İslâm’da Sâliha Annenin Ehemmiyeti (Kur’ânî Tâlimatlar 15)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Mart, Sayı: 181

HAYRA ANAHTAR ANNELER…

Huzeyfe -radıyallâhu anh-, anlatır:

Bir gün annem bana sordu:

“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?”

Ben de;

“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim.

Bana çok kızdı ve fena bir şekilde azarladı. Ben de dedim ki:

“–Dur, kızma anneciğim! Hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim; O’nunla beraber akşam namazını kılayım, sonra da hem benim hem de senin için istiğfâr etmesini O’ndan talep edeyim.” (Tirmizî, Menâkıb, 30; Müsned, V, 391-2)

Sâliha bir annenin evlâdını murâkabe ve terbiyesine ne güzel bir nümûne!..

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi ile ümmete örnek sâliha anneler hâline gelen sahâbî hanımlar, o saâdet toplumunun görünmeyen mürebbiyeleri ve kahramanları idi.

Onlar, efendilerini sabahleyin duâ ile uğurlarken şöyle derlerdi:

“Allah’tan kork; haram kazanma! (Bize haram lokma getirme!) Zira biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat kıyâmet gününde cehennem azâbına sabredemeyiz.” (Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

İslâm’ın istediği takvâ toplumunun inşâsı için, sâliha hanımların yetiştirilmesi zarûrîdir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

(Rahmân’ın sâdık kulları şöyle) duâ ederler:

«Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!»” (el-Furkān, 74)

Zira toplum ailelerden teşekkül eder. Aile, Allah adına nikâhla kurulur. Nikâhın olmadığı yerde; aile ve cemiyet nizâmı yoktur, sürü hâlinde yaşayan mahlûkat vardır.

Cenâb-ı Hak, takvâ üzere tesis edilmiş bir toplum hâline gelmemizi ister. Böyle huzurlu bir toplumu, en başta göz nûru sâliha hanımlar kurar, evlâtlarının üzerine titreyen şefkatli sâliha anneler meydana getirir. Atalarımız; “Yuvayı dişi kuş yapar.” diyerek bu hakikati terennüm etmişlerdir.

CÂHİLİYYEDE MAZLUM KADIN

Kadîm câhiliyyede, kız evlâtlar istenmezdi. Onlara haksızlık yapılır, mîras payları gasp edilir, hattâ bir kısmı diri diri toprağa gömülürdü.

Kadın; amansız kabîle savaşlarında tecâvüzlere mâruz kalırdı. Hakikî nikâhlar dışında mut‘a ve benzeri türlü türlü fuhşiyatta kadının ırzı pâyimâl edilirdi.

Modern câhiliyyede ise; kadına bir metâ, bir eşya, bir cinsiyet objesi olarak bakılmakta ve kadın vitrine edilerek istismâra uğramaktadır. Hâlbuki kadının kıymeti cinsiyette değil, şahsiyettedir. Tende, cinsiyette ve beden teşhirinde değer aramanın neticesi, acı bir insanlık fâciasıdır. Nâdîde bir çiçeğin kaldırımlarda çiğnenmesi veya bir pırlantanın çöplüğe atılması gibidir. Bu hâl ise, beşeriyetin yüz karası bir manzaradır.

İslâm ise, kadını sâliha hanım mevkiine yükseltmiştir. Çünkü kadın sâliha olduğunda, fert de, aile de, cemiyet de ıslah olur. Kadın; iffet ve haysiyetini zâyî ettiğinde ise, bütün bir toplum, âdetâ cam kırıkları ile dolar.

Kur’ân-ı Kerim, defalarca anne-babaya ihsânı emretmiştir. Husûsen annelerin, evlâtlarını nice zahmetlerle dünyaya getirdikleri beyân edilerek, evlâtlar anne-babaları için vefâya, ihsâna ve duâya davet edilmiştir:

“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki:

«Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih ameller işlememi temin et!.. Benim için de zürriyetim için de salâhı / sâlih amelleri devam ettir. Ben Sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.»” (el-Ahkāf, 15)

Peygamberimiz buyurur:

“Cennet, annelerin ayakları altındadır.” (Nesâî, Cihâd, 6)

Yani bir evlât, annesinin rızâsını almadıkça cennet kapısından giremez.

