Gönül İkliminden İnciler 18

Yıl: 2017 Ay: Ocak Sayı: 143

Hak katında affa mazhar olmayan hususlardan biri şirk, bir diğeri de kul hakkıdır. Cenâb-ı Hak, kulunun dağlar kadar günâhını bağışlarken, kul hakkını affının dışında tutmakta ve bu husustaki bağışlamayı, zulme uğrayan kulunun arzusuna bırakmaktadır. Dolayısıyla, herhangi bir kul hakkı sebebiyle tevbe edecek olan kişinin, evvelâ hakkını yediği kimseden helâllik alması şarttır. Nitekim canını Allah yolunda kurbân eden şehîd hakkında dahî;

“Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119) buyrulmaktadır. Hâl böyleyken, diğer insanların çiğnedikleri kul haklarını helâlleşmeden affettirmelerinin mümkün olmayacağı âşikârdır.

***

Kul hakkı meselesi son derece ehemmiyetli olmasına rağmen, günümüzde maalesef fazla riâyet edilmeyen bir husus hâline gelmiştir. Oysa hayatı boyunca bütün mahlûkâtın hakkına, müstesnâ bir hassâsiyetle îtinâ göstermiş olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, âhirete hicret ânında dahî kul hakkını düşünerek, bizlere misâl sadedinde:

“Ashâbım, kimin sırtına vurduysam işte sırtım, gelsin vursun! Kimin malını aldıysam, işte malım, gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400) buyurması, bütün insanlığa pek mânidar bir mesajdır.

Enes -radıyallâhu anh- da, vefâtı esnâsında Peygamberimiz’in yanında bulunduğunu, Efendimiz’in üç kez “–Namaz hususunda Allah’tan korkun!” sözleriyle ferdî mes’ûliyetimize dikkat çektikten sonra, şu ifâdeleriyle de ictimâî mes’ûliyetimizi hatırlattığını nakletmektedir:

“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Bu nebevî ahlâk ile ahlâklanan ashâbın büyüklerinden Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın yaşadığı şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- bir hizmetçisinin yanlışlıkla kulağını çeker. Hatâsını anladığında ise hemen onun yanına gider ve:

“–Sen de benim kulağımı çek!” der. Hizmetçisi, Efendisinin kulağını edeben hafif çeker. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın:

“–Ben daha çok çekmiştim; biraz daha sert çek de beni âhiret vebâlinden kurtar!” demesi üzerine, o gönlü uyanık hizmetçi:

“–Ey Halîfe! Daha fazla çekersem bu sefer de ben size borçlu kalırım!” cevâbını verir ve helâlleşirler.

***

Mevlânâ Hazretleri şöyle der:

“Allâh’ın kul üzerindeki haklarından sonra anne hakkı gelir. Çünkü kerem sahibi Allah, annenin bedeni içinde sana şekil vermiştir. Seni karnında taşıması için, ona sevgi ve şefkat bağışlamış, kendisine tatlı bir muhabbet ve engin bir merhamet lûtfederek, onu seninle huzura kavuşturmuştur.”

Diğer taraftan insanın şu fânî hayata gözlerini kapattıktan sonra, onu yıkayıp cenâze namazını kılan ve kendisini kabre defneden kimselere karşı da bir hak mevzubahistir. Velhâsıl insanoğlu için hayat, anne karnında başlayıp mezara girinceye kadar devam eden bir haklar manzûmesidir.

***

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâze namazı kıldıracağı zaman, mevtânın üzerinde kul hakkı olup olmadığını sorar, ödeninceye kadar cenâze namazını kıldırmazdı. (Buhârî, Ferâiz, 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz, 14; Tirmizî, Cenâiz, 69/1069; Nesâî, Cenâiz, 67)

Nitekim Ebû Katâde -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e namazını kıldırıvermesi için bir adam(ın cenâzesi) getirildi. Efendimiz:

«–Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kılın!» buyurdu. Ben:

«–(Borç) benim üzerime olsun, ey Allâh’ın Rasûlü.» dedim.

«–Tamamen mi?» buyurdu.

«–Evet, tamamen ödeyeceğim!» dedim. Bunun üzerine cenazenin namazını kıldı.” (Tirmizi, Cenâiz, 69/1069; Nesâi, Cenâiz, 67)

***

Babanın, annenin ve çocukların birbirleri üzerinde hakları vardır.

Baba, hanımının ve çocuklarının ihtiyaçlarını helâlinden temin ederek onları en güzel bir terbiye ile âhiret yurduna hazırlamalı, onları zamanın şer yağmurlarından bir şemsiye misâli korumalıdır.

Anne, beyine karşı vazifelerinde hassas davranmalı, yavrusunun gönül dünyasını merhametle îmar etmelidir. Zira anne bir mekteptir.

Yine anne-baba, çocuklarına karşı âdil davranmalı, ayrımcılık yapmamalıdır. Çocuklar da anne babalarına karşı son derece hürmet ve muhabbet hisleriyle dolu olmalı, onlara itaat ederek hizmetlerine koşmalıdırlar.

