Hakka ve Hayra Davet

Genç Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Kasım Sayı: 182

Muhterem Efendim, bir müslümanın hakka davet ve hayra teşvik sorumluluğuna dâir, genç kardeşlerimize ne gibi tavsiyeleriniz olur?

Toplumun selde sürüklenen kütükler misâli küfür ve ahlâksızlığa sürüklendiği devirlerde tebliğ hizmeti, mü’minin en öncelikli vazifesidir.

Günümüzde, zamâne şerlerinin girdabına kendini kaptırmış giden insanın elinden tutmak, bize emânet edilen toplumu o anafordan kurtarmak, onlara ebedî ve gerçek saâdetin ne olduğunu anlatmak, îman ve vicdan borcumuzdur.

Zira gerçek bir mü’minin rûhu, etrafında hidâyet dâvetine muhtaç insanlar varken, sırf kendi îmânı ile tesellî bulamaz.

Ayrıca nazargâh-ı ilâhî olması gereken bir kalbi; küfür, şirk, nifak, günah ve gafletin karanlıklarından kurtarmak, onu Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet dolu nazarlarına mazhar olacak sâfiyete kavuşturmaya çalışmak da, bir insana yapılabilecek hizmetlerin en büyüğüdür.

Lâkin hakka davet ve hayra teşvik için evveliyetle hakkın ve hayrın mâhiyetine sağlam bir şekilde vâkıf olmak lâzımdır. Zira câhilin tebliğinin, sâdece üslûp itibâriyle değil, belki muhtevâ itibâriyle de yanlışlardan berî olması mümkün değildir. O hâlde, bu yolda ilk lâzım gelen, ilmî ve kalbî sermâyedir. Zira îman ve kulluk hayatının, akıl ve kalp muvâzenesi içinde yaşanabilmesi için, bu iki sermâyeye ihtiyaç vardır.

Öte yandan, dînî meseleleri “zarûrât-ı dîniyye” itibâriyle bilmek, ilmen her müslüman üzerine farzdır. Yani her mü’minin en azından bu temel esasları bilmesi gerekir. Bilmeyenler, “kaş yaparken göz çıkarmak” korkusuyla, ilmî ve kalbî noksanlıklarını süratle gidermeye çalışmalı ve bu öğrendiklerini hayatında tatbik ederek ilmini irfân hâline getirmeye gayret etmelidir. Zira Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Yaşanmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir…”

Hakka ve hayra dâvetin tesiri de, gönül ufkumuzun derinliğine bağlıdır ki, o da iç dünyamızın feyiz ve rûhâniyet ile dolu olmasıyla mümkündür.

Yaşanmadan, bilgisizce, gelişigüzel, aşk-şevk ve heyecandan mahrum, kaba-saba ifadeler ve avâmî bir üslûp ile yapılan bir tebliğden, murâd edilen faydanın hâsıl olmasını beklemek bir hüsran sebebi olduğu gibi, bu aynı zamanda ağır bir vebâli de mûciptir.

Toplumda insanlara takvâ önderliği yapacak örnek müslümanlara her devirde ihtiyaç olmuştur. Günümüzde ise bu ihtiyaç had safhadadır. Fakat o örnek insanların gökten inmesini bekleyemeyiz. Bunun için evvelâ kendimiz örnek bir müslüman olmaya gayret göstereceğiz. Sonra da o örnek müslümanları yetiştirmek için elimizden gelen her türlü fedakârlığı vazife telâkkî edeceğiz.

Bugün bilhassa Batı’dan gelen modern câhiliye anlayışı her yere musallat olmuş durumda. Fakat müslüman için ümitsizlik ve çaresizlik yok! Çare; Peygamber Efendimiz’i ve ashâbını örnek alarak tebliğe gayret etmek, her türlü imkânımızı bu hususta seferber etmek…

Kelâm-ı kibarda buyurulur:

Şu üç grup insan Allah’tan uzaktır:

  1. Rahatlarını düşünerek hizmetten kaçanlar,
  2. Hassas olduklarını öne sürerek sefâlet ve mâtemlerin civarına yaklaşmayanlar,
  3. Gafiller topluluğu ile beraber olanlar.

Dünya zifiri bir câhiliye karanlığına gömülmüş iken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ebedî kur­tuluş davetini insanlığa duyurmak için tek başına gösterdiği o canhıraş gayretleri unutmayalım!

O’nun bu sünnetini, ümmeti olarak ne kadar yaşayabildiğimizi ve “Allâh’ın yeryüzündeki şâhitleri” vasfına ne kadar lâyık olabildiğimizi sık sık muhâsebe edelim.

Ashâb-ı kirâm, hidâyet nîmetinin şükür borcunu ödeyebilmek ve tebliğ mesʼûliyetinin gereğini îfâ edebilmek için, o zamanın zor şartları altında, Dünyaʼnın dört bir köşesine gittiler. Rahatlarını terk ettiler, canlarıyla, mallarıyla fedakârlıkta bulundular.

