Genç Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Ekim Sayı: 157
Bugün dünyada “İslâmofobi” diye bir mefhum kasten yayılmak isteniyor. Diğer dinler için böyle bir “fobi/korku” tâbiri kullanılmazken, niçin özellikle “İslâmofobi” deniliyor?
Bu “fobi” tâbirinin diğer dinler için değil de sadece hak din “İslâm” için kullanılmasının sebebi mâlum. Çünkü;
“Meyveli ağaç taşlanır.”
“Hırsız, kuyumcu dükkânını soymak ister, eskici dükkânını değil.”
Günümüzde bütün bâtıl ve muharref dinlerin insanlığa verebileceği bir şey kalmadı. Avrupa’da kiliseler satılıyor, câmi oluyor. Bâtıl dînin temsilcileri, bu gidişâta bir son verebilmek için, İslâm’ı çirkin göstermeye çalışıyorlar. Kendi dindaşlarının İslâm’a rağbetine mânî olmak için, yegâne hak dîn olan İslâm’ı gözden düşürmeye gayret ediyorlar.
Onların İslâm’a dil uzatmalarındaki sebep budur:
Bâtıl, haktan rahatsız!..
Gaflet uykusunda uyuyanlar, kendilerini îkâz edenlerden rahatsız olurlar.
Bugün de İslâm; vaz ettiği gerçek şefkat, merhamet ve diğergâmlık dolayısıyla, menfaatperest insanları, pragmatist toplumları, emperyalist güçleri rahatsız etmekte. Emrettiği adâlet ve hakkāniyet sebebiyle, zâlimleri ve sahtekârları rahatsız etmekte.
Nitekim Batı dünyasında 20-30 sene evvel bunun plânları yapıldı. Batı medeniyeti karşısında varlık gösterebilecek yegâne medeniyetin İslâm olduğunu îtiraf ettiler. Medeniyetler Çatışması tezlerini ortaya attılar.
Müslümanlar maddî, siyasî, askerî, teknik ve teknolojik açıdan hâlen Batı’dan çok geri olduğu hâlde, onlar İslâm’dan korkuyorlar.
Niçin?
Çünkü İslâm, insanı, asıl hayatın âhiret olduğu gerçeği içinde yaşatıyor. Dünya ile âhireti mezcediyor. Her iki cihanda da saâdetin ölçülerini veriyor.
Lâkin onlar, böyle bir uhrevî mes’ûliyet içinde değil; keyfî, rastgele ve nefsânî arzularına uygun bir hayat talep ediyorlar. İnsana sorumluluklar yükleyen, hayata ölçüler ve hudutlar getiren; sorumsuzluk ve vurdumduymazlığı engelleyen İslâm’a bu yüzden cephe alıyorlar.
Ayrıca onlar da biliyorlar ki; menfaatperestlik, insan vicdanını rahatsız ediyor. İnsanlık; şefkat ve merhamet arıyor.
Zulüm, kalpleri yaralıyor. İnsanlık; adâleti emreden ve yaşatan bir dîne yöneliyor.
Gayesiz, hayvânî, çılgınca bir hayat; rûhu rencide ediyor. İnsan, varlığının gayesini arıyor.
Bu arayışa cevabı; İslâm’ı hakkıyla yaşayan, zarif ve rakik kalpli müslümanlar verecektir.
Bu bakımdan geniş kitlelerin İslâm’a akın akın girmesine mânî olmak için İslâm’ı karalamak, zihinlerde mahkûm etmek istiyorlar.
Nasıl ki tarihte bir peygamber geldiğinde, ona karşı çıkan, ona iftira edenler ortaya çıktıysa, bugün de vaziyet aynıdır.
Bugün de İslâmʼın dünya çapında rağbet bulmasına mânî olmak isteyenler; “İslâmofobi” adı altında, İslâmʼa ve müslümanlara karşı çirkin bir nefret dalgası oluşturdular. İslâm’a terör yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar. İslâm’ı; korkulacak, fobi duyulacak bir şey olarak lanse ediyorlar.