Bir sahâbî;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sordu.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” buyurdu. (Müslim, Birr, 2)

Anneye gösterilen bu hürmetin canlı bir misâlini, eşsiz bir vefâ sahibi olan Efendimiz, sütannesine gösterirdi. Sütannesi Halîme Hatun’u her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa‘d, I, 113, 114)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek yolundan giden İslâm şahsiyetleri de anneye gösterdikleri hürmetle yâd edildiler.

İmâm-ı Âzam Hazretleri; içtihadlarını, Halîfe Mansûr’un istismâr etmesine mâni olmak için, Bağdat kadılığını reddetti. Bu yüzden hapse atıldı. O vaziyette dahî tek endişesi, vâlidesinin bu haberi duyup üzülmesiydi.

Abdurrahman Câmî Hazretleri; annesine olan hürmet ve medyûniyetini şöyle ifade eder:

“Ben annemi nasıl sevmem. O beni; bir müddet karnında, cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da kalbinde taşıdı.”

Bahâüddîn Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri de;

“Benim kabrimi ziyaret etmek isteyenler, önce annemin kabrini ziyaret etsin.” buyurarak, annesi için sadaka-i câriye olma gayretinde oldu.

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın tâlimatlarından biri; Peygamber Efendimiz’in mübârek zevcelerini annelerimiz olarak bilmemizdir. Onlardan her biri ümmetin anneleridir. Onlar bizlere birer sâliha anne nümûnesidir. Başta;

HATİCE VÂLİDEMİZ

Peygamberimiz’in ilk hanımı, İbrahim dışında bütün evlâtlarının annesi ve ilk mü’mine Hatice Vâlidemiz, «sâliha hanım» olma husûsunda en zirve misaldir.

Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-, Hirâ Mağarası’na uzlete çekilme günlerinden, Boykot’un en şiddetli zamanlarına kadar Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük maddî ve mânevî destekçisi olmuştur.

Nitekim Rasûlullah Efendimiz, Hirâ’dan telâş içinde dönüp;

“–Yâ Hatice! Bana kim inanır?” dediği zaman, o mübârek hanım;

“‒Asla korkma! Vallâhi Allah Teâlâ Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zira Sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten âciz kimselerin elinden tutarsın, fakire ihsanda bulunursun. Misafire ikram edersin. Haksızlığa uğrayan kimseleri korursun.” demiş ve Fahr-i Kâinât Efendimiz için büyük bir moral kaynağı olmuştu. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îmân, 252; İbn-i Sa‘d, I, 195)

Hatice Annemiz, eşsiz sadâkati ve sehâvetiyle; İslâm’ın en garip ve zayıf zamanındaki boykot yıllarında, bütün servetini, Allah ve Rasûlü için cömertçe harcayarak muhteşem bir fedâkârlık ve îman cesareti sergilemiştir.

Onun vefâtı, Peygamber Efendimiz’e öyle ağır geldi ki sahâbe-i kiram, o seneye «Hüzün Senesi» dediler. Sabır, metânet ve rızâda zirve olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in başına nice ağır iptilâlar gelmiştir. Evlâtlarının birer birer vefâtı, amcası Hazret-i Hamza’nın ve güzîde ashâbının hunharca katledilmesi ve daha nice yürek burkan hâdise… Lâkin bu hâdiselerin vukû bulduğu senelere değil, Hazret-i Hatice’nin vefât ettiği seneye «Senetü’l-Hüzün» denilmesi, mübârek Vâlidemiz’in, Peygamberimiz’e ne kadar büyük bir mânevî destek olduğunu göstermektedir. Onun bu hâli, sâliha annelerin ne kadar değerli olduklarına işaret eder. Ayrıca bu hakikat, onun ahlâkına bürünebilen ümmetin annelerine de kıyâmet günü Hatice Vâlidemiz’le beraberlik müjdesi demektir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o mübârek annemizdeki rûhî derinlik, incelik ve zarâfeti hiçbir zaman unutmadı. O kadar ki Hazret-i Hatice’nin vefâtından sonra, bir kurban kesilecek olsa, dâimâ bir kısmını onun akrabalarına gönderirdi. Onun dostlarının hatırlarını sayardı. Onu şöyle vasfederdi:

