Her Medeniyet, Kendi İnsan Tipini Yetiştirir -2-

Gönül Dergâhından Hikmetler

Yıl: 2018 Ay: Nisan Sayı: 139

Dilencisiz Memleket

Osmanlı ülkesi, bünyesini bir muhabbet ve şefkat ağı gibi ören vakıf ve benzeri hizmetler sâyesinde âdeta dilencisiz bir ülke hâline gelmiştir. Öyle zamanlar olmuştur ki, müslüman zenginler zekâtlarını verecek fakir bulmakta güçlük çekmişlerdir.

Bu sebeple o dönemlerde dilenciliğin ne olduğu âdeta meçhuldür. Hattâ nüfusu iki milyona kadar çıkmış olan İstanbul’da ve umûmiyetle Türkiye ile Kırım’da hiçbir Türk dilenciye rastlanılmadığı, bilinen bir gerçektir. Nâdiren tesâdüf edilen dilenciler ise, başka milletlere mensup kimselerdir. Çünkü Osmanlılar’ın, öldükten sonra bile kimseye muhtaç olmamak için kefen paralarını dahî henüz hayatlarındayken ayırıp dâimâ üzerlerinde taşımaları, mâlûm ve meşhur bir âdet hâlindedir.

Corneille Le Bruyn’ın seyahatnâmesinden:

“…Türklerin hayrât ve hasenâta çok düşkün olduklarını ve hattâ hristiyanlardan çok daha fazla hayrât vücûda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Osmanlı mülkünde yok denecek kadar az dilenciye tesâdüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de hayır ve hasenât vakıflarıdır.”

Comte de Bonneval’ın eserinden:

“İstanbul, civârıyla birlikte takriben iki milyon nüfusa mâliktir ki, Avrupa’nın en büyük şehirlerinden sayılması îcâb eder. İşte bu fevkalâde nüfus kesâfetine rağmen tek bir dilenciye bile tesâdüf edilmez! Yalnız darlık taslamak üzere sırf sadakayla geçinen goygoycular vardır! Ama onların da îtibarları yoktur.”

Edep, Nezâket ve Terbiye

Osmanlılar’ın edep, nezâket ve terbiye husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir milletle kābil-i kıyas değildir. Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz eder. Bunlar, millet ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen riâyet edilen rûhî ve vicdanî bir kânun mesâbesindedir. Dolayısıyla Osmanlı demek, imrenilecek edep ve nezâket timsâli kimse demektir.

Bu vasıfların sayısız tezâhürleri vardır.

Osmanlılar, husûsiyle cân u gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in kin ve garazı yasaklaması münâsebetiyle her cuma ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları affedip barışmaya vesîle hâline getirmişlerdir. Merhametlerinin muktezâsı olarak şahsî münâsebetlerde kin gütmeyip af yolunu tutmuşlardır.

Villamont şöyle der:

“…Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan af dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha da etmeden evvel affettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir. Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.”

Osmanlı edep, nezâket ve terbiyesinin burada sayılmasına imkân olmayacak derecede müstesnâ tezâhürleri vardır. İslâm’la yoğrulan Osmanlı mülkünde:

  1. Avrupa halklarında mevcut olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gâyet sâkin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi.
  2. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sekînet içinde olurdu. İfâdeleri gâyet zarif ve düzgündü. Bunları gören Charles Mac-Farlane şöyle demekten kendini alamaz:

“Bu milletin konuşması, ne kadar güzel ve mükemmel! Öyle ki, bütün medenî milletlere örnek olabilir.”

  1. Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesnâ bir nezâket ve vakar arz ederdi.
  2. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti.
  3. Hanımlara karşı hürmet ise, umûmî bir an’aneydi. Anne, teyze, hala ve bacı olarak telâkkî edilirlerdi.

Bu ve benzeri hususlarla alâkalı tedkiklerde bulunan Avrupalı müelliflerin sayısız tespit ve îtirafları olmuştur.

Guer’den:

“Türklerin pek mükemmel muâşeret usûlleri vardır ki, onlar, bunların bütün kâidelerine riâyet ederler. Birbirlerine mülâkî olduklarında başlarını eğip sağ ellerini göğüslerine götürmek sûretiyle selâmlaşırlar. Muhataplarına, onları tebcîl edici bir sûrette, yani rütbe ve mevkîlerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi sıfatlarla hitâb ederler.”

Lady Craven’den:

“Türklerin kadınlara karşı olan muâmeleleri, bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkeğin, hukûken boynu vurulur, evrâkı tedkîk edilir ve bütün eşyâsı da müsâdere olunabilir; fakat karısına gâyet iyi muâmele edilir, mücevherâtı kendisine bırakılır.”

A. Brayer’den:

“…Umûmiyetle pek kalabalık olmayan cemiyetleri iyi tedkik edin: Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükûnet ve nezâket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!”

Viguier’den:

“…Sohbet edenlerin ifâdeleri veciz ve telâffuzları da pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zarâfet ve sâdelik vardır. Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umûmiyetle sözünü pek kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar güzel bir dikkat hâlindedir. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdâfaa ederler. Söylenen sözlerde herhangi bir fenâlık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugâyir, lâubâlî lâkırdılar yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmet ve onların hakkına riâyet, hayâl edilemeyecek bir nezâket içindedir.

Diyebilirim ki Osmanlılar’ın ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdeta teshîr eder. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişâmı, misâfir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riâyet ettikleri teşrîfâtın zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”

Edmondo de Amicis’ten:

“…Tedkik ve tespitlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahî bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Hattâ namaz vakitlerinde bile câmileri gezmek mümkündür! Bu ziyaretlerde bir ecnebî, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha fazla hürmet ve riâyet görebileceğinden emîn olabilir. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla mütecessis bir nazara bile hiçbir zaman tesâdüf edilmez. Kahkaha sesleri gâyet nâdirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”