Hâlbuki terör; kalpsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara aslâ İslâm’ın şiarları olan edep, ahlâk, vicdan, Allah sevgisi ve korkusu, hak ve adâlet gibi ulvî hisler lâzım değildir. Terörün gözyaşı yoktur, merhamet ve vicdanı yoktur.
İslâm ise bunun tam zıddına, bilhassa şefkat ve merhamet üzerine binâ edilmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de en çok “Rahmân” ve “Rahîm” isimlerini, yani bütün varlıkları kuşatan merhametini telkin buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir.
֍
Amerika, 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombası attı. Kadın, çocuk, yaşlı, savaşla hiç alâkası olmayan, hiçbir şeye iştirâk etmemiş insanlar, hattâ hayvanlar ve ağaçlar katledildi, toz hâline getirildi. Bunu yapan hristiyandır. Yüz binleri katleden Hitler de hristiyandır. Fakat kimse buna hristiyan terörü demiyor.
Stalin komünisttir. Yüz binleri katletti. Kellelerden kuleler yaptı. Fakat buna komünist terörü denmiyor.
İsrail yıllardır Filistinli kardeşlerimizi katlediyor. Buna yahudi terörü denmiyor.
Arakan’da Myanmar devletinin göz yumduğu teröristler müslümanları katlediyor. Buna budist terörü denmiyor.
Fakat her yerde mağdur, perişan müslümanlar olduğu hâlde, “İslâmî terör” diye iftiralar atılıyor. İslâm korkulacak bir şey olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Hâlbuki İslâm, harbe dahî muazzam bir hukuk getirmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, harpte bile merhamet tevzî etmiştir. Bir misal verelim:
Bedir Harbi’nde müşrikler, harpten bir gün evvel gelip Allah Rasûlü’nün kuyusundan su almak istediler. Peygamberimiz müsaade etti.
Bedir’den dönüşte Medîne’ye 150 kilometre mesafe vardır. 70 tane esir alınmıştı. Binek yetersizdi. Ashâb-ı kirâm; zaman zaman develerinden indi, esirleri bindirdi, kendileri yürüdü. “Onlar da bizim insanlıktaki eşimizdir.” dediler. Efendimiz ashâbına tâlimat verdi; “esirlere yediğinizden yedirecek, içtiğinizden içireceksiniz…” buyurdu. Bu fazîlet ve merhamet karşısında kâhir ekseriyeti müslüman oldu.
Neydi onlara bu fedâkârlığı yaptıran?
- Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış…
- O esirlerin de kendileri gibi hidâyetle şereflenmesi ümidi…
- Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini sergilemek…
Sadece bu misal dahî gösteriyor ki, insanoğluna gerçek insanlığı öğreten, İslâm’dır. Dolayısıyla gerçek insanlık, ancak İslâm’dadır. Hümanizm dedikleri ise, içi boş bir mavaldan ibarettir.
Tarihe baktığımızda, terörle en fazla mücâdele eden kişinin, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu görürüz. O’nun 23 senelik nebevî hayatı, bir bakıma terörle mücadeleden ibârettir. Toplumdaki zayıflara, esirlere, kölelere karşı terör, hayvanlara karşı terör, nebâtâta karşı terör… Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hep bunlarla mücadele etmiştir. Kâfir olsun mü’min olsun, dâimâ her insanın hakkına riâyeti esas almıştır. Neticede, kan gölüne dönmüş olan çölleri, huzura kavuşturmuştur. İnsanlık tarihinin bir daha görmediği, eşsiz bir fazîletler medeniyetinin temellerini atmıştır.
Bugün bizlere düşen; âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimiz’in yüce ahlâkını gücümüz nisbetinde fiilen temsil ve tebliğ etmektir. Bunu lâyıkıyla yapabildiğimiz takdirde, İslâm’ı ne kadar karalamak isteseler de Allah onların tuzaklarını boşa çıkaracaktır.
