Kıtaları Aşan Hizmet Ufku

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2015 Ay: Mart Sayı: 102

Efendim; Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nın dünyanın çeşitli yerlerinde hizmetleri oluyor. Bu çerçevede Afrika’ya özel bir önem verildiğini de biliyoruz. Kıtaları aşan hizmet ufkuyla ilgili genç arkadaşlarımıza neler söylemek istersiniz?

Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u ihsânıyla Hüdâyî Vakfımız, derya gönüllü insanların da destek ve katkılarıyla, dünyanın dört bir köşesinde, garip, yetim, yoksul ve muhtaç kardeşlerimize yardım etmek için büyük bir seferberlik içinde -elhamdülillah-. Bu faaliyet sahalarından biri de, hiç şüphesiz ki, adı açlık ve sömürgecilikle zikredilen Afrika kıtası.

Gerçekten de Afrika halkı, son derece ihmal edilmiş bir halktır. Özellikle müslüman Afrika halklarının ihmal edilmişliği, çok daha ileri seviyelerdedir. Zira onlar, ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olacak nesilleri yetiştirebilecek eğitim imkânlarından mahrum bırakıldılar. İbadetlerini yerine getirebilecekleri ibadethanelerden mahrum bırakıldılar. Tedavi olabilecekleri hastahanelerden mahrum bırakıldılar.

Belki bu ifâdeleri biraz daha açmak lâzımdır. Biliyorsunuz şöyle bir söz vardır:

“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark, bir avuç yetişmiş insandır.” Yani eğer bir avuç yetişmiş insanınız varsa, hâkim milletsiniz. Aksi takdirde başka milletlerin tahakkümü altında kalmaya mahkûmsunuz.

Müslümanların açmış olduğu okullardan ve eğitim imkânlarından mahrum olmaları sebebiyle Afrika’daki çocuklarımız, eğitim için maalesef hristiyan misyonerlerin açmış olduğu okullara gitmek zorunda kalıyorlar. Tabi bu zarûretin son derece esef verici neticeleri var. Bunların başında da dînî ve ahlâkî çöküntü geliyor. Yarının büyükleri olarak ülkelerini yönetecek olan gençler, kendi dînî ve millî değerleri yerine, misyoner okullarında Hristiyanî ve Batılı değerlerle yetiştirildikleri için, kendi şahsiyet ve karakterlerini kaybediyorlar.

Sömürge devletleri de, gâyet zeki talebeleri seçerek bunlara kendi ülkelerinde yüksek tahsil imkânı veriyor, doktora yaptırıyor ve zihniyet değişikliğiyle ülkelerine geri gönderip devletin yüksek kademelerine geçiriyorlar. Böylece hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan bir nevî uzaktan kumandalı şekilde Afrika’da kendi hâkimiyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

Hastahaneleriyle ilgili olarak da Burkina Faso’lu Dr. Halid Sânâ’nın şu ifâdelerini nakletmek, oradaki içler acısı hâli göstermesi bakımından kâfî gelir diye düşünüyorum. Dr. Halid Sânâ şöyle diyor:

“Batılı devletlerce desteklenen söz konusu hastahanelerde müslüman hastalara iki resim gösteriyorlar. Biri Mesih diğeri de Hazret-i Muhammed diye. «‒Şayet Muhammed’e inanmaya devam edersen hastalığından kurtulamayacaksın!» deniyor. İyileşmesi için de gereken tedaviyi başlatmıyorlar. Ne zaman ki «Mesih gerçek peygamber ve onu hastalığından kurtaracak kişi» şeklinde inanmaya başladığını söyleyince gereken tedaviyi başlatıyorlar. Hasta iyileşince «‒Gördün mü, Muhammed hastalığını gideremedi ama senin imdadına Mesih yetişti!» diyerek halkımızı hristiyanlaştıracak akıl almaz yöntemler uyguluyorlar.”

Orada yaşayan mü’min kardeşlerimizle belki dillerimiz ve renklerimiz farklı, lâkin gönüllerimizin rengi aynı. Îmânımızın âhengi aynı. Kardeşliğimizin ölçüsü aynı. Zira “mü’minlerin kardeş olduğunu”[1] îlân eden, Cenâb-ı Hak’tır.

Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir kul olabilmek için de, bilhassa zor zamanlarda, din kardeşliğinin gereğini yapmak; dert ortağı olmak, onların yanı başında bulunmak, îsâr hâlini yaşamak, yani kendinden, nefsinden koparıp vermek zarurîdir. Bu büyük bir mes’ûliyettir. Bu mes’ûliyet şuurunu taşımayanlar için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu îkâzı ne kadar dehşetlidir:

“Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Bkz. Hâkim, IV, 362)

Çünkü gerçek mü’min, gönlündeki rahmet ve merhamet duygusu ölçüsünde yüreğinin uzanabildiği her yerden kendini mes’ûl addeder.

Öyleyse yapmamız gereken;

Bu îman nîmetinin şükrünü, ondan mahrum bulunanlara da ulaştırma gayretiyle ödemeye çalışmaktır. Zira Afrika, Osmanlı’nın himâyesinde bulunduğu vakitlerde huzurlu bir hayat yaşıyordu. Çünkü İslâm girdiği yere huzur verir. Lâkin Osmanlı’nın Afrika’dan çekilmek zorunda kalmasının ardından bu kıta, korsanların, sömürgecilerin ve misyonerlerin eline düşmüştür. Meselâ korsanlar, buradaki aşiretleri birbirine düşürmüş ve kuvvetli aşiretlerden kelle başı köle satın almıştır. Bu köleleri de zincirlenmiş bir vaziyette Amerika’ya götürmüş ve orada bir parya olarak zulüm altında çalıştırmışlardır.

