İlim, Tefekkür, Tahsil ve Mâneviyat Hakkında Mülâkat

İlim, Tefekkür, Tahsil ve Mâneviyat Hakkında

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Kasım, Sayı: 213

ANCAK O’NUN ADIYLA

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Zaman zaman Kur’ân’ın; ilim, akletme ve tefekkür etme husûsundaki âyetlerinin farklı mânâlara çekilmeye çalışıldığını görüyoruz.

  • Kur’ân nasıl bir tefekküre davet ediyor?
  • Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl bir tefekküre davet ediyor?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Rabbimiz’in ilk vahyi:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Yâ Rabbî! Faydasız ilimden (Sana yaklaştırmayan bilgi yığınından) Sana sığınırım!” idrâkiyle yaşamıştır. (Bkz. Müslim, Zikir 73)

Çünkü;

Gerçek ilim, Rabbe kul olabilmek ve Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek, yani «mârifetullah»tan nasîb alabilmek ile mümkündür.

Bu bakımdan okumanın özü;

“Yaratan Rabbinin adıyla…”

O’nun nâmına…

O’nun tâlimatlarını esas alarak…

O’nun indirdiği vahyin muhtevâsında…

Tefekkür de böyle, ilim de böyle, akletmek de böyle, kulluk da böyle…

Bugün felsefenin çıkmaz sokaklarında dolaşmak, nefsâniyetin emrine verilmiş cidalci aklı vahye karşı kullanmak, asla Allâh’ın emrettiği bir okuyuş değildir. Rabbimiz’in istediği bir tefekkür ve akletmek de kat‘iyyen bu değildir.

Bilâkis bu, Hazret-i Âdem kıssasında gördüğümüz üzere, İblis’in başvurduğu ve kendisini helâke sürükleyen çirkin bir yoldur.

İdrâk etmeli ki:

Gafil bir kimse, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş, fakat Allah’tan uzak yaşıyorsa, en koyu karanlıklar içinde kalmış bir cehâlet hüsranındadır.

Dolayısıyla;

Kur’ân-ı Kerim’de kâinat kitabını okumamız; denizleri, dağları, ovaları, bütün mahlûkātı, sonsuz nimetleri, ay ve güneşi, gece ve gündüzü, gökten indirilen yağmurları ve yerden biten nebâtâtı, yani ilâhî azamet tecellîlerini, kâinattaki sonsuz ilâhî akışları ve o sonsuz güzîde nakışları tefekkür etmemiz ve böylece Allâh’a râm olmamız isteniyor. Sayısız mahlûkattaki el-Musavvir ve el-Bârî tecellîlerini, sonsuz kudret nişânelerini okuyarak;

“–Yâ Rabbî, Sen bunları boşuna yaratmadın! Sana hakkıyla dost olabilmeyi bizlere nasîb eyle!” diye ilticâ ve niyazda bulunarak ulvî tefekkürde derinleşebilmemiz isteniyor.

İnsanlığa verilmiş olan ilim; nâmütenâhî / sonsuz ilm-i ilâhî karşısında bir kırıntı mesâbesindedir. O kırıntı bilgiler, daha birçok muammâ karşısında âciz kalmaktadır. Zerreden kürreye nice ilâhî azamet tecellîsi, insanın idrâkinin ötesindedir.

Meselâ mikro âlemde; atom, çekirdek, elekt­ron, kuark derken idrakler yolun sonuna dayandı. Onun ötesini idrâk edemez hâle geldi.

Makro âlemde de kara deliklerin ötesine idrakler yetişmiyor. Galaksilerin, gök cisimlerinin adedini, artık sayılar ifade edemez hâle geliyor.

Hâsılı;

Sonsuz âlemlerde meknuz sonsuz alâmetler, deliller, sırlar, hikmetler, incelikler ve sonsuz hakikatler, her dâim bizlere idrâk ettiriyor ki:

  • Bu muhteşem kusursuz eserlerin müessiri ve sanatkârı kim?
  • Bunları yoktan var eden kim, yaratan kim?
  • Niye yarattı? Niçin var etti?
  • Geliş nereden, gidiş nereye?
  • Hayat nedir, ölüm nedir?

