Göz Nûru Nesiller Hakkında Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Mülâkat -2-

Yıl: 2018 Ay: Mart Sayı: 157

VATAN EVLÂDI BİR GENÇLİK…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Neslin eğitimi deyince müsaadenizle size pek çok suallerimiz var. Fakat ilk gündemimiz, ehemmiyetine binâen önce şu:

Epey zamandır devlet ve millet olarak çok zorlu bir dönemden geçiyoruz. Büyük bir bekā mücadelesi yaşıyoruz. Çok şükür zafer yolunda milletçe yiğitlerimiz var. Ancak dünya sahnesinde büyük ve güçlü devletlere, yani devlere karşı çetin bir mücadele veriliyor. Hani denilir ya karşımızda yedi düvel var diye, belki şimdi on yedi düvelle yapılan büyük bir mücadele mevzubahis. Bu hususta neler söylemek istersiniz? Milletçe bugünlerimiz ve yarınlarımız hakkında ne düşünüyorsunuz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Tarihler şahittir:

Din ve vatan yolunda yapılan savaşlarda hiçbir zaman sayı ve maddî kuvvet, tek başına mühim olmamıştır. Asr-ı saâdetteki mücadelelerin tamamında da mü’minlerin fazla bir sayısı yoktu. Fakat;

O az sayıdaki mü’minlere, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı geldi. Hemen hemen bütün gazvelerde böyleydi. Huneyn hâriç, bütün harplerde mü’minler hep düşmanlarından sayıca az idiler. Harp edevâtı, teknik imkân bakımından da geride idiler. Fakat dâimâ Cenâb-ı Hak; o îmanlı orduları melekleriyle, görünmez ordularıyla te’yîd eyledi. En imkânsız görünen zaferler kazanıldı. Kendilerini din ve vatan yolunda kurban eden yiğit mü’minler, asırlar boyunca nice destanlar yazdılar.

O yiğit mü’min yürekler ki;

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetiştirdiği takvâ ve ihlâs üzere idiler. Onlar için gazilik büyük şerefti, şehidlik ise daha büyük bir şerefti. Bu bakımdan onlar, en zor zamanlarda ve en umutsuz şartlarda bile ümit ve muvaffakiyetin şânı oldular, mazharı oldular, büyük zaferlerin silinmez mührü oldular.

O yiğitler sayesinde;

Tarihlere; «Çanakkale geçilmez!» yazıldı. Çünkü göğsü îman dolu o yiğitler vesilesiyle Allah, nusret eyledi, yardım eyledi, galip eyledi.

Hattâ General Hamilton diyor ki:

“–Bizi Türklerin maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûp etmiştir. Onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!”

Churchill de ülkesinde Çanakkale mağlûbiyetinden dolayı sorgulanınca;

“–Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türklerle değil, Allah ile harp ettik!.. Tabiî ki yenildik!..” diyerek bu ilâhî yardımı itiraf etmek mecburiyetinde kaldı.

O şanlı neslin torunları da bugün aynı destanı tekrar yazıyorlar.

Peygamber ocağı olan ordumuz, sînesi îman dolu Mehmetçiğimiz, günlerdir bir vatan müdafaası veriyor. Canını fedâ etmek pahasına fedâkârca gayret ediyor. Yine aslan yürekli ölümsüz şehidlerimiz var, yine aslan yürekli gazilerimiz var.

Cenâb-ı Allah’tan;

Şehidlerimize rahmet, gazilerimize âcil şifâlar, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Yine tarihler şahittir:

Bir harpte eğer ruhsuz kalıplar -tâbir câizse- molozlar ölüyorsa, ardından yıkımlar, hezîmetler geliyor, vatan toprakları vîrânelere dönüyor. Fakat eğer hakikî şehidler veriliyorsa, ardından zaferler geliyor. Bugün yine zaferler getiren hakikî şehidler verilmekte.

Onların gönül ufku, ölümsüz. O mübârek şehidlerimizden ne güzel vasiyetler duyuyoruz. Bir şehîdimiz ağabeyine bıraktığı vasiyetinde diyor ki:

“Ağabey, olur da şehidlik nasîb olursa, devletimizin vereceği tazminatla anne-babamı hacca gönder ve babamın borçlarını ödeyip sen de evlen.”

