İslâm’da Vakti Değerlendirmek (Kur’ânî Tâlimatlar 25)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ocak, Sayı: 191

YARATILIŞ SEBEBİ

Hak dostlarından Şeyh Ahmed Harb’in, Behram adında mecûsî yani ateşe tapan yaşlı bir komşusu vardı. Bir gün bu komşusuna îman telkîninde bulundu. Yaşlı mecûsî dedi ki:

“–Sana üç şey sorayım. Cevap verebilirsen senin dînine îmân edeceğim.”

Şeyh Ahmed;

“–Sor!” deyince Behram şu soruyu sordu:

“–Allah bu halkı niçin yarattı? Ve dahî rızkını da verdi, fakat niye bunları öldürür? Mâdem ki öldürür, neden diriltir?”

Şeyh Ahmed, bu suallere şu cevabı verdi:

“–Cenâb-ı Hak; halkı yarattı ki, O’nun varlığını ve birliğini bilsinler, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin idrâki içinde olsunlar.

Cenâb-ı Hak; yarattığı halkın rızkını da verdi ki, O’nun rezzâklığını ve merhametini bilsinler.

Sonra onların canlarını alır ki, O’nun kahhârlığını bilsinler.

Sonra onları tekrar diriltir ki, O’nun bâkîliğini bilsinler. (Adâletini, hükmünü, mükâfat ve cezasını fehmetsinler.)

Velhâsıl hayatın her safhasındaki hâdisat ve vukuâtta O’nun Kādir-i Mutlak olduğunu idrâk etsinler.”

Behram bunları duyunca îmân etti.

Fakat Şeyh Ahmed Harb o an dehşete kapılarak bayıldı. Ayıldığında;

“–Yâ Şeyh, ne oldu?” diye sordular.

Dedi ki:

“–O an bana bir hitap geldi ki;

«Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, şimdi müslüman oldu.

Sen yetmiş yıllık müslümansın, son nefesinde ne olacağını bilir misin?!.»” (Tezkiretü’l-Evliyâ)

Kıssada birçok hisseler var.

Cenâb-ı Hak, yarattığı her insana rızkını verir. O sayısız rızıkların içinde bir ömür yaşamak nimeti var. O nimetleri idrâk edecek akıl, iz‘an, kalp ve vicdan nimetleri var.

Ömrü ve eceli idrâk eden kişi ise, kıssadaki zât gibi ürperiş ve endişe içinde olur.

Şöyle ki;

İnsan, Asr Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi,

  • Hüsrâna düşenlerden mi olacak, yoksa;
  • İstisnâ edilenler gibi felâha mı kavuşacak?

Bu dünya hayatı, işte bu suâlin cevabını doğru verebilmek için bir sermâye… Vakitler mahdut, günler, dakikalar ve nefesler sayılı… Ziyan edilen, yani hesabı verilemeyecek şekilde israf edilen her an, birer pişmanlık sebebi…

İnsan;

Süleyman -aleyhisselâm- kadar zengin olsa da eğer gaflet içindeyse hüsrandadır. Kezâ Yûsuf -aleyhisselâm- kadar cemâl sahibi olup da gaflet içinde yaşasa, hüsrandadır. Kurtuluş ancak îman ve amel-i sâlihler iledir.

BİR NEBÎNİN HÜZNÜ

Rivâyet edilir ki;

Hazret-i İlyas -aleyhisselâm- Azrâil’le karşılaşınca ürperdi. Bunun üzerine Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Sen bir peygambersin yâ İlyas, ölümden mi korktun?”

Hazret-i İlyas şöyle cevap verdi:

“–Hayır, ölümden ürkmedim. Fakat hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibâdetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan bir lezzet alıyordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.”

Bu ulvî idrâkin bir başka ifadesini Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şöyle dile getirir:

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin senesinden daha hayırlıdır. Çünkü dünyanın bir gününde rızâ-yı ilâhîyi tahsil etmek imkânı vardır. Âhirette ise dünyadaki gibi amel-i sâlihler yapıp da kazanma imkânı yoktur. Orada sadece hesap vardır.”