“Zamanının en hayırlı kadını Meryem idi. Bu zamanın en hayırlı kadını da Hatice’dir.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20, Enbiyâ, 45; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 69)

Peygamberimiz’in mübârek hanımlarının her biri bizlere sâliha anne nümûnesidir. Bir başka büyük şahsiyet;

ÂİŞE VÂLİDEMİZ

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; en yakın dostu olan Hazret-i Ebûbekir’in kızı Âişe Vâlidemiz’le evlenmiş onu âdetâ bir fıkıh âlimesi gibi yetiştirmiş ve onun hakkında;

“Dîninizin üçte birini Âişe’nin evinden öğrenin!” (Deylemî, II, 165/2828) buyurmuştur. Yeğenleri vasıtasıyla ders veren Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın 300’e yakın talebesi olmuştur. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın ifadesiyle Âişe Vâlidemiz’in içtihâdından faydalanmayan hiçbir müçtehid yoktur.

Âişe Vâlidemiz çok cömert ve çok takvâlıydı. Şu davranışı da her iki hasletini te’yid eder mâhiyettedir:

Peygamber Efendimiz; vefât ettiği mekâna, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in hücresine defnedilmişti. Hazret-i Ebûbekir vefat edince o da yâr-i gārının yanına medfun olma saâdetine erişti. Geriye bir yer kalmıştı ve Hazret-i Âişe, orayı da kendisi için arzu ediyordu. Lâkin Hazret-i Ömer’in ricâsı üzerine büyük bir îsarda bulunarak, oraya Hazret-i Fâruk’un defnine müsaade etti. Kendisi anlatır:

“Ben, Allah Rasûlü’nün ve babamın medfun olduğu odama girdiğimde örtümü rahatça çıkarır; «Biri zevcim, diğeri babam.» derdim. Ama Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- onların yanına defnedildikten sonra Allâh’a yemin ederim ki odama ancak, Ömer’den hayâ ettiğim için elbiseme iyice bürünerek girdim.” (Ahmed, VI, 202; Hâkim, III, 63/4402)

Mü’minlerin Anneleri, her biri fazîletlerle doluydular. Zeyneb Vâlidemiz, el emeğiyle tabaklayıp îmâl ettiği derileri satar ve geliriyle infakta bulunurdu. Hudeybiye’de Peygamberimiz, Ümmü Seleme Vâlidemiz’le istişârede bulunmuş, firâsetli cevabından memnun kalmıştı.

Her hâliyle fazîlet tevzî eden nur yüzlü annelerimizin her biri, elde olanı infak, zühd ve riyâzat hâlini severek yaşadılar. Hayatın med-cezirleri karşısında hiç şikâyet etmediler, şükür hâlinde yaşadılar. Onların serveti, mânevî huzur idi. Onların lezzeti, açları doyurmaktı. Onların en mühim meşgalesi; irşad bekleyenleri irşâd etmekti, yetim kızların çeyizlerini hazırlayıp evlendirmekti.

İslâmî bir aile hayatının inşâsı ve muhafazası için Allah Rasûlü’nün müstesnâ fazîletlerle dolu aile hayatından hisseler almak zarûrîdir.

Hiçbir kadın, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez.

Hiçbir efendi de hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti ve nezâketi seviyesinde sevemez.

Hiçbir evlât, babasını; Hazret-i Fâtıma’nın, babasını sevdiği kadar sevemez.

Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

EHL-İ BEYT’İN ANNESİ

Bize bambaşka bir sâliha anne nümûnesi de Hazret-i Fâtıma Vâlidemiz’dir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ömrünün sonuna kadar hayatta kalan tek evlâdı, Hasan ve Hüseyn’in annesi, Hazret-i Ali’nin mübârek zevcesi Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz, eşsiz fazîletlerin menbaıydı.

Mekke devrinde kâfirler, Varlık Nûru Efendimiz’e hakaret ve hücum ettiklerinde, Hazret-i Fâtıma koşar gelir, Efendimiz’in üstünü temizler, O’nu destekler, bedbahtlardan hiç korkmazdı. Muhterem babasına olan ihtimamından dolayı ona; “Babasının annesi” derlerdi.

Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, zayıf ve nahif bir hanımdı. Ev işleri ise hayli yorucuydu. Hazret-i Fâtıma; ocağı yakar, yemek pişirmeye çalışırdı. Bazen ateşi üflerken çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Evi süpürmekten üstü-başı toz-toprak içinde kalırdı. Un öğütmek için değirmen taşını çevirmekten ellerinin, su taşımaktan da sırtının yara içinde kaldığı zamanlar olurdu. Fakat onun bir hizmetçisi olmadı. Takvâ, tevekkül ve rızâ evlerinin bereketiydi.

Riyâzat içindeki hayatlarında da, canlarından kopararak infakta bulunurlardı. Rivâyete göre;

Efendisi Hazret-i Ali ile beraber, üç gün üst üste iftar saatinde kapılarına gelen ve;
«Allah için!» isteyen yoksul, yetim ve esire yegâne iftarlıklarını verdiler. Haklarında şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler:

«Biz sizi sadece Allah rızâsı için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler).

İşte bu sebeple Allah, onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)

İşte o anneler, İslâm toplumu için en güzel nümûneler oldular. Tarih boyunca; İslâm âleminde iffet, hayâ, şefkat, hizmet, merhamet ve cömertlik âbideleri anneler yetişti.

Onların binlercesinin adını hiç öğrenmedik. Zira onların bütün fazîletleri yalnızca Allah tarafından bilinmenin muhafazası içinde, riyâdan uzak bir mahviyet ile sırlı ve saklı idi. Bu hâl, günümüzde bazı nâdanların zannettiği gibi, «geri plânda kalmak» değildi. İslâm’ın ve fıtratın istikametinde, şuurlu bir tercih idi. Zira günümüzde görüyoruz ki, kadınlar güya ön plâna itildikçe, erkeklerin vazifelerini de deruhte etmek zorunda kalıyor, bunun neticesinde de ağır psikolojik hastalıklara dûçâr oluyorlar.

Bununla beraber, şu vâlideler hayır-hasenatlarıyla tarihte iz bıraktılar:

Harun Reşîd’in hanımı Zübeyde Hatun; hacılara tatlı su ulaştırmak için, büyük servetler harcadı. Bugün onun yaptırdığı kanal, hâlen adıyla yâd edilmektedir. Aynı kanal tarih boyunca Kanunî’nin hayırsever kerîmesi Mihrimâh Sultan ve daha sonra da Abdülhamid Han’ın halası Âdile Sultan ve akrabaları tarafından tamir ettirildi.

Bir vakıf medeniyeti olan Osmanlı’da hanımlara ait kayda geçmiş 1.400 adet hayrât mevcut idi. Bunlar sadece kayda geçmiş olanlardır. Bilhassa saraylıların vakıfları pek büyük ve muazzam idi.

O ANNELER Kİ!..

Nur Banu Vâlide Sultan, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eserler yaptırmıştır. Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Vâlide Camii, imâreti, medresesi, dâruşşifâsı ve çifte hamamı onun hayrâtıdır.

Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan; Yeni Camii’nin temelini atmış, Üsküdar Çinili Camii’ni yaptırıp yanına da mektep, çeşme, dârulhadis, çifte hamam ve sebili inşâ ettirmişti. Anadolu Kavağı’ndaki cami de onun hayrâtıdır. Onun, yetim kızları muhafaza ve onları evlendirme vakfı da bir merhamet nişânesidir. Şâyân-ı dikkattir ki, vâlide sultanlar arasında celâletiyle tanınan Kösem Sultan’da dahî şefkat bir tabîat-ı asliye hâlindeydi.

Hatice Turhan Sultan, temeli atılan Yeni Camii’nin inşâsını tamamlatıp ibâdete açmıştır. Bunun yanında mektep, medrese, imâret, kütüphâne ve çeşme hayratları yaptırmıştır.

Yeni Camii vakfiyesinde şu zarif cömertlik, câlib-i dikkattir:

Kandil ve Ramazan gecelerinde bazı çeşmelerden zamanın en kaliteli balıyla hazırlanmış şerbet akıtılacak ve namazdan çıkan cemaate ikrâm edilecektir.

Pertevniyal Vâlide Sultan, İstanbul Aksaray’daki Vâlide Camii ile Yâ Vedûd Mescidi’ni inşâ ettirmiş, ayrıca kütüphâne, çeşme ve mektep yaptırarak vakfetmiştir.

Mihrimâh Sultan, Edirnekapı ve Üsküdar’da birer selâtin camii yaptırdı.

Zaten Osmanlı örfünde, iki minareli camiler dâimâ sultanlar tarafından yaptırılırdı. Bugün tarihî mekânlardaki çifte minareli külliyeler hep onların hâtıralarıdır.

Vâlide sultanların en hayırseverlerinden biri de, Bezmiâlem Vâlide Sultan’dır ki, asırlarca hizmet veren ve tarihe mâl olan pek çok hayır hizmetleri yapmıştır. Yaptırdığı camilerin en büyüğü Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Vâlide Camii’dir. Meşhur Galata Köprüsü de onun vakfıdır.

Vâlide Sultan’ın Şam’da kurduğu bir vakfın vakfiyesi pek mühimdir:

Bu vakfın gelirleriyle hizmetkârların kırdığı veya ziyan verdiği eşyalar, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin edilmiştir.

Vâlide Sultan’ın hizmetlerinin en büyüklerinden biri de şahsî servetini vakfederek yaptırdığı «Gurabâ-i Müslimîn Hastahânesi»dir. Bu büyük eser, 1843 yılından beri ümmet-i Muhammed’in fakirlerine şifâ dağıtmıştır. Bugün Bezmiâlem Vâlide Sultan Hastahânesi adıyla hizmet vermektedir.

Ona bu hayır ve hasenât aşkını aşılayan gönül ufkunu ise mühründeki şu ifadelerde görürüz:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?!.

Zuhûrundan Bezmiâlem oldu vâsıl.

Hayırseverlikleriyle meşhur Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım’ın yaptırdıkları Zeynep Kâmil Hastahânesi de; bugün ayaktadır ve bir sadaka-i câriye olarak senelerdir amel defterlerine hasenat yazdırmaya devam etmektedir.

Bu âlicenap ailenin cömertlikleriyle alâkalı muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri’nden şu kıssayı dinlemiştim:

Bu ailenin konaklarının kapısı Ramazân-ı şerif boyunca herkese açık olurdu.

Sultan Abdülaziz de bir gün, Yusuf Kâmil Paşa’nın ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara geldi. İzzet-ikramdan sonra sıra diş kirasına geldi. Diş kirası, misafire ikramdan sonra verilen hediyenin zarif bir ismiydi.

Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağın tapusunu ve diğer birtakım evrakını gümüş bir tepsiye koydu ve diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim etti. Padişah ise aldı;

“–Çok mütehassis ve memnun oldum, ben de size hediye ettim.” diyerek iade etti.