Akl-i selîm ile düşünelim:

Ressamlar gördükleri tabiat sebebiyle ya onu taklitle ya birtakım hayalî çizgilerle çeşitli tablolar meydana getirir ve galerilerde sergilerler.  İnsanlar da bu kâğıt tabloları takdirle hayran hayran temâşâ ederler, fakat kâinatta Cenâb-ı Hakk’ın emsalsiz gerçek tabloları karşısında aynı takdir hissini ekseriyâ duymazlar. Hele ki o ilâhî sonsuz sanata karşı gözü perdeli kimseler, onlara âdetâ alık, abus ve nâdan bir şekilde duygusuzca bakarak hiç görmemiş gibi geçip giderler. Ne acı gaflet ki, bütün hârikaları sıradan işler olarak telâkkî ederler.

Ancak;

Musaffâ kalp sahibi olan Hak dostları ise, ressamın sırf nâmını devam ettirmek için vücuda getirdiği bu tablolar bir yana, asıl sanatkâr yani Cenâb-ı Hakk’ın o muazzam sanatı karşısında hayret ve heyecan duyan bir kalp ile yaşarlar.

Kudret-i ilâhiyyenin tabiatta vücuda getirdiği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatı tefekkür etmenin zevkine ererler.

  • Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere,
  • Ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine,
  • Ancak bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere,
  • İnsanın yaratılışındaki hârikulâdeliğe nazar ederler ve gözün görmesi, beynin idrâk etmesi gibi sonsuz ilâhî hârikalar ve bunların «lisân-ı hâl» denilen sırlı beyanlarına dikkat eder ve tefekküründe derinleşirler.

➢Böylece tefekkürü bir îmân anahtarı olarak kullanırlar.

Güçlü bir dalgıcın, denizin her derinliğinde ayrı ayrı muhteşem manzaraları seyretmesi gibi, onlar da ilâhî azamet nakışlarını temâşâ ettikçe dehşet ve hayret içinde kalırlar.

Cenâb-ı Hak soruyor:

“Sizi abes yarattığımızı ve hakikaten huzûrumuza getirilmeyeceğinizi (nezdimizde hesap vermeyeceğinizi) mi zannediyorsunuz?” (el-Mü’minûn, 115)

Allah Teâlâ yine soruyor:

“(Hâlâ) akletmez misiniz?” (el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…)

“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50)

“Ey akıl sahipleri! İbret alın!” (el-Haşr, 2)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tefekkürü şöyle tâlim buyuruyor:

Ebû Rezin el-Ukaylî -radıyallâhu anh- naklediyor:

Bir gün;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum.

Fahr-i Kâinat sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle bir sual sordular:

“–Sen hiç, kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?”

Ben;

“–Elbette!” deyince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle dediler:

“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” (Ahmed, IV, 11)

Rasûlullah Efendimiz’in bu temsilinde güzel bir tefekkür vardır. Hâdisâtı tefekkür nazarıyla okumak vardır.

Bu tefekkürün içinde rûhâniyet ve mâneviyat vardır.

İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- Hazretleri buyuruyor:

“Biz, yenilen lokmaların tesbîhini duyar hâle gelmiştik.” (Buhârî, Menâkıb, 25)

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar mânidardır:

“Vallâhi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, bir kuş gökte kanat çırpsa onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı.

Çünkü Âlemlerin Efendisi bize;

«Cennete yaklaştıran ve cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)

Hâsılı, bir mü’min; her işinde Allâh’ın rızâsını arar. Tefekküründe de, ilminde de, tahsilinde de…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! O hâlde Allah rızâsı nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Arzu ederseniz bir kıssa ile cevap vermeye başlayalım:

Adamın biri, bir köle satın almıştı. Köle; takvâ sahibi, sâlih bir mü’min idi.

Eskiden savaş zarureti ile kölelik vardı. İslâm, köleliği en insânî bir hüviyette ıslah etti. Yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecek, işinde yardım edecek. Dâimâ âzâd etmeyi teşvik etti.

Bu kıssada kölenin efendisine karşı hâli ile kulun Rabbine karşı hâli arasında mânidar bir mukayese mevcut:

Efendisi, bu sâlih hizmetkârı alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Efendi:

“–Benim evimde neler yemek istersin?”