Gafil insanlar ise; Cenâb-ı Hakk’ın kendisini niçin yarattığını, kendisine bu ömrü ve sayısız nimetleri niçin verdiğini tefekkür etmez. Öleceğini bildiği hâlde, ölüp giden binlerce insana şâhitlik ettiği hâlde, hiç ölmeyecekmiş gibi bir gaflet içinde yaşar. Âhiretin bu dünyada sergilenen îman, kulluk ve amel-i sâlihler ile kazanıldığını idrâk edemez. Sermâyesini hebâ eder.

Böyle gaflet ehli âhirette büyük bir pişmanlık duyar ve feryâd eder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onlar orada şöyle feryâd ederler:

«–Rabbimiz! Bizi çıkar, (daha önce) yaptığımız (kötü amellerin) yerine sâlih ameller işleyelim!»

(Onlara şöyle denilir:)

«–(Evvelâ) size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?

(İkinci olarak) size (Peygamber, Kur’ân ve ihtiyarlık alâmetleri gibi nice) îkaz edici de gelmedi mi?

(O zaman niçin inanmadınız?)

Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur!»” (Fâtır, 37)

Kur’ân-ı Kerim’de; âhiretteki nice nedâmet sahneleri bizlere ibret için seyrettirilmektedir. Bu hüsran dolu nedâmet tablolarında, mücrimler;

يَا لَيْتَن۪ي يَا لَيْتَنَا

“Âh keşke!” diyerek pişmanlıklarını dile getirmektedirler. O faydasız son pişmanlıklardan biri âyet-i kerîmede şöyle ifade buyurulur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de;

«–Rabbim, beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de (ölümümü) sadaka versem, sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Gafil insanı aldatan bir husus da sabırsızlık ve sebatsızlıktır. Ömrü sâlih amellerle tezyîn etmek; şu kısa dünya hayatında haramlardan uzak, nezih bir hayat yaşamak titizliğine sabredemezler. Onlara bu gayretler pek uzun ve yorucu gelir.

Hâlbuki;

Âhirette o şiddetli günün pişmanlıkları ve hüsranları içinde, dünya hayatının âhiret karşısında pek kısa olduğunu da idrâk edeceklerdir. Âyet-i kerîmede bu hissiyâtın zaman ölçüsü şöyle ifade buyurulur:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰيهَا

(Kıyâmeti gördükleri gün onlar, sanki dünyada) sadece bir akşam vakti veya kuşluk zamanı (kalmış gibidirler.) (Bkz. en-Nâziât, 46)

EĞLENCE Mİ MUHASEBE Mİ?

Dünyayı oyun, eğlence ve dünyalıklar, nefsânî arzularla meşguliyet yeri zannedenler, sene başlarında kutlama yapıyorlar. Hâlbuki bu ne kadar hazin bir aldanıştır.

“Ömür sermâyemizden bir yıl daha gitti!”

“Vâdesi meçhul ömür senedinin tahsiline kalan müddetimiz bir yıl daha azaldı!” diye sevinilmesi ne kadar gariptir.

Hâlbuki;

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38)

Bu kâinat, insanın kulluk imtihanı için yaratılmış bir dershânedir. Bu kâinat, insan için bir endam aynasıdır.

Dünya bir imtihan yurdu olduğuna göre, her fırsat muhasebe ve murâkabe için değerlendirilmeli değil midir?

Hazret-i Ömer’in ifadesiyle:

“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin! Büyük duruşma için hazırlık yapın! Âhiretteki hesap, ancak dünyada nefsini hesaba çekmiş olanlar için hafif ve kolay olacaktır.”

Dikkatli bir ticaret erbâbı; dükkânında her yıl sayım yapar, kârını, zararını hesaplar.

Bir talebe; zaman zaman imtihanlara girerek hedefine göre, seviyesinin ne durumda olduğunu kontrol eder.