Çünkü İslâm; selâm demek, insanlığın selâmeti demek, barış demek, huzur demek…
İslâm; korkutucu değil, gönle huzur verici, aynı zamanda zarâfet, incelik ve nezâket tevzî edici bir dîndir. İslâm, her çeşit zulüm ve terörle mücadele dînidir. Bütün mahlûkâta şefkatle muâmele dînidir.
Birkaç misal verecek olursak:
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe Cennetʼe giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.” deyince, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurdular. (Hâkim, IV, 185/7310)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün koyunu kulağından çekerek kesmeye götüren bir kimseye rastlamıştı. Hemen müdâhale ederek;
“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yolda bir grup insana rastlamıştı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:
“–Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)
Sevâde bin Rebî -radıyallâhu anh- buyurur:
“Peygamber Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine çıkıp kendisinden bir şeyler istedim. Bana birkaç tane deve verilmesini söyledi. Sonra da bana şu tavsiyede bulundu:
«–Evine döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar, yemlerini güzelce versinler! Yine onlara, tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanları sağarken memelerini incitip yaralamasınlar!»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla Mekke’ye giderken yolları üstünde kıvrılmış uyuyan bir ceylana rastladılar. Âlemlere Rahmet Efendimiz, ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylanın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ettirmemesini emretti.[1]
On bin kişilik orduyla Mekke Fethi’ne gidilirken de, yolda yavrularının üzerine gerilmiş, onları emzirmekte olan bir köpek görüldü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından Cuayl bin Sürâka -radıyallâhu anh-’ı yanına çağırarak onu bu köpek ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Onların İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi hususunda tembihte bulundu.[2]
Bir ara Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ateşe verilmiş bir karınca yuvası gördü. Bu hâli kabullenemedi; karıncaların yanık yuvası, onun rakik kalbini dehşete sevk etti. Büyük bir teessürle:
“Kim yaktı bunu? Ateşle azap vermek, sadece ateşin Rabbine mahsustur.” buyurdu.[3]
Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışan bir bedevîyi görmüştü. Yanındakilere:
«–O bedevîyi bana getirin, fakat ona yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdu.
Bedevî yanına geldiğinde nâzik bir üslûpla:
«–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil! (Yani ağacın köküne zarar verme!)» buyurdu. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Yaş bir dalın bile gereksiz yere kırılmasına gönlü râzı olmayan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetini her fırsatta ve her şeye karşı nezâket, zarâfet, letâfet ve merhamete davet ediyordu.
Ecdâdımız Osmanlı’da da şefkat ve merhamet, hayvanlar ve bitkilere kadar uzanmıştı. Nitekim hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmak, kânûnen yasaktı. Zâbıta kuvvetleri bu yasağı ihlâl edenleri takip edip hayvanı dinlendirmek ve sahibine de cezâ olarak aynı yükü taşıtmakla mükellefti. Kânûnî Sultan Süleyman “Süleymâniye Câmii”ni yaptırırken yük taşıttırılan hayvanlar hakkında bir dizi ferman çıkararak onların dinlenme ve çayırda otlama saatlerine titizlikle riâyet edilmesini emretmişti.
Velhâsıl, değil insana, mahlûkâta bile böylesine merhameti emreden bir dînin adı, aslâ “fobi” kelimesiyle yanyana getirilemez. Fazîlet dîni İslâm, lâyıkıyla tanındığı takdirde, ondan korkmak ve ürkmek bir yana, ona ancak muhabbet ve hayranlık duyulur. Onun bu fazîletlerini görmeyip karalamaya yeltenmek ise, ancak bir art niyetin göstergesidir.
Dipnotlar:
[1] Muvatta, Hacc, 79; Nesâî, Hacc, 78.
[2] Vâkıdî, II, 804.
[3] Bkz. Ebû Dâvud, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268.