Köle:

“–Ne verirsen onu.”

“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”

“–Ne giydirirsen onu.”

“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”

“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”

“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”

“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”

Bu son cevabın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:

“–Keşke ben de kulu olduğum Rabbime böyle teslim olabilseydim. Dâimâ O’nun rızâsını arasaydım! O zaman ne kadar bahtiyar olurdum!..”

Bu arada köle dedi ki:

“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irade ve ihtiyârı olur mu?..”

Bunun üzerine efendi şöyle dedi:

“–Seni âzâd ediyorum. Allah için hürsün. Fakat benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim. (Zira sen bana kulluk âdâbına dair büyük bir ders verdin.)”

Abdülkādir Geylânî Hazretleri bu kıssanın akabinde buyurur ki:

“Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır, O’na gerçek bir muhabbetle teslim olur, O’nun kendisi için takdir ettiği hâle rızâ gösterirse, onda ne irade kalır ne de ihtiyar. O artık yalnız şöyle der:

«–Allah’tan (O’nun murâdı dışında bir) istekte bulunmak benim neyime?!.»” [Abdülkādir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, (Abdülkādir Geylânî’nin Sohbetleri), İstanbul 1987, s. 421]

Cenâb-ı Hakk’ın nelerden râzı olduğunu bize Kur’ân-ı Kerim bildiriyor. Sünnet-i seniyye bildiriyor.

  • Îmân edip sâlih ameller işlememizden, güzel ahlâkı sergilememizden râzı oluyor.
  • Bunların zıtlarından ise asla râzı değil.

Câhiliyye insanı yahut küresel güçlerin ürettiği gafil insan tipi ise nefsânî arzularının peşinde koşuyor. -Hâşâ- Allah Teâlâ onu hoşnut kılmak zorunda imiş gibi davranıyor.

Cenâb-ı Hak; insanı hesaba çekecek, verdiği nimetlerin her birinden sual soracak. Gafil insan -hâşâ- Rabbini sorgulamaya kalkıyor. Deizm, ateizm vs. bunlar üretiliyor.

Çünkü gafil insan, dâimâ nefsini râzı ve tatmin etmeye çalışıyor. Hâlbuki Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, nefs-i emmârede cehennem sıfatı vardır. O hiçbir zaman nefsânî arzulara doymaz. Huzura da kavuşamaz.

İnsan huzura ancak Rabbini zikrederek, O’nun rızâsını arayarak kavuşabilir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28)

İtmi’nâna eren, huzura kavuşan yani mutmainne seviyesine ulaşan nefsi ise, Cenâb-ı Hak, cennetine davet ediyor. Ondan râzı oluyor.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Dînimizde bilhassa tasavvuf büyüklerinin tesis ettikleri dergâhlarda, usûllerde ve yollarda buyurduğunuz üzere muazzam bir mânevî eğitim sahası mevcut. İnsanı huzura ve itmi’nâna eriştiren, rûhâniyetini artıran çok faydalı usûller var. Bunların hepsi de bize, medeniyetimize ait.

Buna rağmen duyuyor ve üzülüyoruz ki;

Ülkemizde bazı câhil insanlarımız; yoga, meditasyon, şu veya bu terapi adı altında, Uzak Doğu menşeli yollara başvuruyorlar. Onlarda şifâ veya huzur arıyorlar. Bazen bulduklarını zannediyorlar. Bunlar hakkında neler söylemek îcâb eder?

 Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Bir gün Hazret-i Ömer; elinde bir arkadaşından aldığı Tevrat yazılı yapraklar olduğu hâlde, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. Peygamber Efendimiz bu hâle üzüldü. Mübârek çehresi değişti.

Hatasını anlayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen büyük bir aşk ile;

“–Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, imam olarak Kur’ân’dan râzı olduk!” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer Musa -aleyhisselâm- aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.” (Heysemî, I, 174)

Bu îkaz çok mühim.

Bir İslâm şahsiyeti tesis ediliyor. Ezanında, orucunda, bayramında, sevincinde, üzüntüsünde, tedavisinde, cenâze tekfininde vesair her şeyinde kendine mahsus olacak. Başkasını taklit etmeyecek. Şahsiyetini zedelemeyecek.

