Genç Dergisi, Yıl: 2024 Ay: MartSayı: 210
Muhterem Efendim, Ramazân-ı Şerîf’in gölgesi üzerimize düştü. Fakat Gazze’de yaşanan soykırım dolayısıyla, gönüllerimiz mahzun, sevinçlerimiz buruk. Rahmet ve mağfiret iklimi olan bu mübârek günleri nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Bu hususta ne buyurursunuz?
Bu fânî cihan, bir imtihan yurdu. Bu sebeple de hiçbir köşesi, imtihandan âzâde değil. Evvelâ bu hakikati hiçbir zaman unutmamak gerekiyor. Nitekim Rabbimiz, en sevgili kulları olan peygamberlerini dahî ilâhî imtihanlarından muaf tutmamıştır. Bilâkis çile ve iptilâların en ağırlarını peygamberlerine yaşatmıştır.
Rûhu’l-Beyan’da şöyle naklediliyor:
“Âlimler demişlerdir ki:
Her peygamber, «Allâh’ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar bir zorlukla karşı karşıya gelmiştir.
Bu hâl, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de Mekke Fethiʼnden önce, zorluk ve sıkıntıların had safhaya ulaştığı günlerde görülmüştür.
Hattâ Hendek Savaşıʼnda, sahâbe-i kirâmın sabrı tükenip çaresizlik içinde nusret talep ettiklerinde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
«Allâh’ın yardımı ne zaman?!.» demiştir.
Bunun üzerine Allah Teâlâ rüzgâr ve melek ordularını göndermiş, kâfirler gürûhu da böylece hezimete uğramıştır.
O gün müslümanlar, tâkatsizlik, şiddetli korku ve aşırı soğuktan öyle bir durumda idiler ki, Hak Teâlâ bu durumu;
«…Korkudan gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti…» (el-Ahzâb, 10) ifadesiyle tasvir buyurur.” (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 297)
Rabbimiz kullarını, kimi zaman nîmetle, kimi zaman da mahrûmiyetle test eder. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun îmanda sadâkatinin tescîlidir. Hayatın med-cezirleri karşısında kulun hamd, rızâ, teslîmiyet ve şükür hâlini koruyabilmesi, Allah ile beraberliğinin bir nişânesidir. Bu hakikati bizler, bugün Gazzeli kardeşlerimizde en bâriz şekilde görmekteyiz.
Bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizce sızlanmaya ve;
“Kulu olduğum Allah, niçin bu zor zamanımda yanımda değil?” nevinden ucu küfre sarkan isyan ifadeleri kullanmaya aslâ hakkı yoktur. Zira bu imtihan âleminde Allah Teâlâ kulunu imtihan eder; -hâşâ- kul Rabbini değil!
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şu nasihatlerde bulunur:
“Ey oğul! Sırf seni müptelâ kılabileceği belâlarından ötürü Allah’tan uzaklaşma! Allah seni bazı belâlara dûçâr eder. Bunun sebebi şudur:
Acaba sebeplere dayanıp O’nun kapısını terk mi edeceksin, yoksa O’nun kapısına mı yapışacaksın?
Acaba zâhire mi dayanacaksın, yoksa bâtına mı?
Acaba idrâk edilene mi güveneceksin, yoksa idrâk edilemeyene mi?
Acaba görünene mi yöneleceksin, yoksa görünmeyene mi?..
Sana verilen mârifet, hüner ve muvaffakıyetleri, nefsinden mi bileceksin Hak’tan mı?..”
Gazzeli kardeşlerimiz de zulmün en ağırına mâruz kalmalarına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a olan sadâkat, tevekkül ve teslîmiyetleriyle, nice hidâyet mahrumunun intibâha gelmesine, İslâm’ı araştırıp müslüman olmasına vesîle oldular.
Bir kardeşimizin ifadesiyle; “Gazzelilerin îmanları sağlam canları tehlikede, bizimse canlarımız sağlam îmanlarımız tehlikede!..”[1]
Rabbimiz, şu mübârek günler hürmetine Gazze’deki kardeşlerimizin bir an evvel selâmete çıkmalarını, ümmet-i Muhammed’in diriliş ve uyanışını, lûtf u keremiyle ihsân buyursun.