Bu hakîkat bizi derin derin düşündürmeli. Zira bizler; tebliğ ve irşad bahsinde, üstümüze düşen vazife ve mesʼûliyetlerin acaba kaçta kaçını îfâ edebiliyoruz?..

Bu sebeple;

–Mü’min, ebedî kurtuluşu için sırf kendi istikâmetinin düzgün oluşunu yeterli görmeyecek.

–Kendisini devrin akışından mes’ûl, çevresindeki insanları da kendine zimmetli bilecek.

–Karşılaştığı yanlışlıkları ve bilhassa zulümleri, eliyle ve diliyle bertaraf etmeye çalışacak.

–İmkânı ölçüsünde tebliğde bulunmanın bir îman mes’ûliyeti olduğunu hatırından çıkarmayacak.

Ayrıca hâl ve davranışlarımızla âhenk teşkil etmedikçe, sözlerimizin gönüllerde müsbet tesirler hâsıl etmesini bekleyemeyiz.

Bilmeliyiz ki ancak kalpten gelen samimî ifadeler, kalplere yol bulur. Bunun aksine, kalp gâfil iken dilin samimiyetsizce sarf ettiği sözler, ancak muhâtabın bir kulağından girip diğerinden çıkar; onun gönlüne nüfûz edemez.

Kendisi uykuya dalmış olan, başkalarını da uyandıramaz.

Dolayısıyla, evvelâ zihnimizi ve kalbimizi ilâhî hakîkatlerle uyandırmak, kendi hâl ve davranışlarımıza çeki-düzen vermek îcâb eder ki başkalarına yapacağımız tebliğ ve telkinlerin hayırlı bir neticesi olsun.

Tohum atılmayan ve sulanıp bakılmayan topraktan bir mahsul beklenemez. Yani gönül vermeden gönül kazanılamaz. Sevmeyen insan, sevilemez. Dolayısıyla Yaratan’ından ötürü bütün insanlara, hattâ bütün mahlûkâta gönül hânemizi açmalı, şefkat, merhamet ve muhabbetimizi cömertçe ikram etmeli, İslâm’ın güler yüzünü sergileyerek gönüller fethetmeliyiz.

Bir mü’minin gönül âlemi, öyle bir çiçek bahçesi gibi olmalıdır ki, onda her asık çehre ve gamlı yürek huzur bulup tebessüm etmelidir. Bu yüzden kalbi ve bedeni, âdeta diken gibi olan duygu, düşünce ve davranışlardan temizleyip, tebliğ edici hâle getirmek zarurîdir.

“Benim hâlim, amelim, ilmim, irfânım yetmez…” diyerek bir kenara çekilmek, mü’mini tebliğ mes’ûliyetinden kurtarmaz.

Rabbimiz âyet-i kerîmede;

(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et…” (en-Nahl, 125) buyurarak davetin âdâbını beyan eylemiştir.

Yani;

  1. Yüksek bir idrâke sahip kimselere hikmetle tebliğ etmek. Mesnevî’de olduğu gibi…
  2. Umum insanlara nasihat ve güzel öğütle tebliğ etmek.
  3. Sert mizaçlı kimselere dâimâ iyilik ve güzellik ile yaklaşarak, küfründe Firavun derecesinde şedit olanlara bile (Kavl-i Leyyin) ile tebliğ etmek lâzımdır. Azgın Firavun’a gönderilen Mûsâ -aleyhisselâm-’a emredildiği gibi…

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Sükûtunuzla da, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu. Kendisine dediler ki:

“–Yâ Halîfe! Sükût ederek / konuşmadan nasıl davetçi olunur?”

Buyurdu ki:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

İşte Hazret-i Ömer’in “hâl ile tebliğ” tavsiyesini, ecdâdımız Osmanlı, geniş bir coğrafyada tatbik etmiştir.

I. Murad Han Kosova’yı, Fatih Sultan Mehmed Han da Bosna’yı fethettikten sonra bu bölgelere gönül ehli, temiz Anadolu insanını yerleştirmiştir. Onların nezih yaşayışlarını görerek hayran kalan Arnavutların yüzde doksanı, Boşnaklarınsa tamamı, bu sâyede İslâm ile müşerref olmuşlardır.

Velhâsıl âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Her kim bir canı ihyâ ederse bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur…” (el-Mâide, 32)

Bir insanın fânî ve dünyevî hayatını kurtarmak bile bu kadar değerliyse, onun mânevî ve ebedî hayatını kurtarmak, Allah katında kim bilir ne kadar kıymetlidir?

Rabbimiz, zamanımızın nezâketi dolayısıyla hakka ve hayra daveti, üzerimize terettüb ettiği nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhîsinde bu mesʼûliyetimizden beraat edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn!..