Cenâb-ı Hak, her Fâtiha’da sırât-ı müstakîmde kalmamızı isteyerek bize şöyle duâ ettiriyor:

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ

  • Nimet verdiklerinin yoluna bizi eriştir. (Yani bizi; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraber eyle! Onların yolundan gidenlerden eyle!)

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

  • Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin hâlinden, yani hak yoldan sapanların yolundan ise bizi muhafaza eyle!..

Yoga, meditasyon gibi şeylerin alındığı yer; bâtıl Uzak Doğu dinleri… Bunlar; putperest, binlerce tanrı uyduran, reenkarnasyona inanan, ineğe tâzim gösteren ve ölülerini yakan bâtıl inançlar…

Buradan bir şifâ ve huzur umulur mu?

“Ama biz hissettik.” diyorlar. O hissettikleri; bir halüsinasyon, nefsânî bir haz, bir aldatmaca… Rûha ise zehir saçan, mü’min kalbe çok zarar veren birer uyuşturucu.

Freud ve benzerlerinin ortaya attığı; psikanaliz, psikoloji, terapi ve benzerleri de böyle. Bunların kökü de; felsefenin çıkmaz sokakları ve muharref Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin bozuk akîdesiyle malûl, müteverrim tatbikatları…

Hâlbuki;

İslâm muhteşemdir. İkmal ve itmâm olunmuştur.

İslâm’da, bir insanın ihtiyaç duyacağı; rûhî, zihnî ve bedenî her türlü şifâ ve devâ mevcuttur.

İslâm’ın hiçbir başka akîde veya sistemle te’life ihtiyacı yoktur. Bunun cevâzı da yoktur. Zira İslâm; mükemmeldir, muhteşemdir, tavize ve protez nev‘inden bir desteğe ihtiyaç hissetmez.

Huzur ve derman arayan kardeşlerimiz, hâcet namazı kılsın.

Cenâb-ı Hak; “Namazla yardım isteyin!” (el-Bakara, 153) buyurmuyor mu? Peygamberimiz bir müşkülle karşılaşınca derhâl namaza ilticâ ederdi. Namaz için; “Gözümün nûru” buyururdu. (Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199)

Kararsız kalan kardeşlerimiz, istihâre namazı kılsın.

Şifâ arayan, Kur’ân okusun.

İbn-i Abbâs Hazretleri’nin;

“–Devemin yularını kaybetsem Kur’ân’da bulurum.” dediği rivâyet edilir. (bkz. Âlûsî, el-Mâide 67. âyetin tefsiri)

Başlarına gelen ağır imtihanları hafifletmek ve kolaylaştırmak belki bertaraf etmek isteyen kardeşlerimiz, bol bol sadaka versin. Kurban ibâdetiyle kardeşlerinin derdine çare olsun.

Her türlü maddî-mânevî sıkıntılara karşı, seherlerde istiğfâra, kelime-i tevhîde, salevâta ve «zikrullâh»a koşsun.

Fakat bir mü’min, haramlarda şifâ aramasın!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Allâh’ın haram kıldığı bir şeyde şifâ yoktur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Tıb, 2; Tirmizî, Tıb, 7)

Nasıl bir müslüman; hastalıklarına içkide, alkolde ve uyuşturucuda tedavi aramazsa, aramaması gerekirse; psikolojik ihtiyaçları için de yoga, terapi vb. şeylerde şifâ aramaması lâzım gelir. Çünkü bunlar nefse verilen bir rüşvet olur. Nefis o rüşveti alınca, arkasını ister.

Gayr-i müslimlerin yanlışlarını ve dalâletlerini hoş görmek îmâna zarar verir. Yani sadece; «Yoga faydalıdır.» cümlesi bile kalbimizde bir çatlak oluşturur.

Çünkü İslâm zirvedir, mükemmeldir ve asla bâtıla, zulme, isyâna ve dalâlete ılımlı ve uyumlu olması düşünülemez.

Bir mü’min, dünyada iken kimlerle ünsiyet edeceğini gayet iyi bilmelidir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) hadîs-i şerîfini unutmamalıdır.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Günümüzde şikâyet ettiğimiz, menfî hâller hep çevreden geliyor. Mütedeyyin ailelerin evlâtları dahî, menfî tuzaklara muhit yüzünden düşebiliyor.