Ramazân-ı Şerîf, mânevî bir hazine değerindeki mübârek ve müstesnâ bir zaman dilimi.
Nasıl ki ağaçların çiçeklenip meyve verebilmek için bahar mevsimine ihtiyaçları varsa; Ramazân-ı Şerîf de âdeta mânevî hayatın baharı… Dolayısıyla Ramazân-ı Şerîf’te ibadetlere ve güzel ahlâka, bilhassa da nezâket ve zarâfete, şefkat ve merhamete, cömertlik ve fedakârlığa çok daha büyük bir titizlikle ehemmiyet vermek gerekiyor ki, bu mübârek vakitlerin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edilebilsin.
Şunu da unutmayalım ki Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakkʼın kuluna bir yakınlık ve dostluk daveti olan müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir. Nasıl ki bazı meslek erbâbı, sahalarında uzman olabilmek için, sporcular da girecekleri müsâbakalarda gâlip gelebilmek maksadıyla kamplara çekilip, ihtilattan men kararı alıyorlarsa, bu Ramazân-ı Şerîf de bizler için Hakk’a yakınlık ve dostluğun müstesnâ vesîle ve fırsatlarına teksîf olma / yoğunlaşma mevsimidir.
Meselâ bu ayda mü’minlere farz kılınan oruç, insanın nefsini terbiye etmesine, ona çeki düzen vermesine vesîle oluyor.
Şeyh Sâdî şöyle der:
“Büyük bir zâta; «En birinci düşmanın, senin iki yanının arasında bulunan nefsindir.»[2] hadîsinden ne anlıyorsun? «Buradaki mânâ nedir?» diye sordum.
Bana şu karşılığı verdi:
«–Kendisine bir ihsanda bulunduğun her düşman, seninle dost olur. Nefis ise böyle değildir. Onu ne kadar hoş tutarsan, sana o kadar kafa tutar ve daha fazla karşı gelir.»”
Yani nefsi yola getiren en mühim hususlardan biri oruçtur. Rivâyet olunur ki, nefis, yaratıldığı zaman çeşitli iptilâ ve mahrûmiyetlere rağmen Cenâb-ı Hakk’a; “Sen sensin, ben benim!” deme cür’et ve cehâletinde bulundu, ancak ve ancak açlık sebebiyle âcizliğini kabul etti.
Hazret-i Lokmân -aleyhisselâm-, oğluna şöyle nasihat ederdi:
“Miden doyunca, fikrin uykuya dalar, hikmet susar, âzâlar ibadetten geri kalır.”
Ayrıca oruç, kula irâde terbiyesi kazandırırken, muhtaç kardeşlerimizin hâlini daha yakından anlamamıza da vesîle oluyor.
Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Hazret-i Yu-suf -aleyhisselâm-’a:
“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisiniz. Niçin kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye soruyorlar. O aziz peygamber şu cevâbı veriyor:
“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyo-rum!..”
Bir düşünelim: Bizler de oruç vesîlesiyle; aylardır her türlü zulüm, şiddet, vahşet ve mahrûmiyete ilâveten bir de şiddetli açlıkla baş etmeye çalışan Gazze’deki kardeşlerimizin o sahursuz-iftarsız açlığının zorluğunu, bir nebze de olsa yüreklerimizde hissedebilecek miyiz?..
Yine Ramazân-ı Şerîf, dünya hayatını âhiret şuuruyla yaşamamız gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Orucuyla, zekâtıyla, sadaka ve infaklarıyla, ibadeti hayatın merkezine yerleştiriyor.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle naklediyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazan ayında ibadet hususunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise kendisini daha fazla ibadete verirdi. Bu günlerde geceyi ihyâ eder, âilesini uyandırır ve izârını bağlardı. (Yani ibadet için hazırlıklarını tamamlar ve büyük bir azimle Hakk’a yönelirdi.)” (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ‘tikâf, 8)
Ramazân-ı Şerîf’te mü’minler, beş vakit namaza ilâveten cemaatle edâ ettikleri terâvihlerle de her zamankinden daha fazla içtimâîleşmeye çağrılıyor. Böylece Fâtiha Sûresi’ndeki;
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5) sırrının tecellî etmesi isteniyor.