Bugün de teröre karşı askerimizin gösterdiği celâdet, o fitne ve terör yuvalarına karşı cesaretle ve îmanla yürüyüşü, inşâallah istikbaldeki müjdelerin habercisidir.

Kezâ cepheye giderken;

«‒Ailene bir şey söylemek ister misin?» diyenlere, ecdâdındaki ruh ile;

«‒Beni beklemesinler!» deyip şehidliğe kanat açarak ileri atılan yiğitler, yine büyük zaferlerin inşâallah ayak sesleridir.

Bu yiğitlerin rûhu, fatih dedelerin rûhudur.

O ruh ki;

Fatih’in askerlerinin en bâriz bir fârikasıydı. Onlar, İstanbul’un fethi için surlara tırmanırken, üzerlerine bir taraftan kızgın yağlar, bir taraftan Rum ateşleri dökülüyordu. Fakat her biri ölümsüz bir vecd ile;

“‒Şimdi şehidlik sırası bizde!” diyorlardı.

Bu ifadeler;

Din için, vatan için, millet için canından geçen gerçek şehidlerin bir şahâdetnâmesiydi. Bu ifadelerle onlar, birbirlerinin cesaret ve morallerini zirveye taşıyorlardı. Kendilerinden sonra gelecek nesle de tarihî bir şuur, karakter ve şahsiyet verâseti bırakıyorlardı.

Çok şükür bu ifadeler, onların nesilleri tarafından da aynı vecd ve şuur içinde dünya sahnesinde hâlâ yankılanmakta ve devam etmektedir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Asr-ı saâdetten Çanakkale’ye akseden ve bugün Afrin’de devam eden aynı ruhtur diyebilir miyiz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Elbette… Bu ruh, Bedir’den Çanakkale’ye devam eden îman heyecanının günümüzdeki bir tezâhürüdür.

Çanakkale’de Binbaşı Lütfi Bey;

“Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor.” diye haykırıyordu.

Mehmetçiğin îmânı, ihlâsı, fedâkârlığı; o en beter zulümleri irtikâb eden haçlı ordularına karşı verilen büyük bir harbin seyrini değiştirdi, olmaz denilen şeyler mümkün oldu. Hemen çember yarıldı.

Aynı ruh ve şuur neticesinde 15 Temmuz’daki çember de milletin îmanlı sînesinde parçalandı.

Mehmetçiklerimizin şimdi ateş hattında yine sergilediği bu mâneviyat ve dirâyet, Irak cephesinde şehid olan Zâbit Muzaffer isimli kahraman askerimizin şu hâlini de hatırlatıyor:

Ateş hattında çarpışan ve şehâdet şerbetini içen Zâbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bir şey anlatamadığı dakikada cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmaya başladı:

“–Asker! Kıble ne tarafta?!.”

Etrafındakiler, rûhunu, Bey­tullâh’a dönerek Allâh’a teslim etmek isteyen Muzaffer Bey’i kıbleye çevirerek onun bu arzusunu yerine getirdiler. Yüzü vuslat neşesiyle dolan zâbit, muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslim eyledi.

Kıbrıs’ta da benzeri manzaralar yaşanmıştı.

Aradan geçen bir asırlık zaman hamdolsun ki, askerimizin o müstesnâ ruh kıvâmında tahribat meydana getirmedi;

Hamdolsun ki semâmızda ezan sesleri hiç dinmesin diye,

İslâm’ın hilâlini taşıyan sancağımız inmesin diye,

Mâbedimizin göğsüne nâmahrem eli değmesin diye,

Dînimizi/îmânımızı yaşayıp yaşatacağımız vatanımıza düşman ayağı basmasın diye,

İslâm’ın tek ve en büyük karakolu olan Türkiyemiz’in bekāsı için, canlarıyla bedel ödeyen îmanlı Mehmetçiklerimiz var, yiğit evlâtlarımız var. Onlara yeni yeni yiğitler yetiştiren ve gece-gündüz duâlar eden bir milletimiz var.

Mâlûm;

Harpler, bir yandan gazâ ordusunun ihlâslı mücadelesi, bir yandan da duâ ordusunun samimî ilticâları ve destekleri ile kazanılır.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Gazâ ve duâ, nasıl bir hakikattir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Birbirini tamamlayan iki büyük hakikat.