Bir mü’minin de vakit muhasebesine misaller:

  • Hayat defterimizden bir sayfa daha eksildi. Acaba bir nevî karne hükmündeki o sayfada bizim için neler yazıldı? Hangi omuz ağır bastı?
  • Acaba imkânımız olduğu hâlde hangi mânevî fırsatları kaçırdık?
  • Vazifelerimizi ne kadar edâ edebildik?
  • Edâ ettiğimizi düşündüklerimiz ne kadar ilâhî kabule nâil oldu?
  • Cehennem tuzakları olan haramlardan ne kadar uzak durabildik?
  • Ömür çetelesinde eksi mâhiyette çizikler mi çok yoksa artı mâhiyette yıldızlar, pekiyiler mi?

Bu muhasebe yapıldıkça; kul, geleceğe daha iyi hazırlanır. Kalan ömrünün kıymetini daha iyi anlar.

Cenâb-ı Hak;

“Fecre (sabah aydınlığına) yemin olsun!” (el-Fecr, 1) buyuruyor. Geceye, kuşluk vaktine, ikindi vaktine de ilâhî yeminler var. Yani bu muhasebenin sadece yıllık değil, her gün, her gece, her vakit tekrarı lâzım.

Bir mü’minin günlük hayatta kendini nasıl mîzan ve muhasebe etmesi gerektiğine dair Hak dostlarının îkaz ve tavsiyelerinden birkaç nümûne:

  • Bu sabah hayat defterini nasıl açtın? Sana yeni bir gün lutfettiğini düşünerek Rabbine şükrettin mi? Bu yeni günde Rabbine kulluk ahdini yeniledin mi?
  • Cenâb-ı Hak; seni seher vaktinde istiğfâra davet ederken, sen o vakitte coşup taşan ilâhî rahmet ve mağfiretten ne kadar nasiplenebildin? Yoksa yağmur damlalarının kayaların üzerinden boşa akıp gittiği gibi, o husûsî lütuf ânını zâyî mi ettin?
  • Seher vaktinin feyzini bütün gününe taşıyabildin mi? Bugün hayatın ne kadar zikrullah ikliminde geçti? Ne kadar Rabbini hatırlayabilmenin rûhâniyeti içinde oldun?
  • Müezzinin; «Hayye ale’s-salâh!» davetine uyarak kaç vaktini cemaatle kılabildin? Namazlarında tekbirleri, kıyamları, kıraatleri, rükû ve secdeleri Hakk’ın istediği kıvamda, yani huşû içinde, ruh ve beden âhengiyle edâ edebildin mi?
  • Bugün dilini, boş ve lâubâlî konuşmalardan, yalan ve dedikodudan, gıybet ve münakaşadan ve bir gönle diken batırmaktan muhafaza edebildin mi?
  • Bugün; Yaradan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabildin mi?
  • Bugün bir mü’mini sevindirmenin kalbî hazzını tadabildin mi? Bir kederliyi tesellî edip ona tebessüm ettirebildin mi? Bir gönül kazanabildin mi?
  • Bugün hidâyete muhtaç insanlara dilinle, hâlinle ve kalbinle ne kadar yardım edebildin? Onlara «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker»de bulunup hidâyetleri için duâ ettin mi?
  • Bugün insanların pek çoğu nefsâniyet anaforunda kaybolurken, sen rûhâniyetini koruyabildin mi? Başta aile efrâdın olmak üzere mes’ul olduğun insanları zamanın fitne ve şerlerinden korumak için hangi tedbiri aldın?
  • Bugün sana Allâh’ın en büyük nimeti olan Kur’ân-ı Kerim’den kaç sayfa okudun? Orada sana verilen mesajları tefekkür ederek mûcibince amel ettin mi?
  • Bugün vefât edebileceğini, kefenlenip kabre konulabileceğini, bütün aile efrâdının ve yârânının seni mezara teslim edip geri döneceklerini, mezarda sadece îman ve amelinle baş başa kalabileceğini hiç düşündün mü?

Nitekim;

Salgın hastalık, ölüm hissiyâtını daha yakın hissettirdi. Hâlbuki ölüm değişmez bir takdirdir. İki âlem arasında geçilmesi zarûrî olan bir kapıdır.

Ölüm, ona hazırlananlar için âsûde bir bahar ülkesidir. Hazırlanmayanlar için ise korkunç bir kâbus gecesidir.

