûliyetimizi bir nebze yerine getirmiş olabiliriz. Yani; mümkün mertebe bütün imkânlarımızı seferber ederek;

“–Yâ Rabbî! Maddî imkânlarımı, zamanımı, gücümü ve kuvvetimi sarf ettim. Bu yangınları daha fazla söndürmeye gücüm yetmedi!” diyebilme imkânı doğar.

Çeşitli sahalardan misaller verdiğimiz kul haklarından, ömrümüz boyunca titizlikle sakınmalıyız.

Kul hakkına girilmişse; tek çare, var gücümüzle onu telâfî etme gayreti içinde olmaktır.

ÇARE: HELÂLLEŞMEK

Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefâtından önce mü’minlere yaptığı son hitâbında şöyle buyurdular:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin!

İyi biliniz ki;

Dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Kul haklarının hesaplaşması ve helâlleşmesi âhirete kalırsa; ödemeler, orada mûteber tek varlık olan sevaplarla olacaktır. Hadîs-i şerifte şöyle tarif edilir:

“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebeple hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (kıyâmet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin.

Aksi takdirde o gün;

  • Sâlih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır.
  • Eğer hasenâtı yoksa arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10, Rikāk, 48; Tirmizî, Kıyâmet, 2)

Bunun neticesinde, sâlih amellerle âhirete göçen nice kişilerin; üzerlerindeki kul hakları yüzünden hasenatlarını kaybedip müflis duruma düşecekleri, bir başka hadîs-i şerifte bildirilir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz her hususta ümmetine en güzel örnek idi. Helâlleşme emrini de bizzat tatbik etti, şöyle buyurdu:

“–Ashâbım!

  • Kimin sırtına vurduysam işte sırtım, gelsin vursun!
  • Kimin malını aldıysam, işte malım, gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

Bu hadîs-i şeriflerden idrâk edeceğimiz bir husus da; helâlleşmenin sadece lâfızda kalmaması ve hakkın, sahibine tesliminin mutlaka gerçekleştirilmesidir.

Peygamberimiz bu husûsa cenâzelerde de dikkat çekmiştir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; cenâze namazı kıldıracağı zaman, mevtânın üzerinde kul hakkı olup olmadığını sorar, ödeninceye kadar cenâze namazını kıldırmazdı. (Buhârî, Ferâiz, 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)

Nitekim Ebû Katâde -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e namazını kıldırıvermesi için bir adam(ın cenâzesi) getirildi.

Efendimiz;

«–Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!» buyurdu.

Ben;

«–(Borç) benim üzerime olsun, ey Allâh’ın Rasûlü.» dedim.

«–Tamamen mi?» buyurdu.

«–Evet, tamamen ödeyeceğim!» dedim.

Bunun üzerine cenâzenin namazını kıldı.” (Tirmizî, Cenâiz, 69/1069; Nesâî, Cenâiz, 67)

Daha sonra imkânları genişlediğinde Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:

“Ben her mü’mine; mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyım…

Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsir, 33/1, Kefâlet, 5, Ferâiz, 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14)

Sahâbe-i kiram efendilerimiz de helâlleşmeyi, dünyada ve bedelini fazla fazla ödemeye çalışarak tahakkuk ettirdiler.

İyâs bin Seleme -radıyallâhu anh- babasından şöyle nakleder:

“Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çarşıya uğradı. Elinde bir kamçı vardı. Kamçıyı bana doğru sallayarak;

«–Ortada durma, yolu aç!» dedi. Kamçı elbisemin ucuna geldi.

Ertesi sene tekrar karşılaşınca bana;

«‒Seleme, hacca gitmek ister misin?» diye sordu.

«–Evet!» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana içinde 600 dirhem olan bir kese verdi ve;

«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar sana salladığım kamçıya karşılıktır!» dedi.

Ben;

«‒Ey Mü’minlerin Emîri! Bahsettiğin kamçı meselesini hatırlayamadım?» dedim.

O da;

«‒Ben de hiç unutamadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

Vefâtı yaklaştığında Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve;

“–Aramızda kumalar arasında geçen birtakım hâdiseler olurdu. Allah bu mevzularda beni ve seni mağfiret eylesin (hakkını helâl et!)” dedi.

Ben de;

“–Allah bu husustaki bütün hatalarını mağfiret eylesin, bütün haklarım helâl olsun.” dedim.

“–Beni çok sevindirdin Allah da seni sevindirsin.” dedi.

Sonra Ümmü Seleme’ye haber göndererek ona da aynı şeyleri söyledi. (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, thk. Ahmed bin Ali [Kahire: Dâru’l-Hadîs, 1421], 1/426)

Birçok sahâbî; kul hakkından endişe ettikleri için, kölelerini âzâd etmişlerdir. Diğerleri de hizmetkârlarını İslâm şahsiyetiyle yetiştirip topluma kazandırmışlardır.

Tarihimizde de, kul hakkında riâyetin müstesnâ örnekleri vardır.

Kanunî Sultan Süleyman; kul hakkından çok korkar, âdil bir halîfe olmaya çok gayret ederdi. Süleymaniye Camii ve külliyesi tamamlanınca, mimarından işçisine kadar herkesi topladı. Cenâb-ı Allâh’a hamdden sonra konuşmasına başladı:

“Ey din kardeşlerim, bu cami-i şerif Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Hata ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın!.. Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricam ola; onlara bildireler!.. Onlar da gelip bizden haklarını alalar!..”

Vesikaların tetkikinden anlaşıldığına göre; inşaatın en zor zamanlarında hayvanlar için dahî bir program yapılmış; çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkātın hakkının çiğnenmemesine âzamî gayret gösterilmiştir.

Bugün Süleymaniye Camii’nde hissedilen rûhâniyet ve mâneviyâtın temel sâiklerinden biri bu olsa gerektir.

HELÂLLEŞME İMKÂNSIZSA…

Helâlleşilmesi gereken kişi vefât ederse ve hak maddî bir şey ise, evlâtlarına / vârislerine tevdî edilmelidir. Evlâtları / vârisleri de bulunamıyorsa, bu maddî hak tasadduk edilmelidir.

Gıybet ve benzeri mânevî haklar husûsunda ise; tevbe ve istiğfar, ayrıca hak sahipleri adına bol bol tasadduk ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek lâzımdır.

Hepimizin üzerinde nice kul hakları bulunabilir. Haberimizin olduğu olmadığı nice hâdiseler geçmiş olabilir.

Meselâ ticaretini birçok vekilleri ve tezgâhtarları üzerinden sürdüren bir tâcir, her birinin bu işlerde hakka girip girmediğinden emin olamaz. Bu gibi hâllerde de istiğfar ve tasadduk ile Hakk’a sığınmak lâzımdır.

Buna işareten Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Ey tâcirler topluluğu!

Şüphesiz şeytan ve günah alışverişe karışır. (Vâkî olan yemin, lüzumsuz sözler vesâire için keffâret olmak üzere) ticaretinizi sadaka ile karıştırınız (temizleyiniz)!..” (Tirmizî, Büyû, 4)

Mü’min; harcamalarını riyâzat ölçülerine, kifâyet miktarına indirip, tasadduk için para artırmalı ve bol bol infâka devam etmelidir.

Ancak bu şekilde, kul hakları dîvânından, iflâsa düşmeden çıkmak umulabilir.

Cenâb-ı Hak, huzûruna yüz akı ile çıkabilen bahtiyarlar zümresine bizleri de ilhâk eylesin.

Mes’ûliyetlerimizi hakkıyla yerine getirebilmemiz için bize lütuf ve keremiyle inâyet buyursun.

Âmîn!..