Biri maddî cephe, diğeri mânevî cephe. İkisi de olmazsa olmaz. Çünkü cephedeki yiğitler, sırtını ağzı duâlı bir millete yasladıkça, asla devrilmez. Moral kuvveti, düşmanınkinden kat kat üstün olur. Savaşlarda zafere tesir eden en güçlü kuvvet de budur, mânevî dirâyet. Çünkü moral ve mânâ itibarıyla asla devrilmeyen ruhları, en donanımlı topla tüfekle devirmek imkânsızdır.

Bu bakımdan;

Milletimizin duâları, cephedeki yiğitlerimizin sırtını dayadığı ve rûhunu dimdik tutan görünmez bir kuvvettir. Bedenen şehîd olsa da, ruh itibarıyla yere düşmeyip mücadelesine devam edenler, bu sayededir. Bunlar masal değil, tarihten beri yaşanmış gerçeklerdir. Başını vermeyen şehidler, vatanı vermeyen şehidlerle doludur topraklarımız ve cephelerimiz.

Onun için;

Milletçe, bu vatanın şanlı evlâtlarına hepimiz çokça duâlar edeceğiz. Yiğitlerimizi vatanî vazifelerine duâlarla göndereceğiz. Bilhassa seherlerde, İslâm’ın ve müslümanların zaferi için niyazlarda bulunacağız.

Bilhassa;

Davud -aleyhisselâm-’ın devrinde az sayıdaki Tâlût ordusundaki îmanlı askerlerin çok sayıdaki Câlût ordusuyla karşılaştığında yaptığı şu duâyı bugünlerde bol bol edelim:

رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

“…Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır (yüreğimizi sabırla doldur), ayaklarımızı sağlam bastır (bize mukavemet/direnme gücü ver ve bizimle savaşan) kâfirlere karşı bize yardım et.” (el-Bakara, 250)

Ayrıca;

Her sabah -inşâallah- Fetih Sûresi’ni de okumaya gayret edelim.

Cenâb-ı Hak;

Milletçe duâ ordularının ihlâsı, mazlum müslümanların yanık ilticâları ve serhat ordumuzun fedâkârca gayretleri neticesinde -inşâallah- maddî-mânevî nice zaferler ihsân eylesin…

Bu yiğitlerin varlığı bizi nasıl sevindiriyorsa, aynı zamanda istikbâl için de tefekkür ettirmeli…

Şu hakikati de idrâk ettirmeli:

Sadece duâ etmek yetmez! Aynı zamanda çok gayret etmeli, çok çalışmalı… Çünkü gerçek vatan evlâdı nesiller yetiştirmek yolunda gayretler de, hiç sona ermeyen dâimî bir cephedir…

Hanım kızlarımız gönlü îmanla dolu yiğit evlâtlar büyütsün, babalar da o aslan yürekli yiğit evlâtlarını Kur’ân ile yoğurup din ve vatan yolunda destanlar yazacak kahramanlar olarak yetiştirsin. Böylece şanlı tarihimizdeki altın satırlar devam etsin.

İnşâallah;

Böyle îmanlı şehidlerimiz, gazilerimiz Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Hamd Sancağı altında muhabbetle bağrına basacağı yiğit ümmetleri olacaktır. Mehmed Âkif’in hayran hayran dile getirdiği gibi:

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış, duruyor Peygamber…

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! İslâm âlemi de kan ağlar vaziyette… Ülkemize üç buçuk milyon Suriyeli sığındı… Arakan’da metruk, terk edilmiş, tard edilmiş yüz binler var. Afrika’nın bazı bölgeleri maddî ve mânevî açlık ile pençeleşiyor. Bu fâcialar karşısında bir müslümanın hissiyâtı nasıl olmalıdır. Mes’ûliyet ve vazifelerimiz nelerdir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Fahr-i Kâinât Efendimiz buyuruyor:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen kimse, mü’minlerden değildir.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 87)

Mü’min, hâdisâtın akışından kendisini mes’ul addeder. Dertlenir, kardeşinin sıkıntısını telâfi edecek bir çare arar… Zira merhamet, gönüllerdeki îmânın bir meyvesidir. Mü’min, mü’mine zimmetlidir.