Hazret-i Mevlânâ bu hakikati ne güzel ifade eder:

“Oğul; herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

Yahya Kemal’in şu mısraları da, ölüme dost olanların huzur ve sükûnetli hâlini anlatır:

Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle.
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Lâkin âhirete hazırlanmayanlar için; ölüm, dâimâ korkulan ve mümkün olmadığı hâlde kendisinden kaçılan bir hakikat olmuştur.

AZRÂİL’İN HİTÂBESİ

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Azrâil -aleyhisselâm- rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Ölen kişinin evindekiler feryâd ü figān ederler. Azrâil -aleyhisselâm- hâl lisânı ile şöyle der:

«–Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat geldi, canını aldım. Boşuna ağlamayın, ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi bırakmayacağım.»”

Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:

“Eğer ev halkı Azrâil -aleyhisselâm-’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Evet, ömrün kıymetini en güzel idrâk ettiren husus, ölümdür.

Şöyle ki;

Âhirete hazırlık; fânî lezzetleri terk etmeyi yahut en azından kifâyet derecesine azaltmayı îcâb ettirir. Ham nefis ise, arzularından vazgeçmek istemez. Hâlbuki ölüm, lezzetleri kesecektir. Kabirde, dünyevî lezzetler yoktur.

Ölmeden ölmek de; nasıl olsa bitecek ve kesilecek olan o fânî lezzetleri, irâdî olarak kontrol altına almaktır. Bu da ebedî hayatın sermâyesi olan ömrü, fânîde israf etmemek demektir.

O hâlde; sene sonunda gireceği imtihanın tarihini duvarına asan, hattâ her gün o imtihana kaç gün kaldığını kendine telkin eden talebeler gibi, her insan da ölümü bir levha hâlinde gönül ufkuna asmalıdır.

Nitekim ecdâdımız camilerin hazîrelerine kabirler koymuş, namaza gidip gelirken ölümü tefekkür etmişlerdir. Kabristanları da yine şehirlerin manzara ufkuna koymuşlardır.

Gazâlî Hazretleri’nin tavsiyesinde de aynı hakikati buluyoruz:

“Oğlum, bugün öldüğünü farz et! Ne kadar; «Eyvah! Vah vah!» diyerek pişman olacaksın! Bir kabristana gittiğimiz zaman kendi yaşımızda çok mezar taşı buluruz.

O bakımdan bundan sonraki ömrünü Allâh’ın verdiği bir nimet olarak bilip, ona göre değerlendir!

Ey oğul! Hadîs-i şerifte de buyurulduğu gibi; istediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin! Dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın! İstediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin!..

Ey oğul! Maksadın; rûhunu olgunlaştırmaya, nefsine hâkim olmaya, bedenini de ölüme hazırlamaya gayret etmek olmalıdır. Çünkü son durağın kabir olacaktır. Kabirdekiler; «Ne zaman geleceksin?» diye beklemektedirler. Sakın oraya azıksız gideyim deme!”

FÂNÎLİĞE İSYAN

Ne yazık ki, ölümün varlığı insanlara âhireti düşündürüp, ona hazırlanmayı telkin etmesi gereken bir hakikat olduğu hâlde; insanların fânîliğe isyanları, gaflet ehlini farklı davranışlara sevk etmiştir.

Sahip olduğu nimetlerin asla elden çıkmasını istemeyen insanoğlu, dâimâ ebedîlik ve ölümsüzlük arzular.

  • Kimisi ebedîliği evlât sahibi olmakta arar, neslinin kıyâmete dek sürmesini diler.
  • Kimisi bedenine aşırı düşkünlük ve ihtimamda arar, asırlarca yaşamayı arzular.
  • Kimisi sonsuzluğu kalıcı eserler bırakmakta arar, nâmını kendinden sonra da sürdürmeyi diler.
  • Kimiyse mal-mülk yığmakta arar, servetinin gücüne dayanır, onu kendi varlığına payanda kılmak ister. Nitekim âyet-i kerîmede:

(Vay hâline o kimsenin ki), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder.” (el-Hümeze, 3) buyurulur.