Zeynep Hanım ise; Şeyh Hamdullah hattı, altın suyuyla yazılmış ve tezhibli bir Kur’ân-ı
Kerim mushafını, padişaha lâyık bir diş kirası olarak, gümüş bir tepside sundu. Padişah bu kıymetli eseri aldı, üç defa öpüp başına götürdü ve kabul etti.

O vâlideler; dünyanın servetlerine, muhteşem hazinelerine ve mücevherlerine sahip oldular. Fakat onları; nefislerine tahsis etmediler, Hak’tan geleni halka aktardılar.

Bugün onların servetlerini; saraylarda, müzelerde seyretmiyoruz. Çil çil kubbeler hâlinde İstanbul silûetinde ve sâir beldelerde temâşâ ediyoruz. Kıyâmete kadar da amel defterlerine hayırlar yazılmaya devam ediyor. İşte esas servet, işte esas hazine…

ZAFERLERİN SIRRI

Sâliha anneler, zaferlerin ve fetihlerin de dâimâ arkasındaki görünmez kudret idiler.

Serhatlere koşan yiğitleri yetiştiren, onlara helâl süt emdirip, fetih hayalleri ve duâlarıyla süslü ninnilerle büyüten anneler; ecdâdımızın muazzam zaferlerinin gizli kahramanlarıdır.

Anadolu’muzda sâliha annelerin evlâtlarının gönüllerine işlediği şu ninniler, onların yavrularına İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakma şuurlarının ne güzel nişâneleridir:

Ninni ile uyuturum,
Allah diye büyütürüm,
Tevhîd ile yürütürüm,
Uyusun da büyüsün ninni,
Tıpış tıpış yürüsün ninni!

Bahçelerden su gelir,
Tekkelerden hû gelir,
Yavrum yattı beşiğe,
Şimdi uykusu gelir!

(Âmil ÇELEBİOĞLU, Ninnilerimiz)

O anneler, evlâtlarını kınalayıp cephelere yolladılar. O anneler, bir daha dönemeyen yiğit beylerinin ardından da oğullarını düşman üstüne gönderdiler.

Çanakkale zaferinin de kahramanları o anneler oldu. Milletlerin bekāsı; hassas, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sahip olan fedâkâr nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına Çanakkale destanını ninni yapan nesil; dînine, lisânına, tarihine, bayrağına, vatan ve milletine, velhâsıl bütün maddî-mânevî değerlerine sahip çıkacaktır.

Mübârek dînimizde ve şanlı tarihimizde sâliha anneye verilen kıymet ve itibar böyledir.

CAM KIRIKLARI

Lâkin günümüzde, annelik ve ev hanımlığı basit görülür oldu. Kadınlar fıtrata mugāyir ve zıt bir şekilde, erkeklerin bulunduğu her alanda ve ticârî vitrinlerde arz-ı endâm etmeye zorlandılar. Nefisler kendini gösterme hastalığıyla mâlûl olduğu için, maalesef bu nefsânî telkinler müşteri de topladı.

Eskiden kız evlâtlar, ellerinde kanaviçeler ve danteller ile çeyiz hazırlamakla meşgul olurlar; ev hanımlığına, anneliğe hazırlanırlardı. Evlâtlar bilhassa aile büyüklerine ve misafirlere hizmet etmeye alıştırılırdı.

Şimdi maalesef başı örtülü kız evlâtlar da dâhil, kafelerde eğlence hâlindeler.

Günümüzde; evlâtları kreşe, yaşlı anne-babayı huzurevine yollayıp, kendisi de ihtilât mikroplarıyla dolu bir mekânda tahsil veya kariyer peşinde koşmak; akşam da yemeği dışarıda yemek veya eve dışarıdan yemek getirtmek şeklinde, aileyi, bereketi, muhabbeti berhavâ eden bir hayat tarzı, salgın hâlinde. Yemek yapmayı bile bilmeyen bir nesle dönüşmekte.