Burada bizlere iki vazife var:

  • Maddî yardım
  • Mânevî yardım

Kardeşlerimizin hem maddî ihtiyaçlarına hem de mânevî ihtiyaçlarına koşabilmeliyiz.

Efendimiz hadîs-i şerifte;

«Fakirlik neredeyse, küfre denk oluyordu.» (Beyhakî, Şuab, IX, 13) buyurmuştur. Ne yapar fakirlik ve çaresizlik? Allah muhafaza isyana götürebilir. Yanlışlara düşürebilir. Bu sebeple kardeşlerimize sahip çıkmamız zarûrîdir.

Diğer taraftan sadece maddî yardım yapmakla yetinmek de doğru olmaz. Onlara mânevî yardımda da bulunmalıyız. Emr-i bi’l-mârûfu yerine getirmeliyiz. Muhâcir kardeşlerimizin evlâtlarını Kur’ân ehli olarak yetiştirebilmelerine yardımcı olmalıyız.

Maalesef;

Batı çok iki yüzlü!.. Petrol için, para için, güç gösterisi için binlerce kilometre öteden gelip İslâm beldelerini kana bulayan ve kardeşlerimizin hayatlarını karartan kendileri olduğu hâlde, utanmadan gelip yardım adı altında onların îmanlarına da musallat oluyorlar.

Suriye’den bir video gösterdiler. Misyoner bir doktor, Noel Baba kıyafetine girmiş. Batılı teröristlerin asker kıyafetine gireni, yavruların üstüne bombalar yağdırıp küçücük bedenleri bile öldürürken; Noel Baba kıyafetine gireni de, elinde bir çan, onu çalarak çocuklara şeker dağıtarak ruhları çalıyor, îmanları öldürmeye çalışıyor. Yazık ki bunları anlayamayacak kadar küçük olan müslüman evlâtlarımız da, onun peşine düşmüş… Adam alıp götürüyor.

Ne acıdır ki;

Avrupa’da kaybolan binlerce mültecî çocuk var. Âkıbetleri meçhul…

İşte bu manzaralar, bize mes’ûliyetimizin ve vazifelerimizin neler olduğunu acı acı haykırmakta.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! İki yüzlü batı, yaldızlı maskesiyle eğitim ve tahsil dünyamıza da tesir ediyor. Evlâtlarımızı kendi medeniyet değerlerimizle terbiye etmememiz için eğitim dünyasında da görünmeyen bir hücum altındayız diyebilir miyiz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Maalesef;

Bugün dünyada materyalist, kapitalist bir anlayış hâkim. Dünyevî ilim, insanı egoist yaptı. Vicdanı sildi süpürdü.

Meselâ 1944’te Japonya’ya iki atom bombası atıldı. Kadın, çocuk, yaşlı, savaşla hiç alâkası olmayan, hiçbir şeye iştirâk etmemiş insanlar, hattâ hayvanlar ve ağaçlar katledildi, toz hâline getirildi. Bugün Suriye’de, Arakan’da da aynı katliâmlar yapılıyor. Bu hangi medeniyettir?

Rasûlullah Efendimiz, orduyu gönderirken ashâbını şöyle îkāz ediyordu:

(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile);

  • Zulmetmeyiniz!
  • İşkence etmeyiniz!
  • Çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)

(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile);

  • Çocukları,
  • Mâbedlerine çekilip ibâ­detle meşgul olan kişileri,
  • Kadınları,
  • Yaşlıları ve
  • Savaş hârici işler için çalıştırılan kişileri öldürmeyiniz!

(Ayrıca)

  • Kiliseleri yakıp yıkmayınız,
  • Ağaçları köklerinden kesmeyiniz!” (Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220)

Zaten İslâmiyet’te harp, toprağı kanla sulamak için yapılmaz. Harp bir müdafaadır, bir zarûrettir. Bir hak çiğnendiği zaman veya bir tecavüz karşısında harpten başka çare kalmaz.

Bu sebeple Rasûlullah Efen­­dimiz, harpte bile merhamet tevzî ediyordu. Bir misal verelim:

Bedir Harbi’nde müşrikler harpten bir gün evvel gelip, Allah Rasûlü’nün kuyusundan su almak istediler. Peygamberimiz müsaade etti.