Hâlbuki fânî dünyada ebedîlik aramak veya mesut günlerin hiç bitmeyeceğini ve nimetlerin hiçbir zaman elden çıkmayacağını zannetmek; çöllerdeki seraplara aldanmak gibi boş bir hayal ve beyhûde bir ümittir.

Eğer âhirete hizmet etmiyorsa, bütün bu isyanlar boşa çıkar.

Mevlânâ Hazretleri şu kıssa ile ne güzel anlatır:

“Bir nahiv âlimi bir gemiye binmişti. O kendini pek beğenmiş olan nahivci, yüzünü gemiciye çevirdi. Dedi ki:

«–Sen hayatında hiç nahiv okudun mu?»

Gemici;

«–Hayır.» deyince; nahivci kibirli bir şekilde;

«–Senin ömrünün yarısı hiçe gitmiş.» dedi.

Gemicinin gönlü bu sözden kırıldı, ama cevap vermedi, sustu.

Derken, bir rüzgâr çıktı, gemiyi bir girdaba sürükledi. O zaman, gemici, nahivciye yüksek sesle seslendi:

«–Ey hoca; söyle bakalım, sen yüzme bilir misin?»

Nahivci telâşla;

“–Ey hoş sözlü ve güzel yüzlü gemici, yüzme bilmem!” deyince, gemici;

«–Ey nahivci!» dedi. «Senin bütün ömrün hiçe gitti, çünkü gemi bu girdapta batacaktır.»”

Bu temsilî kıssada;

«Nahiv bilmek» sadece dünyaya faydası olan fânî bilgilerdir. Bilgileri sadece zihne depolamaktır.

«Yüzme bilmek» ise, âhiretin girdapları karşısında kulu kurtuluşa götürecek «mârifetullah» ilmidir.

Kıymetli ömrünü, sadece dünyevî bir meşgaleye sarf edenlerin âkıbeti hakkında âyette şöyle buyurulur:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmış (fakat boşuna) yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3)

Ömürlerini, sonsuz âhirete hazırlığa tahsis eden mü’minler; dünyaya kapılan gaflet ehlinin dünyadaki geçici konfor ve rahatına da asla gıpta etmemelidir. Mekke devrinde yaşanan şu hâdise çok ibretlidir:

Müşrikler, müslümanlara en ağır zulümleri revâ görüyorlardı. Mü’minler ise sabır ve tahammülde zorlanmaya başlamışlardı. İçlerinden;

“–Bizler hak üzere olduğumuz hâlde, hep çilelere tahammül etmek bize düşüyor. Müşrikler ise rahat rahat sere serpe dolaşıyorlar.” dediler.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar gezip dolaşmaları seni aldatmasın…

(Bu gafilâne dünya hayatı), azıcık bir menfaattir. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Bir Hak dostu ne güzel söyler:

“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”

Bunlar birer kaçıştır. Fakat kaçacak hiçbir yer yoktur!

EBEDİYET UKBÂDA

Hâlbuki insanın önünde bir ebediyet vardır. İnsan istese de istemese de vardır. Âhirette -Allah korusun- sonsuz azap veya sonsuz mükâfat şeklinde bir ebedî âlem, insanı beklemektedir.

Fânî dünyada ebediyet aramak yerine; ömür sermâyesini, sonsuz cennet kârını elde edecek şekilde akıllıca sarf etmek lâzımdır.

Bunun için ömrün kıymetini bilmek zarûrîdir.

Zamanı asla israf etmemelidir. En kıymetli varlık, zamandır. Zamanı borç veremezsin, borç alamazsın, nice servetleri versen dünü geriye getiremezsin. Darb-ı meselde denildiği gibi;

“Vakitlerle yâkutlar alınır, ama yâkutlarla vakit alınmaz.”

Mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği ömre bir teşekkür içinde bulunmalıdır. Bunun yolu da ömrü şerîatın muhtevâsı içinde yaşamaktır. Ömür, hakkında en çok aldanılan ve âhirette en büyük pişmanlıklara düşülen bir nimettir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“İki şey vardır ki onlar hakkında insanların çoğu aldanış içerisindedir. Bunlar;

  • Sıhhat ve
  • Boş vakittir.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Öyle ki, sâlihlerin bile daha fazla sâlih amel işlemedikleri için pişman olacakları bildirilmiştir.