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:
“Allah -celle celâlühû-, size Ramazân-ı Şerîf orucunu farz kılmıştır. Ben de onun kıyâmını, yani Ramazan gecelerindeki terâvih namazını sizin için sünnet kıldım.
Eğer bir kimse îmanlı bir yürekle ve sevâbına ermek ümidiyle Ramazan orucunu tutar, terâvih namazını (tâdil-i erkân ve huşû ile) kılarsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından kurtulur.” (İbn-i Mâce, Salât, 173)
Bu çok büyük bir müjdedir. Fakat şunu da unutmamak lâzımdır ki, duâlarımız gibi ibadetlerimizin kabulü de Cenâb-ı Hakk’a âittir.
Yine oruç, ferdî bir ibadet. Fakat iftar sofralarında bütün eş, dost ve akrabaların toplanmasına vesîle oluyor. Bu sebeple oruç hem şahsî olarak bizleri terbiye ediyor, hem de iftar vakitlerinde içtimâîleşmeye sevk ediyor. Şüphesiz mü’minlerin buluşup kaynaşması da Rabbimiz’in rızâsını celbeden bir durumdur.
Ayrıca, bütün hayır-hasenâtın kat kat sevapla mükâfatlandırıldığı, ilâhî bir lûtuf mevsimi olan Ramazan’da, fitre, zekât, sadaka gibi infaklarla mü’minler, mal hususunda da bir fedakârlık seferberliğine davet ediliyor. Malın sahibinin Allah olduğu şuuruyla, Oʼnun rızâsı yolunda infâk edebilme tâlimi yaptırılıyor. Bu, Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetimizin bir ifadesidir esâsında. Yani sırf zekât da kâfi değil! Nitekim âyette; “…Kullarının tevbesini kabul eden ve sadakaları alan Allah’tır…” (et-Tevbe, 104) buyruluyor. Yani zekâtı, sadaka ve infaklarla daha müzeyyen hâle getirmemiz lâzımdır.
Nitekim insanların en cömerdi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazân-ı Şerîf’te hiçbir engel tanımadan tatlı tatlı esen rahmet rüzgârlarından daha cömert olurdu. Kendisine bir defasında:
“–Hangi sadaka ecir bakımından daha büyüktür?” diye soruldu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ramazân-ı Şerîf’te verilen sadaka…” buyurdular. (Tirmizî, Zekât, 28/663)
Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhumâ- Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu aydaki infak heyecanını şöyle anlatıyor:
“Allâh’ın Rasûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı. Çünkü Cebrâil -aleyhisselâm-, her sene Ramazan’da gelir, ayın sonuna kadar beraber olur, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm’i arz ederdi. İşte bu günlerde Allah Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Müslim, Fedâil, 50)
Ramazân-ı Şerîf’i ihyâ etmenin en güzel vesîlelerinden biri de, Kur’ân tilâveti ve mukâbeleler…
Abdullah ibn-i Mes’ud -radıyallâhu anh- buyurur:
“Ziyafet veren herkes, ziyafetine (çevresinin ve çağırdığı dostlarının) gelmesini arzu eder ve bundan memnun olur. Kur’ân da Allâh’ın ziyafetidir. (Ondan uzak durmayınız!)” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)
Kalbimizin, Kur’ân’ın sır, hikmet ve mânâ ikliminden lâyıkıyla feyz alabilmesinin, ancak onu okurken sahip olduğumuz kalbî seviyeye bağlı bulunduğunu da unutmayalım.
Velhâsıl bu günler, gönüllerin mâneviyatla aşılanma mevsimidir. Nasıl ki bir bahçıvan, yetiştirdiği ağaçların daha lezzetli ve bereketli meyveler vermesi için senenin belli vakitlerinde budama ve aşılama yaparsa, Rabbimiz de mânevî bir terbiye mektebi olan Ramazân-ı Şerîfʼin feyizli ikliminde gönüllerimizin takvâda seviye kazanmasını arzu ediyor.
Rabbimiz, Ramazân-ı Şerîfʼten lâyıkıyla istifâde edebilen kullarından olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Rabia Brodbeck, Altınoluk, sayı 455, sf. 17.
[2] Beyhakî, ez-Zühdüʼl-Kebîr, s. 156.