Bedir’den dönüşte Medine’ye 150 kilometre mesafe vardır. 70 tane esir alınmıştı. Binek yetersizdi. Ashâb-ı kiram; zaman zaman develerinden indi, esirleri bindirdi, kendileri yürüdü.

Neydi ashâba bu fedâkârlığı yaptıran?

  • Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış…
  • Onların hidâyete erişmesi ümidi…
  • Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini sergilemek…

Sadece şu iki misal dahî gösteriyor ki, insanlığa gerçek insanlığı öğreten İslâm’dır. Dolayısıyla gerçek insanlık, ancak İslâm’dadır. Hümanizm dedikleri ise, içi boş bir mavaldan ibarettir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Bir de bugün İslâmofobi denilen bir cereyan, batıda gittikçe yayılıyor. Yalan yere İslâm’a şiddet iftirası atılmakta. Bundan dolayı da anlattığınız gerçekleri insanlığa ve nesillere aktarabilmemiz, çok daha ehemmiyet arz ediyor herhâlde.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Elbette!..

Bir mütefekkir diyor ki:

“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasında bir gram fark vardır. O da iyi yetişmiş bir avuç insandır!”

Demek ki; yetiştirdiğin insan bir gram fazlaysa galipsin. Bir gram eksikse mağlûpsun, esirsin.

Onun için bir gram fazla insan yetiştirmeye gayret etmek lâzım. Kaliteli, şahsiyetli, vakarlı ve takvâlı bir genç yetiştirmek… Hedef bu olmalı.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâimâ bu yapıda gençler yetiştirdi. O gençler öyle yiğitler idi ki, Rasûlullah Efendimiz’in hâline öyle hayran oldular ki;

“Anam, babam, malım, canım her şeyim Sana fedâ olsun! Yeter ki Sen emret yâ Rasûlâllah!” dediler.

O’nun yolunda, O’nun emrinde her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına nimet bildiler.

Çünkü onlar;

Muhabbet-i Peygamber, îman ve Kur’ân ile yetiştiler. Müstesnâ oldular.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Ecdâdımızın; «Göğsünde îman, elinde Kur’ân» diye sembolleştirdiği vatan evlâdı nesiller demek ki çok mühim. Fakat günümüz tahsil dünyasında dünyevî istikbal endişeleri, maalesef Kur’ân eğitimine verilen ehemmiyeti zayıflatabiliyor. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–İstikbâli veren Allah’tır.

Esas istikbal ise âhirettir.

Şunu da unutmamak lâzım ki;

Dünyada hânedan olarak en uzun ömürlü devlet, Osmanlı Devleti’dir. Ecdâdımızın bu berekete nâil oluşu için birçok zâhirî sebepler sayabiliriz, fakat esas itibarıyla iki mânevî sebep gösterebiliriz:

Birincisi:

Osman Gazi’nin misafir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı
Kerim bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmamasıdır. Yani Osmanlı’nın kuruluşu Kur’ân ile olmuştur. Onlara bu hürmeti öğreten de Edebâlî silsilesidir.

İkincisi:

Yavuz Sultan Selim Han’ın Peygamber Efendimiz’den gelen mukaddes emânetlere büyük bir tâzim göstermesidir. Onları hürmetle İstanbul’a getirip, -rivâyete göre biri de kendisi olmak üzere- kırk hâfız tayin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerim okutmasıdır.

Ecdâdımızın tarihî muvaffakiyetleri; onların Kur’ân-ı Kerîm’e ve Allah Rasûlü’ne olan aşklarına mukabil, Cenâb-ı Hakk’ın dünyada verdiği bir bahşiştir, bir ihsandır.

Demek ki;

Dünyada da âhirette de saâ­detin anahtarı, Kur’ân’a hizmettir, Allah Rasûlü’ne muhabbettir.

Kitap, Allâh’ın kitabı… İnsanlığa son çağrı, Hâlık’ın bizlere mektubu…

Bu mektubu hakkıyla okumazsak, ona gerekli ihtimamı göstermezsek, bu da bizim Allâh’a olan muhabbet ve kulluk tahsilimizde hüsrânımız demektir. Ebedî âlemde felâkettir.

Lâkin;

Hakkıyla okursak, o zaman Kur’ân-ı Kerim, kurtuluşumuz demektir. Ebedî âlemde sonsuz bir rahmettir.