Maalesef batıdan gelen cinsiyet eşitliği ve feminizm cereyanları, bizim toplumumuza da sızdı. Tanzîmat’tan beri, birçok maddî ve mânevî tahribattan, ailenin sağlam oluşu sayesinde nisbeten muhafaza olmuş idik. Lâkin şimdi, bu cereyanlar aileyi de ifsâd ediyor. Boşanmalar çoğalıyor. Kadına tâciz ve ailede şiddet artıyor.

Hâlbuki tarihimizde bunlar duyulmuş değildi. Kadına el kalkmaz denilir, muhterem tutulurdu. Kadınlar, feminizm ve eşitlik uğruna, erkekler safına itildikçe, erkeklerin sert ve ağır muâmelelerine mâruz kalmaya başladılar.

Ailevî meseleleri tek taraflı ele almak yanlıştır. Kadına, erkek tarafından şiddet ve tâciz olduğu gibi, günümüzde tam tersi bir mantıkla, erkeklere de kadınlardan tâciz, tahrik ve şiddet ile mukabelede bulunulmaktadır. Bu; yangının üstüne, ateşle gitmektir. Gizli, şeytânî bir plân, aileyi yok etmeye çalışmaktadır.

Bunlar asla kadına değer vermek değildir. Nümûnelerini bir bir saydığımız nice hanım şahsiyet, tarihte fazîletleriyle iz bırakmıştır.

Fakat günümüzde kadınları, fıtrata aykırı şekilde erkeklerle aynılaştırmaya, onlarla aynı kulvarda koşturmaya sevk etmek; kadını değersizleştirmektir, aileyi tüketmektir ve evlâtları sahipsiz bırakmaktır.

Kadının değeri, deşifre olmakla değil, şifre olmakla tezâhür eder. Sâliha hanım, mukaddes aile mahremiyetinde kıymetli olur. Tesettür, müslüman hanımın şerefi ve haysiyetidir. Yabancılarla ihtilâttan ve halvetten uzak durması da onun muhafazası ve himaye edilmesidir.

Kadına gerçek değeri İslâm vermiştir. Bunu ifade ederken, muharref Yahudilik ve Hıristiyanlığın kadına hangi gözle baktığını misallerle anlatalım:

ŞEYTANLAŞTIRILAN KADIN

Yahudi dinî metinlerinden Talmud’a göre; bir erkek yahudi, sabah kalktığında yaptığı ilk duâda;

“Tanrı’nın kendisini kadın olarak yaratmadığı için Tanrı’ya şükretmelidir.” (Menahot, 43b.; A. Cohen, Le Talmud, trad. Jacques Marty, Paris 1991, s. 211.) (Talmut, Tevrat’ın açıklamasıdır.)

Niçin kadın olmadığı için şükredecek?

Çünkü muharref kitapta bütün kötülükler tek başına kadına isnâd edilmekte, kadın; «hilekâr, düzenbaz, kurnaz, fesatçı, kötülüğün kaynağı, kibirli, şehvet düşkünü, zinâkâr, kavgacı, kaygısız, putperestliğe ve bâtıl inançlara meyilli» olarak görülmekte ve gösterilmektedir. (bkz. I. Krallar 21/ 18, 25; II Krallar 9/30-37, 23/7, Sayılar 31/15-16…vd)

Muharref Hıristiyanlık’ta aynı bakış tarzı, benzer şekilde sürdü:

Pavlus, kadını ikinci sınıf olarak gördüğünü şöyle ifade ediyordu:

“Erkek, Tanrı’nın yüceliğidir. Oysa kadın, erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Üstelik erkek kadın için değil, ama kadın erkek için yaratıldı.”
(I. Korintoslular, 11/3-9; 14/34-35; I. Timeteos, 2/11-12)

Hıristiyan din adamlarına göre kadın; erkeği baştan çıkaran, karşı cinsini günaha çağıran, pis, uzak durulması gereken bir şeytan oyuncağıdır. İşte bu şekilde kadının bizâtihî kendisi pis bir varlık olarak görüldüğü için, ruhban sınıfı; bekârlığı, en ideal hayat tarzı olarak benimsedi.