Afrika, çok büyük yeraltı zenginliklerine sahip olması sebebiyle Batılı devletlerin asırlarca tasallutuna mâruz kalmıştır. Batılı devletlerin Afrika’ya bakış açısını göstermesi bakımından Kenya’nın kurucu devlet başkanı olan Jomo Kenyatta’nın şu sözü ne kadar mânidardır:

“Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp duâ etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.”

Yani günümüzde Afrika’nın hem maddî zenginlikleri elinden alınmış hem de misyonerlik faâliyetleriyle gönüllerindeki îman nûru söndürülmeye çalışılmıştır.

Hristiyan misyonerlerin yoğun çalışmalarının bir neticesi olarak, yerleşim yerlerinde neredeyse 400-500 metrede bir kilise veya kilise kuruluşu bulunmaktadır. Hattâ Afrika’da bulunan kilise ve Batılı sivil toplum kuruluşlarının yüzde 90’ı, müslümanların yoğun olduğu Kuzey bölgelerinde faaliyet göstermektedir. Bunun bir neticesi olarak köylere doğru gidildikçe daha önce müslüman iken sonradan hristiyan olan insanlarla karşılaşmak mümkündür. Ve içler acısı bir başka manzara da şudur ki, müslüman iken hristiyan olanlar, isimlerini değiştirmemektedirler. Dolayısıyla da buralarda adı “Mustafa” olan hristiyanlara rastlamak mümkündür.

Yapılan araştırmalar da göstermektedir ki, geçen asrın başlarında Afrika’nın nüfusu 300 milyon iken hristiyanların sayısı 9 milyondu ve bunun bütün nüfusa oranı sadece yüzde 3’tü. Buna karşılık müslümanların sayıları 165 milyon ve toplam nüfusa oranları ise yüzde 55’ti.

2010 yılında nüfusu 1 milyar 13 milyon olan Afrika’da 577 milyon hristiyana (%57) karşılık 293 milyon müslüman (% 29) var. (Bkz. Tablo)

2015_Mart_genc1

Bugün Hristiyanlık Batı’da neredeyse çökmüştür. Kiliselere yaşlı birkaç insanın dışında kimse gitmemektedir. Hattâ bu kiliselerin çoğu satışa çıkarılmaktadır. Dolayısıyla da misyonerler bütün güçlerini fakir ve câhil bıraktıkları Afrika’nın hristiyanlaşmasına harcamaktadırlar.

Mü’minleri bir vücut gibi târif eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîsine binâen, -Allah korusun- Afrika’da kaybettiğimiz her insan, aslında bedenimizden kopan bir parça mesâbesindedir.

Hiç şüphesiz, Afrika’nın ilk olarak İslâm ile şereflenmesi, Medîne ve İstanbul’dan daha önce vukû bulmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke Devri’nin beşinci yılında Câfer-i Tayyâr Hazretleri’ni Habeşistan’a göndermiştir. Orada on üç sene kalarak İslâm’ı tebliğ eden Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Habeşistan’ın büyük çoğunluğunun müslüman olmasına vesîle olmuş ve ondan sonra Medîne’ye dönmüştür.

Hattâ Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-, Medîne’ye döndüğü esnada Efendimiz’in Hayber’de olduğunu haber alıp, hiç vakit kaybetmeden Hayber’e gitmiştir. Câfer’i gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- önce:

“–Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar benziyorsun!” iltifatında bulunmuş ve alnından öperek şöyle buyurmuştur:

“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” (İbn-i Hişâm, III, 414)

Bizler de kendimizi Câfer-i Tayyâr Hazretleri’nin bin dört yüz sene sonra gelen bir nesli olarak bileceğiz. Afrika için maddî-mânevî hizmetlerimizi ihmal etmemeye gayret göstereceğiz. Böylece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gül yüzünü tebessüm ettirmeye çalışacağız. Zira Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Hayatım sizin için hayırlıdır; bâzı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Bugün yapılması gereken işlerin başında, oralardan talebe getirerek Türkiye’mizde okutmak, İslâmî bir şuur ve idrâk kazandırarak vatanlarına dönmelerine yardımcı olmak gelmektedir. Zira İslâm’ın rûhunu iyi hazmeden bir mü’min, sergilediği güzel hâl ve davranışlarla gittiği her yerde -Allâhʼın lûtfuyla- hidayetlere vesîle olur.

Bizler de şunu gördük ki, Afrika’da gerçekleştirilen Kurban faaliyetleri, açılan câmi ve okullar, maddî-mânevî yardımlar vesilesiyle pek çok kişi yeniden İslâm’a dönmektedir.

Velhâsıl İslâm âlemi olarak büyük bir mes’ûliyet altındayız. Dâimâ düşüneceğiz ki;

Acaba bugün bizim yerimizde ashâb-ı kirâm olsaydı, gönülleri İslâm ile buluşturmak için nasıl bir gayretin içine girerlerdi? Buna mukâbil, bizim gayretimiz hangi seviyede?

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye hitâben şöyle buyurmuştur:

“Ey Ali! Allâh’ın senin vâsıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine Güneşʼin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)

Cenâb-ı Hak, lûtf u keremiyle cümlemizi hidâyet üzere yaşatsın ve hidâyetlere vesîle eylesin…

Âmîn!..

[1] Bkz. el-Hucurât, 10.