Nitekim bir şahıs, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sorduğunda Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı vermişlerdir:

“–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” (Müslim, Birr, 2)

***

Günlük yaşayış içerisinde pek çok kimseye normal gelen o kadar hâdise vardır ki, aslında hepsi de birer kul hakkı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Meselâ yoğun trafik akışının olduğu yerlerde güyâ uyanıklık(!) yaparak pek çok sürücüyü zor durumda bırakmak ve birtakım ihlâllerle sırf kendini düşünmek, hesabı kolay verilemeyecek kul haklarındandır.

Aynı şekilde yemek kokusu ile komşuya eziyet etmek, balkon veya pencerelerden silkelenen örtüler sebebiyle onlara rahatsızlık vermek de böyledir.

Yine zamanımızda miras paylaşımı husûsunda tarafların dinî ölçülerin dışına çıkması da kul hakkına ayrı bir misâl teşkil etmekte ve yapılan haksızlık dolayısıyla helal mala haram karıştırılmaktadır.

Ayrıca kul hakkı, sadece müşahhas bir şekilde bir başkasının malını çalmak veya gasp etmek olarak anlaşılmamalıdır. Bütün hâl ve davranışlarda bencillik yaparak başkalarının her türlü hakkını çiğnemenin de kul hakkına girdiği bilinmelidir. Yani maddî olarak kul hakkına girmekle, mânevî olarak kul hakkına girmek arasında pek fark yoktur. Bilâkis mânevî kul haklarının hesâbı daha ağırdır. Meselâ talebesini yetiştirmek husûsunda ihmalkâr davranan bir öğretmen, talebesinin vaktini ve enerjisini zâyi edip bir “insan israfı”na sebep olduğu için üzerine ağır bir kul hakkı almış demektir. Yine bir câmi imamı, cemaatini ihmal edip onları irşâd etmekte gevşeklik gösteriyorsa, kul hakkına girmiş olmaktadır.

***

Hassas bir şekilde düşünülürse kul hakkının şümûlü o derecede geniştir ki, bir müslümanın yüzüne haksız yere sert bakmak bile bir kul hakkı ihlâlidir. Bunun yanında, bir din kardeşinin hatalarını gıyâbında söyleyerek, bir nevî onu küçümsemek demek olan gıybet de bir kul hakkıdır ve büyük günahlardandır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Dolayısıyla bir sözü söylerken de onun kalbe saplanacak bir diken olmamasına dikkat edilmelidir. Nitekim Âişe -radıyallâhu anhâ- bir defâsında gafleten Safiyye -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz hakkında:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Safiyye’nin kısa boylu oluşu sana yeter.” diyerek onu küçümsediğinde, Peygamber Efendimiz kendisine şu mukâbelede bulunmuştur:

“–Ey Âişe! Öyle bir söz söyledin ki, eğer o söz denize karışsa idi, onun suyunu bozardı.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)

***

Ecdâdımız, çarşı-pazarda vitrine konan malları “Kim bilir kaç yetim, garip ve yoksulun mahzun nazarları takılıp kalmıştır!” diye düşünerek almaktan ve satmaktan kaçınmışlardır. Bu hassâsiyet dolayısıyla vitrinlere, sokaktan gelecek bakışları önleyecek bir perde koymuşlardır. Hâlbuki günümüzde fakir-fukarânın mahzun bakışlarına aldırılmadan, en leziz gıdâlar, lokanta vitrinlerinde pervâsızca teşhir edilmekte, kebaplardan çıkan kokularla, karnı aç olduğu hâlde imkânsızlık dolayısıyla alamayan kimselere eziyet edilmiş olmaktadır. Lâkin şu bilinmelidir ki; satan helâlinden satıyor, alan helâl parasıyla alıyor da olsa, yetim bakışlarının ve mahrum nazarlarının nüfuz ettiği bu gıdâlar, mânen yaralıdır, yaralayıcıdır. Göz hakkını bir kul hakkı gören müstesnâ medeniyetimizden bugün geriye ne kaldı?..

***

Kul hakkı yemenin daha tehlikeli bir çeşidi de, toplumun ortak hakkı olan devlet ve vakıf mallarını haksız yere gasbetmek veya uygunsuz bir şekilde kullanmaktır. Bu haksızlık daha tehlikelidir. Çünkü sonunda pişman olunsa bile helâlleşecek bir muhâtap bulmak mümkün değildir. Zira o mallarda herkesin hakkı vardır.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Şüphesiz ki, haksız olarak Allâh’ın malını kullanan kimseler, kıyamet gününde Cehennem’i hak ederler.” (Buhârî, Hums, 7)

***

İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemeleridir. İbadetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevkle ve gözyaşı dökerek Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak titiz bir takvâ hayatı yaşamaya bağlıdır.

***

Hiç kimse, bir başkası tarafından inceden inceye hesaba çekilmekten hoşlanmaz. Lâkin şu bir hakîkattir ki, kıyâmet günü herkes çok tafsîlâtlı bir şekilde hesaba çekilecektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu(n mükâfatını) görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onu(n cezasını) görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)

Dolayısıyla fânî hevesler uğruna ilâhî hudutları çiğnemek ve ilâhî affın dışında bırakıldığı kesin olan kul hakkı ile huzûr-i ilâhîye çıkmak, ne dehşetli bir aldanıştır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin! Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)

Rabbimiz, âhiret müflisi olmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun. Bizleri huzûruna kul hakkı ile değil, râzı olduğu amel-i sâlihlerle çıkabilen sâlih kullarından eylesin.

Âmîn!..