Kendimizi ve evlâtlarımızı bu zararlardan muhafaza edebilmek için nasıl bir çevre oluşturmalıyız?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–İnsan kelimesi bile «ünsiyet»ten gelir. İnsan; çevresinden çok tesir alan, taklit ve hayranlıkla öğrenen ve hayran olduğu şeye dönüşen bir varlıktır.

Böyle olunca;

  • Güzel yerlerden feyiz ve rûhâniyet gelir.
  • Yanlış yerlerden kasvet ve nefsâniyet gelir.

Bu gözle görünmeyen hakikati, zamanımızın insanı yine gözle görülmeyen radyasyon ile mukayese edebilir.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde buyurur:

“…Zâlimler (kâfirler) topluluğu ile oturma!..” (el-En‘âm, 68)

“…Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, (…) kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz…” (en-Nisâ, 140)

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119)

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Allah ile oturup kalmak isteyen kişi, velîlerin huzûrunda otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen helâk oldun gitti!”

Bu itibarla, oturacağımız muhiti seçmemiz çok mühim. Mümkün mertebe ev tutarken veya ev alırken;

  • Sâlih ve sâliha komşuların bulunmasına ve
  • Camiye yakın olmasına dikkat edeceğiz.

Bu husus o kadar mühim ki; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Müsned, I, 102)

Ev minare gölgesinde, komşular da sâlih insanlar; fakat evin içine, televizyon ve internet vasıtasıyla dünyanın dört bir yanından şeytânî pencereler, fahşâya kapılar açılıyor. Yine menfî tesirler, bir kanalizasyon gibi evlere akmış oluyor. Mâneviyâtını muhafaza etmek mecburiyetinde olan bir mü’min, bu cihazları da mutlaka, mü’mince kullanmanın ve sınırlamanın yolunu bulmalıdır.

Ev kadar, iş çevresi ve mektep çevresi de çok mühim… Meslek seçerken de tahsili tayin ederken de güzel bir muhit hakikatine riâyet etmek şart.

Zamanımızda tam bir câhiliyye devri yaşanıyor.

Küresel güçler memleketleri işgal edip tahrip ettikleri gibi insanların ruhlarını ve kalplerini de işgal edip zehirliyor. Televizyon, internet, moda ve reklâmların kirli ve zehirli propagandalarıyla, insanları robotlara çeviriyor. Vicdanları kurutuyor. Gönülleri dumûra uğratıyor.

Bilhassa;

  • Âhireti unutturmaya çalışıyor.
  • Aile hayatını tahrip ediyor.

Bu câhiliyye o kadar kuvvetli bir kasırga gibi esiyor ki, onu tamamen ortadan kaldırmak ve bu rezil cereyanları tamamen durdurmak neredeyse imkânsız gibi görünüyor. Bu ağır tablo da, insanları; “Ben ne yapabilirim ki!” noktasında ümitsizliğe ve çaresizliğe sevk ediyor.

Hâlbuki;

Biz kendimizi, nesillerimizi ve ulaşabildiklerimizi bu câhiliyyeden korumaya gayret edeceğiz.

Yüksek bir dağın üzerinden bir akarsuyu aktarmak zordur, hattâ neredeyse imkânsızdır. Fakat sular; kıvrıla kıvrıla, etrafını dolaşarak bir yol bulur ve menziline ulaşır.

Bizler de bu meşakkate tâlip olacağız. Zorluklara ve fedâkârlıklara koşacağız. Mükâfâtına  inşâallah nâil olacağız.

Bu küresel güçlerin taarruzlarına, bu câhiliyye tasallutuna karşı tek çaremiz; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in üsve-i hasene olan hayatıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatından eşsiz fazîletleri, muhteşem misalleri evlâtlarımıza, nesillerimize ve ulaşabildiğimiz herkese temâşâ ettirmektir.

İlkokulda, ortaokulda, lisede ve üniversite yıllarında evlâtları mâneviyatla, güzel ahlâkla yetiştirmektir.

Siyer-i Nebî’yi sadece bir kronoloji hâlinde değil, mâneviyâtı, heyecanı, şuuru ve muhabbetiyle tahsil ettirmektir.