Demek ki; ömrü israf etmek, ebedî hayatı israf etmek ve kaybetmektir.

ÂNI DEĞERLENDİRMEK

Sûfîyi tarif ederken «ibnü’l-vakt» yani «vaktin, zamanın oğlu» denilmiştir. Yani sûfî her ânını nasıl değerlendireceğini bilen ve vaktine sahip olan kişidir.

Yapılacak bir hayli vazife var, hayırlı işler sayısız, ömür ise mahdut… Öyle ise, biri bitince derhâl diğerine başlamalı. Âyet-i kerîmenin tâlimâtı da budur:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ ﴿ 7 ﴾
وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿ 8 ﴾

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel!..” (el-İnşirâh, 7-8)

Zevk u safâ içinde bir istirahati kabre tehir eden bir müslümanın, bu dünyada asla boş bir vakti olmamalı. Rasûlullah Efendimiz bunu tâlim ederek daha sabah namazında ashâbına sormaya başlardı:

“•Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

  • Bugün bir aç doyurdunuz mu?
  • Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?
  • Bir cenâze teşyiinde bulundunuz mu?..” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bu ilâhî ve nebevî tâlimatlarla yaşayan müslüman, nice hayırlı faaliyetleri yapmak için zaman bulur. Onun için zaman bereketlenir. Arı gibi; temiz yerlerde dolaşır, temiz şeyleri toplar, hiçbir yere zarar vermez, dâimâ ve bol bol şifâ ve rahmet üretir. Amel defterini petek petek doldurur. Arının da kırk beş günlük kısacık bir ömrü vardır fakat onda hizmet eder, bal üretir, faydalı olur. Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Görmez misin sen arıyı, her bir çiçekten bal ider,

Sinek ile pervânenin yuvasında bal olmaya.

Bu kıvâma eremeyenler ise, pek bir şey yapmadıkları hâlde vakit yokluğundan şikâyet eder dururlar.

Vaktin en büyük kātili, Kur’ânî ifadeyle «lâğv» yani boş işler, lüzumsuz ve hattâ zararlı lâkırdılardır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hafsa Vâlidemiz’e şu tavsiyede bulunmuştur:

“–Yâ Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Allâh’ın zikri dışındaki çok konuşmalar kalbi öldürür. Fakat Allâh’ı çokça zikret! Çünkü bu kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, I, 439/1896)

Günümüzde en büyük vakit israflarından biri de; televizyon, telefon ve internet ekranlarının müptelâsı olmaktır. Husûsen televizyon ve internetin zararlı programları, modalar ve reklâmlar; şahsiyetleri tahrip etmekte, zihinleri robotlaştırmakta ve beyinleri dumûra uğratmaktadır.

Ayrıca bu ekranlar; uyku nizâmını da bozarak, bir mü’minin mâneviyat depolayacağı gecelerin de israfına sebebiyet vermektedir.

Bir mü’minin yirmi dört saati; ibâdetler, ferdî ve içtimâî vazifelerle dopdolu olmalıdır.

Hâsılı ömür şu kıssada verilen tavsiyeye mutâbık yaşanmalıdır:

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri anlatıyor:

Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş. Ona;

“–Kurtuluş için ne yapalım?” diye sormuş.

Hâce Hazretleri de şu cevabı vermiş:

“–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa, onunla meşgul olun! Yani son nefeste nasıl ki tamamen hâlimizi ve kulluğumuzu düşünüp bütünüyle Hakk’a râm olmamız lâzımsa, hayatınız boyunca da devamlı o şekilde uyanık olun!” (Reşâhat, s. 130)

Rabbim idrâk edip yaşayabilmeyi nasip buyursun!..

Yüce Rabbimiz, bizleri verdiği ömür nimetine şükredebilenlerden eylesin. Ömürlerimizi sâlih amellerle tezyîn edebilmeyi ve son nefeste hüsn-i hâtimeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..