Hıristiyanlığa yön veren önemli kilise babalarından Tertulian (ö. 220) diyor ki:

“Kadın! Sen sürekli paçavralar ve yas içinde dolaşmalısın; (Havva gibi) insan soyunu mahvettiğini unutturmak için gözlerin yaşla dolu olmalı, bakışların pişmanlığı göstermelidir. Kadın! Sen cehennemin kapısısın. İnsan soyu yok olsa da evlenmeme yolu seçilmelidir.”

İş bununla da kalmadı.

Orta Çağ hıristiyan dünyasında kadın ve evlilik öylesine tahkir edildi ki 585’teki Macôn Konsili’nde kadının rûhunun olup olmadığı tartışıldı.

Buna karşılık;

İSLÂM ve FITRAT

Fahr-i Kâinât Efendimiz, şöyle buyurur:

“Kadınlar, erkeklerin diğer yarısıdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 94; Tirmizî, Tahâret, 82)

Kadın ve erkeğin; îman, ibâdet, takvâ ve hesap noktasında, Allah katında birbirlerine bir üstünlükleri yoktur. Üstünlük takvâdadır.

Kadın ve erkek arasında fıtrî / yaratılıştan gelen ve birbirini tamamlayan farklar vardır. İslâmiyet’te de bu farklar ile mütenâsip vazife ve hak paylaşımı vardır.

İslâmiyet bu farkların törpülenip, kadının erkeğe, erkeğin kadına benzetilmesine ve yaklaştırılmasına da şiddetle karşı çıkmıştır. Zira dînimiz fıtratın tağyirine izin vermez.

Zira kadının nârin, merhametli, hissî fıtratı nesillerin yetiştirilmesi için en muvâfık yapıdır.

Bir anne, evlâdı için gecesini seve seve uykusuz geçirebilir. Fakat bir erkek, buna sürekli tahammül edemez.

Erkeğin de vücutça daha dayanıklı, muhakeme ve dirayetçe daha soğukkanlı vaziyeti; aileyi muhafaza, cihad ve benzeri gayretler için daha elverişlidir.

Fıtratı bozmak, anne olmak istemeyen kadınların zuhûr etmesine sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan da bir aile mes’ûliyetini yüklenmek istemeyen erkekler ortaya çıkmıştır.

Kadın haklarının muhafazasında, İslâmiyet, en doğru ve en medenî adımları atmıştır.

Câhiliyyede erkeğin kadına üstün tutulması anlayışını Peygamberimiz reddetmiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’nın evinde kaldığı bir gün, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, kendisinden su istedi. Allah Rasûlü önce Hazret-i Hasan’a su verdi. Hazret-i Fâtıma, Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Hasan’ı daha çok sevdiği kanaatine vardı. Efendimiz ise;

“–Hayır, ilk önce Hasan su istedi.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, I, 101)

Sonra da şöyle buyurdu:

“–İkram ve ihsanlarınızla çocuklarınıza eşit muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” (Heysemî, IV, 153; İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IV, 69)

Peygamberimiz, sâliha hanımın kıymetini de şu hadîs-i şeriflerle beyan buyurdu:

“Sahip olunan şeylerin en fazîletlileri; zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.” (Tirmîzî, Tefsir, 9/9)

“Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı dindar kadındır.” (Müslim, Radâ, 64; Ayrıca bkz: Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

Yegâne çare, şer‘î ve fıtrî yoldur. Kur’ân ve Sünnet’in tahkim ettiği aileyi muhafazadır. Tesettür, helâl-haram prensiplerine tam ittibâdır. Ailede ihsan, merhamet ve şefkati yaşatmaktır.

Cenâb-ı Hak, ümmetimizin kız ve erkek evlâtlarını sâlih ve sâliha eylesin. Göz nûru ve gönül sürûru kılsın. Nesilleri takvâ toplumu hâline tebdil eylesin.

Âmîn!..