Peygamberimiz’in fazîletlerini, yaşayışının en güzîde misalleri içinde seyrettirmektir…

Maalesef bugün sokaklar kapıp götürüyor. Mâzîmizde çocuğu koruyan anne-baba vardı, fazîlet ve firâset sahibi, güngörmüş aile büyükleri vardı. Hayâ ve iffet içinde yaşayan ve evlâtları terbiye eden bir mahalle vardı. Bunlar bugün maalesef kayboldu. Bu kaybolanları telâfî edecek mâhiyette bir gayretle evlâtların dünyasına girebilmeli, onları Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhteşem sîretiyle buluşturmalıyız.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Evlâtların Kur’ân kursuna gönderilmesinin çok ehemmiyetli olduğunu sık sık dile getiriyorsunuz. Kur’ân kursuna olan bu ihtiyacı îzâh eder misiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Evlâtlar anne-babaya emânettir. Onlara kazandırmaları gereken en mühim vazife de, beş vakit namazı düzenli bir şekilde kılabilmeleridir.

Mâlûm, namazın rükünleri var. Zaruret sebebiyle kıyamsız bir namaz olur, ancak kıraatsiz bir namaz olmaz. Kur’ân kıraati ise, ancak belirli bir müddet üzerinde durularak kazanılabilecek bir eğitimdir.

Evlâdımız;

  • Hem Kur’ân’ı düzgün okuyabilmeli, asgarî bir Kur’ân ezberine sahip olmalı.
  • Hem de temel bir İslâmî kültüre sahip olmalı.
  • Akāidini bilmeli.
  • İlmihâlini öğrenmeli.
  • Bilhassa Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatını, Siyer-i Nebî’sini bütün fazîletleriyle yaşayarak ve hissederek öğrenmeli.

Her şeyi her anne-baba veremez. Evlâdımız, sâlih şahsiyetleri tanımalı. Sâlih arkadaşlar edinmeli. Cemaatle namaz kılmalı. Takvâlı gençler görmeli. Âyetleri, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde okumalı.

Hâfızlık proje şeklinde dersleri takviye edilmiş imam hatip ortaokulları dışında, hiçbir mektepte evlâtlarımız bu eğitimi alamıyor. Normal imam hatiplerde bile kâfî bir Kur’ân eğitimi verilemediği ifade ediliyor.

Husûsen fen ve Anadolu lisesine yahut husûsî liselere gönderilecek evlâtlar ise; en azından bundan önce, tam bir yıl Kur’ân kursunda okusun, bir temel elde etsin diye buna teşvik ediyorum.

Arzu ettiğimiz ve tavsiye ettiğimiz ise, bütün eğitimin uhrevî bir eğitim çerçevesinde yürütülmesidir. Bilhassa günümüzde; dünyevî eğitim, uhrevî bir eğitimin muhtevâsı altında verilmezse, evlâtlar ziyan oluyor.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Günümüzde bilhassa evlâtlarımızı, yeni nesillerimizi çok alâkadar eden; ilim, tefekkür ve tahsil mevzularındaki suallerimize çok kıymetli ve gönülleri tenvir eden cevaplar verdiniz. Çok teşekkür ederiz.

Mülâkatımızı, müsaadelerinizle bir sayı daha genişletmek arzusundayız. Kabulünüze müteşekkir oluruz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Ben teşekkür ederim.

Nesiller husûsunda yapılması gereken vazifeler; zamanımızda farz-ı kifâye değil, artık farz-ı ayn hükmünü almıştır. Yani her birimiz kendi imkânlarımız nisbetinde gayret etmeliyiz, gayret edenlere destek olmalıyız ve güç vermeliyiz.

Rabbimiz; bizleri ve nesillerimizi İslâm’ın iki cihâna hayat veren mükemmel esaslarını idrâk eden, ihyâ eden, yaşayan ve yaşatanlardan eylesin.

Bu müstesnâ kıymetlerden habersiz kalıp da faydasız ilimlerin, dünya ufkunu aşamamış sözde tahsillerin ve sahte mâneviyat tuzaklarının girdaplarına düşmek tehlikesinden ümmet-i Muhammed’i muhafaza buyursun.

Âmîn!..