Yüzakı:

–Muhterem Efendim, söz sözü açtı, çok özlü mesajlar lutfettiniz. Ancak suallerimizi bitiremedik. Mülâkātımızın devamını bir sonraki sayımıza bırakırken bu faslın sonunu, gençliğe vermek istediğiniz tavsiyelerinize ayırmak istiyoruz. Neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Unutmamalı ki;

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, en büyük zamanını gençliğin eğitimine ayırırdı.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onların her birini istîdatlarına göre inkişâf ettirirdi. Kimini kumandan, kimini muallim, kimini elçi olacak şekilde kabiliyetlerine göre yetiştirirdi.

Demek ki, istîdâdı doğru tespit ederek, vatanımıza, milletimize en faydalı olacağımız bir sahada kendimizi ve evlâtlarımızı yetiştirmeliyiz.

Ancak;

Takvâ, bütün eğitimin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.

Eğitimin kalbinde «takvâ» olursa; kişi, günümüzün birtakım musîbetlerinden, menfî hâllerinden, internetin, televizyonun ve sokakların zararlarından kendisini korur. Gençlik; şahsiyet itibarıyla çok faydalı, diri bir heyecan, feyz ve vecd içinde yaşar.

İçi-dışı berrak ve takvâlı yetişen bir genç, bayrağın ve vatanın da kendisine emânet olduğu duygusu içinde yaşar.

«Bu vatanı, Rabbim bana emânet olarak verdi. Ben de kendimden sonra gelecek nesillere bu emâneti hakkıyla muhafaza ederek bırakacağım!» şuuru ve vazife heyecanı içinde, gece-gündüz ter dökerek yaşar.

Bilir ki;

Takvâ içinde yetişen göz nûru nesiller, Allah’tan başkasından korkmaz ve asla ümitsizliğe düşmezler!..

Bilirler ki;

Bu cennet vatanın her köşesinde şu tarihî sadâ yankılanmaktadır:

“Ey şanlı nesil!

Sen; Osman Gazi ve nesli gibi diğergâm, gönül eri ve kendisini Cenâb-ı Hakk’a adayan âbide şahsiyetlere sahipsen;

Teb’asıyla mahkemeye çıkarak bütün dünyaya örnek bir adâlet anlayışı tevzî eden bir Fatih’in varsa;

Hazret-i Mevlânâlar, Yûnuslar, Şâh-ı Nakşibendîler ve Hüdâyîler gibi Edebâlî Silsilesi hâlinde yüreklerini dergâh hâline getiren gönül erlerin ve onlardan feyz alarak izlerini takip eden güzel insanların varsa;

Bir karıncanın hukukunu düşünen Kanunî Sultan Süleyman’ın varsa;

Sînesi Kur’ân’la dolmuş analar, arslan yürekli yiğitler doğuruyorsa; dünya, senin gözünde küçülmüş, âhiret saâdeti ve Allah rızâsı bir ideal hâline gelmişse;

Asla ümitsizliğe kapılma!

SEN BÜYÜK BİR MİLLETSİN!..”

İşte gençlik;

Bu hakikatleri asla unutmamalı…

Yine gençlerimiz şunu hiç unutmamalı ki;

Esas mektep, âhireti kazanma mekânı olan dünya hayatıdır.

Bu eğitimde, sınıf tekrarı da yoktur. Bir sefere mahsustur!.. Çünkü ömrün tekrarı yoktur.

Bu fânî imtihan âleminde alınacak en mühim diploma; son nefeste alınan îman şahâdetnâmesidir.

O diplomayı alabilene ne mutlu!..

Yüzakı:

–Muhterem Efendim! Bu zengin ve doyurucu hasbihâl ve irşâdınız için gönülden duâlar ve teşekkürler ederiz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Ben teşekkür eder, Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ile 14’üncü senesine gelen Yüzakı Mec­mûamıza ve Bir Gönül Derneği’mize hem neşriyat sahasında hem de Hazret-i Kur’ân ve Hazret-i Peygamber yolunda dünya ve âhirette yüz akımız olacak göz nûru bir neslin yetişmesinde takdîre şâyan gayretler ve muvaffakiyetler dilerim.

Bu çalışmaları;

Rabbim yüce rızâsı üzere dâim eylesin ve lutfuyla bereketlendirsin.

Âmîn!..